Demavend'in gelincikleri
Dağmış, geziymiş, doğaymış hepsini bir kenara ittim, bu kez niyetimi bozdum bu sakallı allahsızın kafasını yol kenarında kıracağım.
Toplam kırk saatlik otobüs yolculuğunun ardınan Tahran’a kazasız belasız ama bitkin şekilde ulamış ve arada hiç soluk almadan hemen Gulestan eyaletinin Kümbed şehrine giden bir otobüse kentin ‘Doğu Garajı’ndan binip 2,5 saatte yol üzerindeki küçük bir yerleşim olan Polur’da araçtan güç bela inmişim. Binerken ve seyir sırasında göbekli muavini toplam üç kez uyarmama karşın Polur’a geldiğimizde beni uyarıp indirmedi ve ancak benim fark etmemle birlikte yerleşim merkezine bir kilometre uzakta beni araçtan indirdi. Hani dalsam ve uyusam soluğu Türkmenistan sınırında alıvereceğim.
Polur 2200 metre irtifada Lar Gölü’nden ve Demavend’in yamacındaki Reinah’tan gelen yolun anayolla buluştuğu kavşakta kurulu küçük bir yerleşim merkezi. Köyün üst taraflarında kent dışından gelenlerin yaptırdıkları modern yazlık binalar mevcut. Tebriz’in tersine buranın halkı ne Türkçe ne de İngilizce anlıyor. Fırın bulma niyetimi yarım saatte on kişiyle cebelleştikten sonra ancak analatabiliyorum. Fırını bulana kadar sabretmeyip Polur’dan Reinah’a giden yolun başlangıcındaki bakkal dükkanından nalon poşet içerisinde hafif baharatlı şekerli çörek ve biraz beyaz soğan satın alıyorum. Uzun bir aradan sonra çantam sırtımda iki ayağımı nihayet yere koyabilmenin keyfiyle yola koyuluyorum. Lar Gölü’nden gelen akarsuyun dar bir boğazın içinden aktığı noktaya yapılan güzel köprünün üzerinden geçip hafifçe yükselmeye başlayan yoldan yürümeye başlıyorum. Reinah’ın yaklaşık 9-10 kilometre uzaklıkta olduğunu biliyorum, ancak normal şartlarda yolun sonuna kadar gitmeyip ortalardan bir yerlerden yukarıya doğru kestirme yaparak Güney rotasının birinci barınağı olan 3 bin metredeki Gusvensara’ya varmam gerekiyor. Reinah Polur’dan daha düşük irtifada (1990 metre) olduğu için yol bir süre sonra yükselmeyip yavaş yavaş alçalıyor.
Saat 12’ye yaklaşıyor; hava güzel ve açık. Tahran’daki olalar yatışmış; Maku’da beni otobüsten beni indirip özellikle sorguya çeken sivil polis amirine derdimi güzelce anlatmış, pasaportumda vizesi sırıtan Cibuti’nin coğrafik konumunu açıklamış ve sorun yaşamadan buraya kadar gelmişim. Çok da rahatsız edici olmayan güneşin altında yürüyerek Polur’dan iki kilomettre kadar uzaklaşmışken, siya renkli bir Peugeot 504 yolun öte tarafında duraklıyor. Klakson çalan taksiler gibi değil tavrı; aracı durdurmuş ve bana elle Reinah’ı işaret ediyor. Ben tereddüt edince aracın arka tarafındaki şapkasını gösteriyor. Molla sakallı sürücü bana Polur’da polis olduğunu ve Reinah’a gideceğini, istersem beni de götüreceğini anlatmaya çalışıyor. Davetini misafirperver ve gönüllü bir ‘otostop’ kapsamında algılıyorum.
