Skip to main content

Rumkale'den Ehneş'e

Kasaba Köyünden Ayhan Ağabeyle anlaştık. Beni Rumkale’ye götürüp, bir saat sonra Rumkale’nin 4 km güneyindeki Kalemeydanı’na bırakacak.

Bir ‘yürüyen adam’ için, ada olmamasına karşın karadan ulaşımı olmayan bir yere gitmek biraz tuhaf bir girişim. Buraya gelmeden önce haritalardan ve internetten dikkatle baktım. Yarım ada şeklindeki sarp kayalarla çevrili tepelik bir alana doğal yapıdan da yararlanılarak inşa edilmiş kalenin karayla bağlantısı var.

 

Burayla ilgili güncellenmemiş kimi metinlerde Kamışlı, Kalemeydanı ve hatta Merzimen Çayının suyu alçaldığında Kasaba Köyünden dahi yürüyerek Rumkale’nin ana girişleri olan Fırat nehri üzerindeki doğu ve Merzimen Çayı üzerindeki batı kapılarına ulaşılabiliyor yazıyor. Ancak, bölgede derin ve sarp kayalık bir vadinin içinden akan Fırat Nehri üzerinde kurulan Birecik Barajıyla birlikte bölgenin coğrafyası yakın zamanda değişmiş. Bugün kale üç bir yanı Birecik Baraj Gölüyle çevrili bir yarımadayla çevrelenmiş durumda. Karayla tek bağlantısı olan güney yönündeki kayalıklar üzerinde ise 12nci yüzyılda yapıldığı söylenen 30 metre derinlikte ve 20 metre genişlikte, insan eliyle yapıldığına inanılamayacak kadar büyük bir hendek bulunmakta. Burayı Kasaba Köylüleri biz aştık filan deseler de, hendeğe inmek bir dert sonra öte tarafa tırmanmak ayrı bir dert. Sırt çantasıyla denenecek gibi değil. Belki düz kayaya bir iki sikke çakıp emniyet alarak aşılabilir. O da bu tarihi esere biraz saygısızlık olur herhalde... Sonuç olarak ulaşım için tek çare tekne! O da Yavuzeli’ne 25 km uzaklıktaki Kasaba Köyünden, Fırat Nehrinin öte yakasındaki Halfeti’den ya da yoğun turist ziyaretinin yaşandığı dönemlerde Nizip’in Birecik Barajı kıyısından Gaziantep Özel İdaresi’nin büyük tekneleriyle mümkün olabiliyor.

Komşu ilçelerin sahip çıkmaya çalıştığı Şitamrat, Kal-a Rhomayta, Hromklay, Ranculat, Kale-i Zerrin, Qal’at ar-Rum, Hromgla, Hromkle ya da Rumkale Gaziantep’in Yavuzeli ilçesi sınırları içerisinde, il merkezinden 62 km uzaklıkta yer almaktadır. Sarp kayalıklarla çevrili yüksek bir tepeye kurulu 120 m genişliğinde ve 200 metre uzunluğunda bir alanı kaplayan Kale iki beden hâlinde yapılmıştır. Kalenin kuzey, batı ve doğusundaki dik kayalıkların yontularak surların oluşturulmasıyla birinci beden; oluşturulan birinci bedenin üzerine kesme taşlarla sur duvarı örülerek ikinci beden gerçekleştirilmiştir. Sadece doğu ve kuzey suları üzerinde dikdörtgen şeklinde yedi adet burç inşa edilmiştir.

Ayhan yanına 13 yaşındaki oğullarından biri de alıyor ve 50 metre ötedeki kalenin doğu girişine yani Fırat kapısına doğru yola koyuluyoruz. Suyun içinden çıkan hayalet bir elektrik direğine bağlanmış su hortumu kaleye doğru yükseliyor. Rumkale’nin duvar gibi dimdik surlarının hangisinin insan eliyle hangisinin doğal yapı kullanılarak oluşturulduğunu anlamak mümkün olamıyor. Tam altından geçerken surlar boyunca ok fırlatmak için açılmış mazgal delikleri dikkat çekiyor. Plastik dubalar üzerine kurulmuş geniş iskelenin yanında, önünde söğüt ağaçları bulunan bakıcılara ait şirin bir ev dikkat çekiyor. Dik merdivenleri tırmanıp kaleye dikdörtgen biçiminde içte biri yuvarlak diğeri ise sivri kemerli nişli kule kapıdan giriş yapıyoruz.

