Skip to main content

Belgrad Ormanı ve 7 Bentler

Bayramda kurban eti kokularından ve şık giysilere örtünmiş riyakâr-yapmacıklı akraba karşılaşmalarından kaçıp, ormana sığınmaya karar verdik. Öyle uzun uzadıya faaliyet planlaması filan yapmadan, bakkala gider gibi yola çıkıyoruz.

Aslında aklımda İstanbul’a elektrik üretiminde kullanılmak üzere denizyoluyla getirilen kömürü taşımak için 1914’te yapımına başlanan 62 kilometre uzunluğunda  ve Silahtarağa’dan başlayıp Ağaçlı’da biten demiryolu boyunca yürümek var. Kayıp demiryolu olarak da anılan hattın büyük bir bölümünün bugün ayakta olmadığını biliyorum. Ayrıntılı haritanın bulunduğu Kağıthane Belediyesi’ne ait kitabı da aramama rağmen bulamadım. Dolayısıyla bu işi bir başka zamana bırakmakta yarar var.

 Hava sıcaklığı 10 derecenin altında, oldukça soğuk ve daha da düşecek; akşama sağanak yağış ve ardından da kar yağışı bekleniyor. Olsun; ölüm yok ya ucunda, giyim-kuşamımız sağlam, dağ koşullarına uygun.

Aralık ayının ortasındayız; ince uzun gövdeli meşelerde hiç yaprak kalmamış olmasına rağmen, oldukça sıcak geçen bir sonbaharın ardından açık yeşilden kahverenginin değişik tonlarına renklenen tek tük yapraklar, kimi gürgen ve kayınların dallarında hâlâ asılı kalabilmiş.



Kömür ve egzos dumanına batmış kentin akciğerleri sayılan Belgrad Ormanlarında, yedi tane küçük gölün oluşumuna neden olan bentlerin varlığını hepimiz az çok duymuşsunuzdur. Bolu’ya kadar gitmeye gerek kalmadan kentin yanıbaşında ormanın bağrına gizlenmiş muhteşem manzaları yedi tane göl ! İşin ilginci biz, hiçbir belgede adı geçmeyen, bir tane adsız sekizinciyle de karşılaştığımızı da sandık bir ara. Ama meğerse daire çizip aynı yere geri dönmüşüz…

Bayram muhabbetine İ.E.T.T. seferleri düzensizleşince, Murat ile Beşiktaş’ta buluşmamız ve Bahçeköy aracına binmemiz biraz zaman alıyor. Yürüyüşe son duraktan, yani Bahçeköy merkezinden başlıyoruz. Hava kapalı ve soğuk, ama yağışsız. Köyün ara sokaklarından kuzey yönünde ilerleyip ormana dalıyoruz. Naylon poşetlerle ve çöplerle dolu küçük dereboyunda ilerledikten sonra suyu aşıp patikadan rampa yukarı çıkarak ilk hedefimiz olan Topuzlubent’e varıyoruz.

Bentler İstanbul’a su getirmek için oluşturan Kırkçeşme Suları ve Taksim Suyu tesislerinin bir parçası. Bu konuda çok açık bilgiler olmamakla birlikte bentlerin bir kısmının su iletim ve taşıma sisteminde kullanılan su kemerlerinde olduğu gibi Bizans ve Roma döneminde de inşa edilmiş olabileceği, bir kısmının ise bunların geliştirilmesi, yeniden inşası ya da restorasyonu yoluyla Osmanlı Döneminde elden geçirildiği açıktır. Nitekim Büyük bentin bulunduğu yerde, 4 ncü yüzyılda inşa edilmiş bir Roma barajının bulunduğu rivayet edilmektedir. Kırkçeşme Sularının altyapısının Bizans döneminde atıldığını biliyoruz. Fetihle birlikte Fatih Sultan Mehmet ve ardından gelen padişahların katkılarıyla İstanbul’un su sistemi biraz daha geliştirilmiş.


 

Bentler, mimari yapılarına göre, düz duvarlı (Karanlık Bent, Büyük Bent, Kirazlı Bent), dirsek duvarlı (Topuzlu Bent, Ayvat Benti, Valide Benti) ve kavis duvarlı olmak üzere üç farklı tipte inşa edilmişler.