Benim yaşlarda olan polis sürücünün adı Moktadır. Bu kışın çok yağışlı geçtiğini ve sık sık görevi icabı Reinah’a gidip geldiğini sevecen tavırlarla anlatıyor. Herkesle olduğu gibi yine İbrahim Tatlıses, İstanbul muhabbeti yapıyoruz. Yaklaşık dört beş kilometre yol aldıktan sonra gözümü ayırmadığım bulutla kaplı Demavend Dağının eteklerinde Gusvensara barınağının parlak altın kubbesini fark ediyorum. Ancak barınak çok kısa bir süre tekrar gözden kayboluyor. Polur’a 5-6 kilometre uzaklıkta yol üstünde İran Dağcılık Federasyonunun Gusvensara’yı ve güney rotasını işaret eden turuncu lehvasını görüyorum. Moktadır’ı uyarıp burada inmek istediğimi söylüyoru. Tam arka koltukta dinlenen çantamı alacak iken Moktadır aracın benzin yaktığından bahisle benden 5000 Tümen istiyor. Tahran’dan buraya kadar 3 saatlik yolu 3000 Tümen’e gelmişim ve bu din kardeşim benden beş dakikalık otostop için 5000 Tümen istiyor. Önce anlayamıyorum ama pırıl pırıl parlayan gözlerindeki çirkin ısrarı fark edince işin rengini hemen kavrıyorum: bu turistsiz sezonda herif beni gözüne kestirmiş!
Bu mesleğine çok uygun davranan molla kılıklı dallama benden 1000 Tümenlik yol için beş mislini talep ediyor. Hem de çok dostane bir otostop daveti ertesinde. Üzerimde yerel para olaran sadece 500 Tümen var, paranın geri kalanı burada da kıymetini yitirmeyen şeytan Amerika’nın Doları. Yorgunum ve bu adamla uğraşmak istemiyorum; pazarlık sonucu ücreti 2000 Tümene indirmeyi başarıyorum ancak bu kez ona uzatmış bulunduğum 10 USD’den para üstü olarak 8000 Tümen iade etmeyi reddediyor. Bana 10 USD’yi ver, dağdan dönüşte ben alırsın demeye getiriyor. ‘Ben Polur’un güvenilir polisiyim’ demek istiyor, aracın arkasında soylu bir şekilde dinlenen şapkasını göstererek. “Senin ta sakalına ....”. On dakika süren tartışmamızdan sonra parayı alamayınca bu kez kolumdaki saate, su kabıma sulanıyor. Tavrımı sertleştirip 500 Tümeni vererek dağa vuracakken, barınağa giden toprak yolu düzeltme işinden dönen bir dozer olmadık bir şekilde yukarıdan yanımıza yaklaşıyor. Dozerin operatörü ve yanındaki müteahhit kılıklı uzun boylu adamın yaklaştığını görünce Moktedr yeniden güç kazanıyor ve gözleri parlamaya başlıyor. Köylülerine, yurttaşlarına durumu heyecanla ağzından tükürükler savurarak anlatıyor; operatörün yanındaki uzun boylu adam ona farsça doları almasını ve para üstünü vermesini söylüyor ama Moktedir ona niyetinin bu olmadığı anlaşılıyor.