Kalenin onarımını üstlenen yüklenici firmanın bu yılki çalışmaları henüz başlamamış ama malzeme çadırı ve önlem için çökme tehlikesinin bulunduğu çukurların kenarlarına koydukları güvenlik şeritleri duruyor.

Kalenin içerisinde girer girmez ilk dikkati çeken küçük evler ve yapılar 12-14ncü yüzyıllar arasında yapılmış. Girişin az ötesinde bulunan 8 metre çapında ve yaklaşık 70 metre genişliğinde su kuyusu, helezonik basamaklı yapısıyla çok dikkat çekici. Su temini için açılan kuyunun Fırat nehrinin seviyesine kadar indiği ve hatta buradan kaçış için açılan gizli bir geçit bulunduğu rivayet edilmektedir. Yarı yosun tutmuş ve rıhtları yok olmuş merdivenlerden kaymamaya özen göstererek aşağıya kadar iniyorum. Kuyunun kendisi olabilir ancak bugünkü hâliyle basamaklar sanki Fırat tabanına kadar inmiyor gibi görünüyor. Kuyunun içerisi pislik ve atık pet şişeleriyle dolmuş durumda.

Kuyudan çıktıktan sonra Merzimen çayı tarafına yani batıya doğru yönelip, derin uçurumun olduğu bir noktada oluşmuş bir göçükten geçerek surların içerisine giriyorum. Merzimen çayına bakan batı surlarındaki mazgal sayıları daha fazla. İçeriden iki kat şeklinde düzenlenmiş surların içinin büyük bir kısmı yıkıntı durumunda ancak onarılmış kısımlarda tavanlardaki taş işçiliği dikkat çekiyor. Mazgallardan bakınca suyun ve karşı yamaçtaki fıstık bahçelerin oluşturduğu çok güzel manzara kesitleri göze çarpıyor.

Rumkale’nin batı girişine ulaşmak için eskiden Merzimen çayı üzerinde kurulu bulunan bir taş köprüden geçiliyormuş. Bugün bu köprünün sadece kısmen ayakları görünmekte. Batı girişi yolu üzerinde, kademeli olarak yaklaşık yirmişer metre aralıklarla dört tane dikdörtgen, kare ya da yarım daire biçimli kule biçiminde kapı yapılarak savunma etkisi arttırılmış. Batı kapılarını ve manzarayı izledikten sonra gezime devam edip kalenin kuzeyinde yer alan Barşavma Manastırına varıyorum. 13ncü yüzyılda Yakubi azizi Barşavma tarafından inşa ettirilmiş. Kemerlerde ve tavan örtü sisteminde kullanılan tuğla görünümlü kesme taş işçiliği dikkat çekici.

Bu kez kuzey tarafta yer alan ve 1173 yılında yaptırılan Şair Aziz Nerses Kilisesinin olduğu yere geliyorum. Kilise islami dönemde cami olarak kullanılmış. Daha sonra kalenin güneyinde en yüksek noktadan elle açılmış bulunan 30 metre yükseklik ve 20 metre genişliğindeki devasa hendeğe tepeden bakıyorum. Yarımadanın devamındaki kayalıklar bir şekilde aşılsa bile hendeğe inmek ve buradan kaleye çıkmak teknik alet kullanmadan olanaksız gibi.

Rumkale ve çevresiyle ilgili ilk bilgilere, Asur kralı III.Salmanazar’ın MÖ 855’te ele geçirdiği Şitamrat adı verilen yerleşimde rastlamaktayız. Fırat havzasının geneline yakın bölümünde olduğu gibi burası da Med, Pers, Hellenistik ve Roma dönemlerinde yerleşim yeri olarak kullanılmış.