Topuzlubent Bahçeköy’e kuşbakışı 500-600 metre, yürüyerek bir kilometre uzaklıkta Topuz deresi üzerinde inşa edilmiş. Adını bendin üzerinde, ortadaki kitabenin iki yanında yer alan mahfellerin (seyirlik teras) dört köşesinde yer alan ve ucunda 25 cm çapındaki topuzlar bulunan mermer sütunlardan alıyor. Topuzlubente I.Mahmut Benti, Viran Bent ya da Su Benti de denilmektedir. Bentlerin bakımı ve idaresi İSKİ kurumuna ait ve bu mekanlar ziyaretçiler için tehlike oluşturmaması için demir parmaklıklarla çevrilmiş. Biz bu anlayışlı yaklaşımdan duygulanıp tehlikesiz bir şekilde demirlere tutunarak kendi çapımızda dağcılık yapıyor ve mermer bendin üstüne çıkarak bu güzel tarihi yapıyla temas edip yakından inceliyoruz. Buradan çok güzel bir göl manzarası var. İri mermer parçalarından oluşan bendin üstünden karşı tarafa gidip geliyoruz.


Buradaki işimizi tamamladıktan sonra geldiğimiz patikayı kuzey, kuzey-batı yönünde izleyerek yamaçtan giden ve içi sırlı künklerden oluşan su boru hattına ait beton havalandırmaların bulunduğu yoldan 1 kilometre kadar ilerliyoruz. Yol ikiye ayrılan geniş bir vadi tabanına varıyor: Arabacı Mandırası vadisi. Burası İkizbentler de denilen Valide Benti ve Yeni Bentin kesiştiği yer. Mesire yeri olarak düzenlenen bu yerde kapısında Sular İdaresi yazan, kümesi, horozları tavukları bulunan İSKİ’ye ait bir lojman bulunuyor. Ama ne bir bekçi ne de bir görevli görüyoruz ortalıkta.

Önce vadinin sağında yani kuzeyinde, derenin doğu kolu üzerinde bulunan Valide Bendine gidiyoruz.  Bu bent de yapı itibariyle Topuzlubent’e çok benziyor. Buradan yamaçtan sırtı aşıp, birkaç yüz metre uzaklıktaki Arabacı Mandırası Deresi üzerinde kurulan Yeni Bent’e (II.Mahmut Benti, Bendi Cedid) ulaşıyoruz. Valide Benti bütün bentler içerisinde en son inşa edilen bent. Bentin üstündeki korkuluklar hâlâ sağlam duruyor ama ne hikmetse burada da diğer tüm bentlerde olduğu gibi, bizi ‘tehlikeden’ ve kültürel zenginliklerimize biraz daha yaklaşmaktan alıkoyan demir engelleri aşmak için engin dağcılık pratiklerimizi uygulamamız gerekiyor. Bendin ön tarafında, duvarın alt tarafında bulunan vana odasındaki ölçme sandığı üzerinde değişik çaplı 11 lüle bulunuyor. Lülelerin ağızları tahta tıkalarla açılıp kapatılarak istenilen oranda suyun bentten akması sağlanmakta. Odanın içi ve lüleler rahatlıkla dışarıdan görülebiliyor.

Taksim Suyu sistemini besleyen bentleri böylece tamamlamış oluyoruz. Şimdi sıra Kırkçeşme Suyu Bentlerinde. Bulunduğumuz yerden karşı tarafa bentin üzerinden yürüyerek geçip güney yönünde devam ediyoruz. Sırtları aşıp Neşet Suyu Mesire Yerine giden dar asfalt yola çıktıktan sonra yoldan 1,5 kilometre kadar yürüyerek Neşet Suyu Mesire Yeri girişinden toprak yola giriyoruz. Buralarda ne yazık ki bir Amerikan spor malzemesi markasının, hafta içi ayı gibi yiyip içip hafta sonları buraya cipleriyle köpekleriyle ve doğaya sürükledikleri iğrenç tavırlarıyla, iş-ekonomi-borsa dedikoduları eşliğinde kalori atmaya gelen çok saygın kentsoylularımızın kullandığı koşu parkurunu kırmızı logolarıyla bir reklam panayırına çevirdiğini görüyoruz. Dere tepe ağaç her bir yere kırmızı bir çentik gibi işaret atılmış. Bu toprak yolu bir kilometre kadar yürüsek, Kağıthane Dersine akan Topuz Deresi de denilen Belgrad Deresi üzerinde yapılmış olan Büyük Bent’e (Irmakkapı Benti) varmamız mümkün olacak ama bu benti daha önce çok defa gezdiğimiz ve buradaki eşofmanlı güneş gözlüklü kalabalığı görmek istemediğimiz için toprak yoldan kuzeye doğru kestirme yapıp Neşet Suyu Mesire Yerinden kuzey, kuze-batıya devam eden yola yeniden çıkıyoruz. Hava oldukça soğuk; yoldan nadiren bir iki araba ancak geçiyor.