Teke tek’ten birden deplasmanda bire karşı üçe düşen konumum çok iştah açıcı görünüyor olmalı ki bu kez daha güçlü yüklenmeye başlıyor. Bana birlikte Reinah’a gidip burada parayı bozdurmayı teklif ediyor. Son sıyrılma girişimim ertesinde benden bu kez pasaportumu isteyip ‘polis’ olduğunu hatırlatmaya çalışıyor. Bu sonradan sahneye girenler olmasa bu allahsız sakallı polis memuru Moktedir’in ağzına sokuşturacağım 10 USD ile canlı canlı volkanik toprağa gömüp tepesine de bir gelincik dikeceğim ama konjonktür buna pek uygun görünmüyor. Hem buraya dağa çıkmaya geldim değil mi? Tekrar arabaya binip hızla Reinah’a gidiyoruz. Askeri birliğin orada amcam kapıdaki nöbetçiye kalksonuyla selam veriyor (ayy çok korktum...). Saat 14:30 civarı ve kasabadaki her yer kapalı. Tek açık dükkan yok. Doğrudan Dağcılık Federasyonunun binasına gidiyoruz ama orada da kimse yok. On dakika bekledikten sonra neyse ki sevimli tavırlarıyla görevli Ahmad Faramarzpour çıkageliyor. Şoförün anlattıkları ertesinde bana istediği fiyatın makul olduğunu söylüyor. Adamcağız taksiyle Tahran’dan geldiğimizi sanmış. Ona iki üç kilometre ancak gittiğimizi anlatıyorum. Tekrar şoförle bir şeyler tartışıyor ama bir türlü sakallıyı ikna edemiyor. Sonuçta on doları o bozmayı öneriyor. İran’da 1 USD yaklaşık 1 000 Tümene eşit (980’li küsüratlar...). Yardımsever dağ rehberi Ahmad bizim parayı 800’den bozuyor ve bana 8000 Tümen iade ediyor. Ben bunun 3000’ini şoföre verecek iken şoför bu kez Reinah’a gidip geldiğimiz için benden paranın hepsini istiyor. ‘Senin Allah belanı versin’ deyip ard arda küfürler savuruyorum. Saat bir hayli geç oldu bu kez yukarıya yetişemeyeceğim, şoföre tamam diyorum ve yola koyuluyoruz. Allahsız Moktedir bana eliyle saatini göstererek ‘namaz saatini kaçırdım’ diyor. ‘Senin dinini, namazını... Pis soyguncu...’ deyip apdestimi bozunca aracı geri çevirip polis karakoluna yöneliyor. ‘Yukarıda Allah var...’ ile başlayıp içerisinde bol Tanrı sözcüğü geçen daha dini içerikli cümleler kuruyorum. Vazgeçip yeniden yukarıya yöneliyoruz. Hızla Gusvensara’ya giden toprak yolun başlangıcının bulunduğu 2500 metredeki lehvanın önüne geliyoruz. Ön koltuğa bir 5000 Tümen atıp arkama dönmeden hızla yola koyuluyorum.
Artık doğayla başbaşayım: Demavend’in zirvesi bulutlara gömülmüş. Yolu aynen izlemeyip kestirmeler yaparak yükselmeye başlıyorum. İşin kötüsü Gusvensara barınağa aşağıdan, bulunduğum noktadan hiç görülmüyor. Yeşil çimenler arasında kocaman kırmızı gelincikler görüyorum. Hiç bu kadar büyüğünü görmemiştim. Geçen yıl Yedigöl yaylada turuncu renkli bunların yarısı büyüklükte olanlarını görmüş ve defalarca fotoğrafını çekmiştim ama buradakiler çok daha büyük ve güzel. Ben yukarıya doğru yükselirken Demavend’in zirvesinden kopan bir bulut gökgürültüsü eşliğinde yamaçlara yağış bırakmaya yelteniyor. Neyse ki yeni esmeye başlayan rüzgârın etkisiyle bulunduğum kesime çok yağmur damlası düşmüyor. Gelincikleri izleye izleye iki buçuk saatte yaklaşık beş kilometre ötedeki Gusvensaraya’ya varıyorum. Barınağa ancak son tepeyi aştığımda görüyorum. Toprak yol olmasa yönümü bulmakta biraz zorlanacağım. Mescidin altın sarısı kubbesini görünce rahatlıyorum. Yol oyunca hiç su kaynağı yoktu ve nihayet burada içecek