İsa’nın havarilerinden Yuhanna’nın Roma devrinde burada kayaya oyduğu bir barınakta incilin nüshalarını elle çoğalttığı rivayet edilir. 1113 yılında III.Grigoris Rumkale’yi satın alarak başpiskoposluk makamını buraya taşımış. 13ncü yüzyılda Rumkale’de birçok Yakubi’nin olması nedeniyle Yakubi Patriği II.Ignace burada bir kilise yaptırarak kaleye patriklik makamını bahşetmiş. 1292 yılında Memluklu Hükümdarı Melik el-Eşref Rumkale’yi fethetmiş. Bu dönemde onarım gören kale Kal’at el Müslimin adıyla anılmış. 1516 yılında Osmanlıların eline geçen kale Fırat kıyısındaki yerleşimiyle birlikte Halep Eyaletinin Birecik Sancağına bağlı bir kaza hâline getirilmiş.

Kamışlı Köyünden buraya teleferik kurulacakmış; kalenin içerisine en yüksek noktaya turistik dinlenme tesisi yapılacakmış. Rumkale pek yakında star olacak. Yurdumuzdaki kimi uygulamaları görünce bazı yerler ‘onarılmasa’ ve şüpheli turistik yatırım planları kapsamına alınmasa acaba daha mı iyi olacak diye sormadan edemiyor insan?

Biz yeniden teknemize bindik ve gürültülü bir şekilde güneye doğru yol almaya başladık bile. Rumkale’nin kuzeyinde yine Fırat Nehri havzasında çok da uzak olmayan Savaşan Köyü’nü uzaktan görüyoruz. Gözüm sürekli uzakta ve karşı yakada bulunan Xelil ve Fate’nin kavuşamadıkları Xel u Fate yani Halfeti’de. Suların içinden yükselen minare manzarası aklıma takılmış bir kere.

Kaptan Ayhan’ın anlattığına göre Birecik Barajı inşa edilmeden önce Fırat’ın iki yakası boyunca milyonlarca fıstıkağacı bulunuyormuş. İnsanlar Nizip’e Fırat Nehri boyunca fıstıkağacı bahçelerinin altından geçen patikalardan yürüyerek kolayca ulaşıyorlarmış.

Bu arada Antepfıstığına niye aynı anda Şamfıstığı dediğimizi de öğrenmiş oldum. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Rumkale ve çevresi fıstık yetiştiriciliğinde merkez hâline gelmiş. Rumkale ve çevresine o dönemlerde Şam Bölgesi denilmekteymiş. Şam fıstığı deyimi oradan geliyor. Yoksa Suriye’nin Şam bölgesinde özellikle bir fıstık üretimi söz konusu olmamış.

Birecik Baraj Gölünün batı kıyısını boylayarak yarım saat sonra Kalemeydanına varıyoruz. Burada iskele bulunmadığı için, suyun içerisine gizlenmiş ölü ağaç dallarına takılmamaya özen göstererek sığ bir yere yanaşıyoruz. Kalemeydanı’ndak bulunan tek evde yaşayan beyaz saçlı ‘garip filozof’ tipli ağabeyimiz ve misafirleri karşılıyor bizi. Hepsinin kafası iyi. Beni de muhabbete davet ediyorlar. Ayhan ve oğluyla vedalaşıp yola devam ediyorum.

Fıstık bahçeleri arasından tırmanarak 3 kilometrelik zorlu bir yürüyüşün ardından, baraj gölü kıyısını terk edip iç taraftaki Kamışlı Köyü’ne varıyorum. Suların altında kalan eski Kamışlı Köyünün ayakta kalan tek tük evlerini yukarıdan seçebiliyorum. Yol üstünde, kayalık arazide bulduğu küçük toprak alanlara diktiği filiz vermiş fıstıkağaçlarının yakın çevresini atıyla sürmekte olan bir köylüyle sohbet ediyoruz. Filizler zarar görmesin diye üzerilerini çepeçevre taşla kapatmış.