Bir kilometre yürümeden yolun sağında yani kuzey, kuzey-doğu tarafından tahta okla ayrılan Karanlık Bente doğru sapıyoruz. Yolun solunda Orman Bakanlığına ait Yaban Hayvanları Üretme Sahası bulunuyor. Bu sahada koruma altında bulunan 200 tane geyiğin daha sonra beslenme ve bütçe sorunları nedeniyle Polonezköy ve hatta Çorum’da bulunan diğer koruma sahalarına zorunlu göç ettirildiklerini duymuştuk.



Bu ne biçim Çevre ve Orman idaresi ? Geyiği korumaya gelince bulunamayan bütçe için yetki yok, ama Bakan oğullarına bedava tersane arazisi tahsisi konusuna gelince bütün yollar yüz kızarmadan mübah sayılıyor. Zaten dikkat ederseniz ülkemizde nerede ‘koruma’ya ilişkin bir devlet örgütlenmesi varsa, ne hikmetse bu kurumların uygulaması öngörülen korumanın tam tersi yönde oluyor.


Karanlık Bente giden yol ile koruma alanının arasından bentten gelen suyun oluşturduğu cılız bir dere akmakta. Birkaç yüz metre sonra Karanlık Bente varıyoruz. Yolda Belgrad Ormanlarına girdiğimizden beri sık sık karşılaştığımız sahipsiz köpeklerden oluşan geniş bir sürüyle karşılaşıyoruz. Düşünmeden hareket etmeyi seven ve televizyondan gördükleri gavûr yaşamlarına özenmeyi çok seven insanlarmızın, bir kere evcil hayvana bakmanın gerektirdiği sorumluluklarla ve maliyetlerle karşılaşınca kolayca yaptıkları gibi, buradaki köpeklerin çoğu sahipleri tarafından ormana terk edilmiş. Özenmek ve düşünmeden hareket etmek çok kolay: ama hızlı tüketim ve hazır yiyecek çağında sevgi ve emek biraz zahmetli geliyor değil mi ? Binaların irtifasının yükseldiği kentte sevgiye harcayacak zaman bulamayan insanların sayısı arttıkça zamanla Belgrad Ormanlarında yabandomuzu, tilki, kurt, sansar nüfusunu aşan zenginlikte bir evcil köpek ‘fauna’sı oluşmuş. Bu köpeklerden biri, bize diğerlerinden biraz daha anlamlı bakıp peşimize takılıyor.



Hayır, bizi yemeyi düşünmüyor. Ona yiyecek filan verip kafasını dahi okşamadık ama nedense o gördüğü andan itibaren bu sırt çantalı gezginlere gönül bağlıyor.

Karanlık Bentin (Kömürcü Bent, Kurtkemeri, 2.Osman Bendi) kitabesi bulunmuyor. Osmanlı tarafından bölgede yapılan ilk bent olma özelliğini taşıyor. Bu Bent de Belgrad (Topuzlu Deresi) üzerinde inşa edilmiştir. Belgrad Deresi yoluyla 3 km kadar güneyinde bulunan Büyük Benti besliyor. Bentin yanından devam eden asfalt yolun Karadeniz sahilinde Kısırkaya Köyüne çıktığı söyleniyor. Denemedik. Bir başka zaman belki. Bentin üstüne çıkmadan kenardan birkaç fotoğraf çekip, yine geldiğimiz yoldan ana yola geri dönüyoruz. Buz gibi havada, soğuk tavırlarımıza karşın verdiği sınav dolayısıyla bundan sonra ‘Sadık’ olarak anılacak kahverengi renkli orman köpeği peşimizde. Ana yoldan devam edip yine kuzey-kuzeybatı yönünde rampa yukarı tırmanan yoldan, yaklaşık bir kilometre kadar devam ediyoruz. Bir mobil telefon vericisini geçtikten sonra, Geyik koruma alanının tel örgülerinin bittiği noktadan beş yüz metre yürüdükten sonra yoldan sıkılarak sağa doğru sapıp orman içine giriyoruz. Asfalt yoldan ilerlediğimiz için farketmeden bir hayli yükselmişiz. Aşağıda ormanlar arasında sisli ve puslu bir vadi var ama tabanda ne olduğu belirgin olarak görünmüyor. Bundan sonra hedefimiz Ayvad Benti. Aslında Büyük Bentin dışında Kirazlı Bent de var gezilecek ama konum itibarıyle Büyük Bentin de bir iki kilometre güney doğusunda bulunduğu için bu benti bize çok ters geleceği için bu sefer gezmeyeceğiz. Bentler iyi güzel de bizim asıl niyetimiz bir geceyi ormanın bağrında, bulabilirsek Ayvad göletinin kıyısında geçirip buradan Karadeniz sahiline Ağaçlıya ya da Kilyos’a çıkmak.