su bulmayı ümit ediyorum. Mescidin yanındaki küçük binada İran Dağcılık Federasyonuna ait Kürt kökenli üç arkadaş ile tanışıyorum. Bana çay ikram ediyorlar. Görevlilerden biri birinci ve ikinci barınak arasında lojistik ve katır nakliyesinden sorumlu. Bir diğeri ‘Bargah-ı Sevom’ adı verilen 4100 metredeki ikinci barınağın sorumlusu. Genç olanları ise Gusvensara’dan sorumlu. Hepsinde de gerektiğinde Reinah ile temas kurabilecek yetenekte telsiz mevcut. Bana içecek su olmadığını istersem 500 Tümen karşılığı 1,5 litrelik pet şişe satın alabileceğimi söylüyorlar. Aynı durum 4100 metrede de söz konusuymuş. Bu kış olağanüstü derecede kar yağdığı ve bu yağan karlar henüz erimeye başlamadığı için böyle bir su sorunu ortaya çıkmış. Genç görevli federasyonun antetli kağıdığından dağa çıkış için 50 USD ödemem gerektiğini anlatmaya çalışıyor bana. Hemen ödemeyi yapıp karşılığında sinema bileti gibi bir şey alıyorum. Bunun delikli ikinci bir parçasını Bargah-ı Sevom’da koparacaklarmış. Eğer barınaklarda kalmak istiyorsam ayrıca bir 5 USD daha ödemem gerekecekmiş. Ben bu garip tarifeler karşısında ‘ben dışarıda kalacağım’ diyorum. Ne de olsa çadırım var. Kardeş ülke filan diyoruz ama biz bu adamlara Ağrı Dağı’nda diplomatik karşılıklık esasına göre aynı uygulamaları yapmalıyız diye düşünüyorum. Görevliler bana bu mevsimde alışılagelmişin dışında dağın çok tenha olduğunu anlatıyorlar. Ancak hafta sonları bir iki İran’lı geliyormuş. Ancak Temmuz ortasından itibaren buraların insanla dolacağını söylüyorlar. Üç hafta önceki kazada zirvede yaşamını kaybeden üç İran’lı dağcı ile ilgili bildiklerini anlatıyorlar. Dört kişilermiş, tecrübesizlermiş, içlerinden biri bayanmış, yukarıda hava aniden bozunca yollarını yitirip panik yapmışlar ve ancak içlerinden biri aşağıya inmiş diğerleri soğuktan donarak ölmüş. Yaşanmışlıklara ilişkin bu ‘deforme’ anlatımların ayrıntısına çok da takılmadan iki bardak çayımı içtikten sonra çat pat İngilizce ve yarı Türkçe anlaştığım Kürt arkadaşların yanından bir şişe su alarak ayrılıp, barınağın 500 metre yukarısında gözüme kestirdiğim yeşil düzlüğe yerleşiyorum. 3000 metrede yorgunluğumu tam olarak üzerimden atamadığım güzel bir uyku çekiyorum.
Sabah 06:00 dolaylarında çadırımı toparlayıp, on dakika önce hemen arka taraftaki patikadan yukarıya yönelen dört kişilik dağcı grubunun arkasından yola koyuluyorum. Hedef uzaktan bir sırtın üstünde karaltı şeklinde görünüyor. Görünen Bargah-ı Sevom’da geçen yaz yeni yapılan büyük taş bina. Yaklaşık bir beş kilometrelik yol var ancak yavaş yavaş artan eğimin etkisiyle sık sık ara vermek zorunda kalıyorum. Yolda İran’lı grubu yakalıyorum ve fırsat buldukça sohbet ediyoruz. Üçü Kürt, bir tanesi ise Tebriz’li Azeri kökenli. Bana büyük saygı ve ilgi gösteriyorlar. Yürürken en başa lider konumuna alsalar da bir süre sonra onların hızını kesmemek için ısrarla beni geçmelerini istiyor ve soluklanarak arkadan gelmeyi tercih ediyorum. Bargah-ı Sevom’u uzun bir süre gözden yitirdikten sonra son beş yüz metrelik kısımda barınak yeniden ortaya çıkıyor. Dağın zirvesi bugün de kapalı; ve biz dört bin’lere yaklaştıkça hava soğumaya, güneş ise gölgelerin ardına daha sık gizlenmeye başlıyor. Son kısımlarda kar kümeleri artıyor ama