Kamışlı Köyü’nün orta yerine girmeden kıyıdaki evlerin birinin bahçesinde karşılaştığım arkadaşa Ehneş için yol soruyorum. Köyün karşısında, güney yamacına doğru yönelen toprak yolu izlememi öneriyor. Yolun beni bir süre sonra bir vadiye götüreceğini bu vadinin de göle açıldığı noktadan tekrar güneye doğru gidersem Ehneş’e varacağımı söylüyor.

Hava çok sıcak ve taşlık arazide zorlukla yükselebiliyorum. Bir kilometre sonra Baraj Gölüne nefis bir manzara sunan yaklaşık yüz elli metrelik dimdik bir uçurumun kıyısına varıyorum. Aşağıya bakınca suyla kayalıklar arasında kalan tek tük fıstıkağaçlarını görebiliyorum. Neyse ki yol sağdan daha güvenli bir şekilde devam ediyor ve beş yüz metre sonra bir vadinin hafif eğiminin başlangıcında yok oluyor. Meşe ve fıstık ağaçları arasından patika kovalayarak vadi tabanına inmeye çalışıyorum. Kamışlı’dan yaklaşık 6 kilometre sonra dere yatağı tabanına varıyorum. Merzimen kadar olmasa da dere burada da kısmen bir kanyon oluşturmuş. Dümdüz taşların olduğu bir noktada bir su kaynağı buluyorum. Taşların içerisinden mis gibi bir su fışkırıyor. Derenin ismini soracak kimse bulamıyorum ancak buraya internette Serkiz dendiğini daha sonradan öğreniyorum. Doğrulama imkanı bulamadım. Burada eskiden bir su değirmeni olduğu da söyleniyor.

Su kaynağının arkasından yeniden bir patika bulup baraj gölüne doğru yani doğuya yöneliyorum. Patika bir kilometre sonra göle yaklaştığım noktada yine sürülmüş ve bakımlı fıstıkağacı bahçelerinin içinde kayboluyor. Su kaynağından 3 kilometre sonra Ermenilerin Ehneş’ine, bizim Gümüşgün’ümüze varıyorum. Ehneş’e varmadan önce, göl suyu seviyesinin yaklaşık elli metre yükseğinden geçen yol üstünde sağ tarafta yani yamaçta antik dönemden kalma kireç taşı ocakları dikkat çekici. Roma Devrinde bölgedeki Scythica Lejyonu'nun taş ihtiyacını karşılayan ocaklardan çıkan taşlar çevredeki birçok yapıda ve özellikle de Zeugma'daki yazlık evlerin yapımında kullanılmış. Yamaçtaki kaya birçok noktadan dümdüz kesilmiş. Kimi yerlerde yarım kalmış küçük lahitlere benzer kabartmalar da yer alıyor. Ehneşin yüksek kesimlerindeki tepelerde bugün ağıl ya da depo olarak kullanılan birçok mağara yer alıyor. Köyün kuzeyden girişinde yer alan iki tane büyük Ermeni konağının kalıntıları kaderlerine terk edilmiş. Birçok ev baraj gölünün suları altında kalmış. Köyün güney çıkışında dere yatağının üst tarafında yer alan bir kilise kalıntısı da dikkat çekici.

Köyde konuştuğum iki kişi, köyün karşısında göl kenarındaki düzlüğü bana göstererek buraya çadır kurabileceğimi söylüyorlar. Ben gücümü zorlayıp iki kilometre kadar daha devam ederek su kenarındaki bir fıstık bahçesinin altına çadırımı kuruyorum. Gaziantep’te bu mevsimde görülmemiş bir kötü hava kütlesinin etkisiyle gökgürültüsü, şimşek, sağanak yağmur ve hatta bir sonraki gün boyu yağan sulu kar altında tam 35 saat boyunca çadırımda mahsur kalacağımdan habersiz bir şekilde...