Bir kilometre kadar birbirine benzeyen ağaçların arasında kalmış bir sırttan ilerleyerek aşağıya vadi tabanına doğru iniyoruz. Burada gözümüze kestirdiğimiz toprak orman yoluna çıkıp önce sağa doğru biraz ilerleyip sonra da ana yoldaki işaret lehvasını görüp öyle emin olarak ilerleriz diye düşünerek geri dönüyoruz ve toprak yolun ana yola çıktığı noktayı hedefliyoruz. Ama işler umduğumuz gibi gitmiyor, sapak bir hayli uzakta iki, hatta üç kilometre kadar yürümemiz gerekiyor. Bir ara ağaçlarla çevrili yoldan içinde bayanlar bulunan bir ticari araç beliriyor. Yol sormak amacıyla el kaldırıyoruz; araç başta duracak gibi oluyor ama bayan sürücünün yanındaki başörtülü genç kızın uyarısıyla durmadan hızla yanımızdan geçip uzaklaşıyorlar. Şaşırıyoruz; ama daha sonra birbirimize ve çevreye bakınca onlara hak da vermiyor değiliz. Ana yola yaklaştığımız bir noktada araç, bu kez bizden çok daha karanlık ve şüpheli suratlı bir adamın yönetiminde dördüncü vitesle yanımızdan uzaklaşıp gidiyor. Bu kez adamın suratını görünce biz el kaldırmaya korkuyoruz. Yok şaka şaka; araç o kadar hızlı gelip geçiyor ki işaret etmeye olanak bulamıyoruz.


Ana yola vardığımızda acı sürpizle karşılaşıyoruz: tahta levada yer ismi bulunmuyor, kopmuş, kırılmış ya da kaçırılmış, sadece ‘mesire yeri’ yazısı kalmış. O da işimizi çok görmüyor. Yoldan da hiç araç geçmiyor; bir allahın kulu yok. Çok da düşünmeden ‘kaybolmanın’ keyfini daha da derinden yaşamak için aynı toprak yoldan gerisin geri yürüyoruz. Mantığımız burada bir mesire yeri olduğuna göre muhtemelen bir bent de vardır diyor bize. Bentle olmasa bile insanla karşılaşma ve yol sorma olasılığımız daha fazla. Sadık başta biraz şaşırıyor gibi yapsa da garip bir şekilde hiç sorgulamadan, bir an bile tereddüt etmeden ısrarla peşimizden geliyor. “Biz bu kadar yürümüşmüydük?” Bu kez bir türlü toprak yola indiğimiz noktaya ulaşamıyoruz. Geldiğimiz yol iki katına çıkmış gibi sanki. Sonra daha bu noktaya ulaşmadan başka bir özel aracın bize doğru yaklaştığını görüyoruz. Araç işaretimizle duruyor. Bira kokulu esmer tenli alkollu güleç bir surat, yolun Ayvad bentine çıktığını doğruluyor. Eyvallah. Ana yoldan itibaren yaklaşık 4 kilometre yürüdükten sonra nihayet ağaçlarla kaplı daracık bir vadide kurulu bulunan ve bizim bulunduğumuz güney tarafında tanıtım lehvası bulunmayan bakımsız ama doğayla daha bir içiçe olan bente ulaşıyoruz. Doğayla o kadar bütünleşmiş ki; bent duvarının altında yere serilen bir döşeğin üstündeki çiftin bizim gürültülerimizle şekil değiştiren devinimlerine çok da dikkat etmeden ve rahatsızlık verip rahatsız edilmemek için bu kez bendin fotoğraflarını çekmeden devam ediyoruz. Sadık da bizim gibi yapıp ‘hiç oralı’ olmuyor ve yolun sağından ilerliyor. Bendi geçip yüz metre kadar yürüdükten sonra, bu havalideki her bir dereye üşenmeden beton hayratlar yaptıran Şebinkarahisar’lı hayırseverlerin çeşmesinin yanından gözümüze kesirdiğimiz sırta doğru tırmanıyoruz. Ağaçlar arasında güzel ve küçük bir düzlük bulup Murat’ın ‘Husky’sini yaş yaprakların üstüne kuruyoruz.



Önümüz, sağımız solumuz çıplak meşe ağacı. Ormanın yüzde yetmiş beşini meşe ağaçları oluşturuyor. Çoğunlukla Saplı, Sapsız ve ve Macar meşesi olmak üzere üç meşe türü bulunuyor. Bunların dışında doğu kayını, adi gürgen ve nadiren de olsa Anadolu kestanesiyle karşılaşmak mümkün.