henüz mataramı dolduracak düzeyde akan bir suyla karşılaşamıyorum. Son dik rampada irtifanın da etkisiyle bir hayli yavaşlıyorum. Bargah-ı Sevom’un oturduğu sırt tamamen karla kaplı. Ancak kayaların üstündeki karlar erimiş. Sırtın alt kısmında kalan ve iki adet silindirik ruzgâr barınağının bulunduğu bölge yerine, geçen yıl malzemeleri helikopterle taşınarak yapılmış iki katlı taş barınağın batısındaki üç metre genişliğindeki dar ama zemininde kar bulunmayan alana çadırımı kuruyorum. Kazıkları çakacak yer yok, mecburen üst tenteyi iple sette taşları tutmak için kullanılan çelik ağlardan yararlanarak gerdiriyorum. Bir şeyler atıştırıp üstüme içlikleri ve montumu giydikten sonra İran’lıların yanına barınağa gidiyorum. Ali uyanık ve dağa aklimatizasyon çıkışı yapmak üzere hazırlanıyor. Ben çadırla uğraşırken arkamızdan iki tane Avustralyalı dağcı gelmiş. Onlarla İngilizce anlaşmaya çalışıyorum. İki haftadır bölgede olduklarını ve dağa çıkmak için uygun havayı beklediklerini anlatıyorlar bana. Aşağıda Reinah’ın oradaki kaplıcalarda oyalanmışlar. İki hafta önce Gusvensara’nın da karlar altında olduğunu söylüyorlar. Bu yıl gerçekten olağan dışı bir iklim yaşanıyor bölgede (benim şansıma). Barınağın içerisindeki yemekhanede hava sıcaklığı dışarıdan daha düşük, ağzımızdan su buharları çıkıyor. İçtiğimiz çay da içimizi ısıtmıyor. Görevlinin henüz yukarıya çıkmamış olmasından yararlanıp bidonlarla taşınan içme suyundan pet şişe ve mataramı dolduruyorum. Bargah’ta su için yukarıdan, kar buz yığınlarının olduğu bölgeden su boruları döşenmiş ancak bulutların etkisiyle erime olmadığı için bugün hiçbir şekilde su akmıyor.Ali yanına küçük el telsizi ve düdüğünü alıp batonlarının yardımıyla bulutun içerisine girerek hızla gözden kayboluyor. Gitmeden bize iki saat içerisinde geri dönmezse şu an odalarında uyumakta olan arkadaşlarını uyandırıp haberdar etmemizi istiyor. Ben hızla soğuyan havanın da etkisiyle çadıra dönüp uyku tulumunun içerisine dalıyorum. Bugüne kadar en çok 4050 metre yüksekliğe Süphan Dağı’nda tırmanmıştım. Ancak ilk kez bu yüksekliğin biraz üzerinde 4100 metrede kamp kuracağım. Başım ağrımasa da üzerimde yol yorgunluğunun da etkisiyle feci bir ağırlık var. Nabzımda çok hızlı atıyor (100 civarında). Her üç soluğumdan birinde derin nefes almak zorunda kalıyorum. Çorba içip soğanla bir güzel karnımı doyuruyorum. Üstüne de çayımı içip sıvı alımını sürdürüyorum. Kısmen ısınmayı başarsam da gözüme hiç uyku girmiyor. Çadırın dış tentesine tıkır tıkır bir şeyler vuruyor. Kafamı dışarıyor uzattığımda kar yağışının başladığını anlıyorum. Bir süre sonra Ali’nin bize verdiği 2 saatin dolduğunu fark ediyorum. Zaten içeride uyumakta olan arkadaşlarından biri de onu merak edip benim çadırın bulunduğu bölgeye gelmiş. Israrlı ve sürekli anonslarına hiç yanıt gelmiyor. Yukarıya bakıyoruz ancak yoğun bulutun içerisinden hareketli herhangi bir gölge seçemiyoruz. Yarım saat kadar uğraştıktan sonra tam aşağıdaki federasyon yetkililerine durumu haber verip yukarıya ayak izlerinden hareket ederek bir araştırma ekibi göndermeyi tartışırken Ali’nin telsizde cızırdayan sesi sözümüzü bölüyor. Bir süre sonra da yukarıda yoğun bulutun içinden bir gölge yavaş yavaş aşağıya doğru inmeye başlıyor.
Ali batak karda vıcık vıcık olmuş ayakkabısını ve çoraplarını kurutmaya çalışırken bizde diğer arkadaşlarla barınağın içerisinde çayımızı yudumluyoruz. Arkadaşlardan biri müzisyen, düğünlerde ve kutlamalarda org çalıyor. Ebru Gündeş’e aşık. Ben onu bu tutkusundan vaz geçirmeye çalışırken diğer arkadaşları onunla dalga geçiyor. Yarın sabah 05:00 civarında birlikte çıkmak üzere sözleşiyor ve ben çadırıma uyumaya gidiyorum.
Hava buz gibi; ama uykuya dalamamamın nedeni soğuk değil irtifa ve yorgunluk. Derin nefes ve hızlı nabız durumu devam ediyor. On dakika olsun uyuyamadan sabahı ediyorum. Bizim İran’lılar çadırın arkasından kar/buz üzerindeki izlerin oluşturduğu patikaya girmeden önce bana sesleniyorlar ama hareket edecek halim yok. Dışarıya çıkıp gece hiç uyuyamadığımı anlatıyorum ve bensiz devam etmelerini istiyorum. Onlar gittikten sonra da çadıra girip bir şeyler atıştırıyorum. Bir saat sonra sıcacık güneş çadırımı aydınlatıp içeriyi ısıtıveriyor. Güneşin enerjisiyle dayanamayıp küçük çantamı hazırlayıp dışarıya atıyorum kendimi. Dağın zirvesinde hiç bulut yok. Ancak kükürt salınan yerden çıkan zayıf bir kükürt dumanı toplanmaya fırsat bulamadan rüzgârın etkisiyle dağılıp gidiveriyor. Belirgin izleri takip ederek kar üzerinden yukarıya çıkmaya başlıyorum. Rota yaklaşık beş yüz metre sonra %35’ler oranında bir hayli dikleşiyor ve genelde kar çok batak olmasa da kimi yerlerde diz boyu batarak zorlukla ilerliyorum. Yukarıda bizim İran’lıları çok net görebiliyorum. Halbuki aramızda bir buçuk saat fark var. Eğim çok fazla olduğu için çok da uzağa gidememişler. Saat ona doğru adımlarımın hızı bir hayli düşüyor, yoruluyorum ve sık sık soluklanmak üzere mola veriyorum. Güneş olmasına rağmen hava henüz soğuk ve balaklava ve eldivenlerimi çıkarma ihityacı duymuyorum. Beş bin metreye yakın bir noktada İran’lı gruptan ayrılıp, dik eğimde ayaklarıyla kontroolü bir şekilde aşağıya kayarak dönen arkadaşlarla karşılaşıyorum. Bana kötü havanın geldiğini ve bu yüzden geri döndüklerini, aynı şekilde diğerlerinin de dönüş yolunda olduklarını anlatıyor. Bulunduğumuz nokta güneş altında, ama dağın zirvesi yavaş yavaş bulutla kapanmaya başlıyor. Benim de devam etmememi, gerekirse yarın bir kez daha denememi istiyorlar. Zaten adım atacak halim yok, dedikleri gibi yapıp yavaş yavaş çıktığım yerden aşağıya iniyorum. Dik eğimde dengemi kaybetmemek için topuklarımı kara saplayarak ve geniş adımlar atarak yürüyorum. İki saat sonra çadırın yanına geldiğimde, tozluksuz olduğumdan sırılsıklam olan çoraplarımı değiştirip uyku tulumuna süzülüyorum. Bir saat sonra zirveyi saran bulutlar bulunduğumuz yeri de kaplıyor ve yine yağmur ve kar karışımı bir yağış başlıyor. Tulumun içerisinde yarı baygın bir şekilde dinlendikten sonra saat 16:00 civarı nihayet güneş tekrar yüzünü gösteriyor. Sabahki İranlı ve Avustralyalılar çoktan geri dönmüş, yerlerine Avusturyalı orta yaşlı iki profesyonel dağcı gelmiş. Sığınağın batıya bakan yüzünde yitmekte olan güneş ışınlarından yararlanmaya çalışıyorlar. Ben de ayakabılarımı iyice kurutmak ve su almak üzere dışarıya çıkıyorum. Dağcılarla kısa bir sohbetin ardından sığınağın arkasındaki borudan çok ince de olsa su aktığını fark ediyorum. Hemen şişelerimi alıp sularımı dolduruyorum. Sabah bir posta kar suyu eriterek su elde ettiğim için suyu bu şekilde bulmak hoşuma gidiyor. Akşam yemeğimi yiyip erkenden tuluma süzülüyorum. Ama yine aynı nabız ve solunum problemini aşamaya devam ediyorum. Bu kez aralıklarla da toplamda bir iki saat uyumayı başarabiliyorum.
Sabahın erken saatlerinde çadırın eğreti bağlantılarını zorlayan rüzgârın soğuttuğu çadırda kahvaltımı edip çıkmaya hazırlanırken Avusturyalılar çadırın arkasından yol koyuluyorlar. 45 dakika sonra ben de arkalarından yola çıkıyorum. Bugün dağ daha da tenha. Avusturyalılar önümde ağır ağır ama istikrarlı bir şekilde yükseliyorlar. Rampayı dimdik çıkmak yerinde ayaklarındaki kramponların da yardımıyla yamacı zigzag yaparak hafif eğimle tırmanıyorlar. Güneş tepemizde olmasına karşın bugün rüzgâr çok olduğu için kar çok sert. Ben zaten adırın ardından hemen kara girmek yerine, barınağın oturduğu sırtın arkasından kayalık rotadan devam ederek tırmanmayı tercih ettim. Buradaki rota bayraklarla işaretlenmiş. Karda dimdik yükselmekten daha mantıklı. Sırtın doğu tarafında derin uçurumlar mevcut. Bu yüzden burayı açık havada kullanmakta yarar var; bulutun içinde bir iki metrelik bir sapmayla sırtın doğu yüzündeki derin kayalık uçuruma yuvarlanma tehlikesi çok yüksek.
Yükseldikçe rüzgârın şiddeti de arttı. Ellerimdeki uyduruk yün eldivenler pek işe yaramıyor ve üşümeye başladım. Balaklavanın üstünden taktığım uyduruk güneş gözlüğü burnumdan süzülen soluğumla sık sık buharla kaplanıyor. Bir süre sonra sinirlenip gözlüğü fırlatıyorum. Taşlık sırtın sonunda zorunlu olarak kar/buz üzerinden tırmanmaya devam ediyorum. Bu sert kar üzerinde neyse ki bu ayakkabılarım var. Yoksa ilerlemem mümkün olamazdı. Dik rampada bir yandan yukarıda cebelleşen Avusturyalıları izlemeye çalışırken bir yandan da soluklanıp devam etmeye çalışıyorum. Dağın zirvesi rüzgârın şiddetiyle hızla hareket eden bulutlarla kaplanmaya başladı yine. Ben 5 bin metreleri aşmış durumdayım. Rampanın sonunda eğimin azalmaya başladığı noktaya ulaşmama birkaç metre kalmışken Avustuyalıların bozan havanın etkisiyle geri döndüklerini görüyorum. Ben soluklanarak yoluma devam ederken dağın zirvesinde bembeyaz bulutlarla kaplanıveriyor ve Demavend’in doğusundan hızla gelen daha alçak gri bulutlar üstüme yöneliyor. Güneşi bulutların ardında yitirince esen rüzgârın soğuk etkisi daha da çok artıyor. Üşüyorum; yorgunum; uykusuzum; bulunduğum kesim birazdan tümden bulutun içerisine girecek... Geri dönüyorum. On dakika sonra Avusturyalılar da yirmi metre yanımdan asık suratlarla aşağıya iniyorlar. Ben bu kez kayalık sırttan değil doğrudan dik kar/buz rampadan iniyorum. Arasıra kara batıp dengemi kaybederek düştüğüm de oluyor ama bereket hemen toparlanıp tutunuveriyorum. Kendimi koyversem bu dik eğimde hızla aşağıya uçup yer yer karı delip yükselen kayalara çarpmam içten bile değil.
Bulutların içine girip kar ve dolu karışımı yağış altında bir saat daha yürüdükten sonra en sonunda barınağa varıyorum. Çadıra girip uku tulumunda içimi ısıtmaya çalışıyorum. Sonra yağışın duraksadığı bir aralıkta gücümü biriktirip hızla çadırımı toparlıyorum ve aşağıya inmee başlamadan önce su doldurmak istiyorum ama nafile, bugün yeterince güneş olmadığı için herhangi bir erime de olmamış. Yorgun argın ağır ve aksak adımlarla, bitmiş tükenmiş bir şekilde aşağıya inmeye başlıyorum.
Bu dağın da havasını soludum. Beş bin metrenin sınırını geçtim. Her ne kadar "yürüyerek" çıkılan bir dağ da olsa, dinlenip iyice beslenerek aklimatize olmadan ve 'yaz' koşullarında olunmasına rağmen kışa göre donanmadan Demavend'in zirvesine çıkılamayacağını anladım. Aslında yeniden 3 bin metreye inip, bir iki gün dinlenip uyuduktan sonra zirveyi zorlamak da var ama İstanbul'u terk ederken içerisinde bulunduğum ruh hâli yorgunlukla birleşince içim iyice karardı. Hastalıklar
acil servisler, yorgun ilişkiler, uzaklaşan çocuklar, karne zayıfları, ev, inşaat, taşınma, arazideki sıkıntılar filan derken iyice bunaldım.
Buraya yeniden zirvedeki donmuş beş keçiyi görmek ve illa ki zirveye çıktım diyebilmek için geri gelir miyim bilmiyorum. Belki daha az yorucu olması için bu kez uçakla gelirim.
Aşağıya inerken bol bol keçi sürüsüyle karşılaşıyorum. Sürüyü kollamakla görevli iri çoban köpekleri çok ilginç bir şekilde coğrafyalarındaki bu sıradışı 'dağcı' trafiğine alışmışlar. Bana havlamıyorlar bile. Yol boyunca beni kovalayan yağmur mescide yaklaşınca azalıyor. Gusvensara yine çok sessiz. Çadırımı aynı düzlüğe kurup iki gece aradan sonra nihayet uyuma olanağı buluyorum.
Sabah erkenden kalkıp geldiğim yoldan aşağıya iniyorum. Yolda karşılaştığım eski bir mercedes kamyon bana mescidi soruyor. Yarım yamalak tarif ediyorum. Yine iri gelinciklerin fotoğraflarını çekip anayola çıkıyorum. Gelip geçen damperli kamyonun dışında öyle yoğun bir trafik yok. Ancak yol Polur yönünde biraz rampa yukarı devam ediyor. İki kilometre dağa ot toplamaya çıkan sonra iki kürt kökenli vatandaşla karşılaşıyorum. Türkiye'den geldiğimi öğrenince çok samimi yaklaşıyorlar ve ceplerinden çıkardıkları kir pas içindeki giysileriyle hiç uyuşmayan son model cep telefonlarıyla hatıra fotoğrafımı çekiyorlar.
Demavend'in havasını son bir kez soluyorum, dev gelinciklerin kırmızısı içerisinde hapsolmuş arıların vızıltısında ortalığı aydınlatıp ısıtan güneşe tebessüm ediyorum, anne-babaya gülümser gibi. Moktedir'i çoktan unuttum bile.