Yağmur hafiften çiselemeye başlıyor. Yemek sorumlusu ben olunca her zamanki gibi yine ‘en az’la yetinme yoluna gidiyoruz: sıcak mantar çorbası, ekmek ve Fransa’dan ithal gelmiş küçük bir kaz ciğeri ezmesi konservesi. İkimiz, hatta ertesi sabah konservede geri kalan kısmını verdiğimiz ve yerken ezme hamur boğazına yapıştığından az daha boğulacak gibi olan Sadık’ı da sayarsak üçümüz de bu ciğer ezmesinden ilk defa yiyeceğiz.




Çadırın içine girip yemeğimizi yiyoruz. Karnımız doyuyor. Sadık’ın payına şimdilik birkaç bisküvi düşüyor. Akşam çay içmemize karşın sohbet sonrası çok gecikmeden uyuyoruz: Temiz hava çarpması. Aşağıdan, taş duvarın bulunduğu noktadan gece boyunca motor ve insan sesleri geldikçe, bentin altında neler yaşandığı, yolda karşılaştığımız aracın neyin servisini yaptığı konuları uykumuzun ‘intro’ bölümünü süslüyor. Sabahın dördüne doğru yine aşağıdan ansızın çalan araç alarm sesi ve insan çığlıklarını duyunca ‘alem’in boyutlandığını ve şekil ve içerik değiştirdiğini anlıyoruz. Ama hava çok soğuk, belki 3-4 derece ve çadır tentesinde sağanak yağmurun patırtısı nedeniyle yeniden uykuya dalmak zor oluyor. Horlamadığı için Murat’ın da uyumadığını anlıyorum. Sabah sekiz’e doğru uyanıyorum. Kafamı dışarı uzattığımda Sadık’ın top biçiminde çadırın hemen yakınında uyuduğunu ve yanımızdan ayrılmadığını görüyorum.



İşin kötüsü Murat asıl şimdi horluyor, yani uyuyor. Saat onda ortalık sakinleşiyor, ikimiz de uyanıyoruz. Kahvaltıda Sadık’la birlikte geri kalan bisküviyi ve ekmeğimizi bitiriyoruz, ve hafif yağmaya devam eden yağmurun altında çadırı toplayıp yola koyuluyoruz. Yeniden Ayvat göletinin çevresinden giden asfalt yola çıkıp, göletin çevresinden önce biraz doğuya doğru daha sonra da göleti oluşturan Ayvat Deresinin bulunduğu kuzey yönüne doğru ilerliyoruz. Derenin yanısıra ilerleyen orman yolundan kuzey, kuzey batıya doğru yürümeye devam ediyoruz. Ağaç dallarına, dere tabanına yapışmış naylon poşetlerinden ve ‘insan’ atıklarından buranın da ormanın idaresi ve yönetimi altında bulunan bir ‘mesire’ yeri olduğunu anlıyoruz. Yazın buraları bir hayli kalabalık olmalı. Dere boyunda ilerlerken Sadık bir anda havlayarak yamaca doğru son hızla yükseliyor. Nereye gittiğini anlamaya çalışırken sağımızdaki sırtta, bizden yüz metre uzaklıkta küçük adımlarla uzaklaşan dişi bir geyik görüyoruz.

Yol, dere boyundan bir süre ilerledikten sonra sola doğru kıvrılıyor. Bu noktada yolu terk edip sağdan orman içine dalıp kuzeye yönelmek varken hazır yolun cazibesine yenik düşüyoruz. Islak orman içine dalarak şirin toprak yoldan hızlı yürümeyi tercih ediyoruz ama ağaçlara, geyiklere, yapraklara filan baka baka, batıdan güney batıya sonra güneye dolandığımızın farkına varmıyoruz. Hafif topallamaya başlayan Sadık de uyarmayınca iyice yolumuzdan sapıyoruz. Gerçi elimizde pusuladan başka harita, GPS filan da yok ve bölgeye ilk kez geliyoruz. Ayvat göletini terk ettiğimizden beri ne kadar yürüdüğümüzü ben tam olarak hatırlayamıyorum ama herhalde en az bir 6-7 kilometre kadar yürümüş olmalıyız. Tam bir daire çizdikten sonra nihayet yol boğazdan geçerek bir vadiye açılıyor. Aşağıda bir asfalt yol ve onun ardında yine bir gölet görünüyor. Bu kadar saptığımızı tam olarak anlayamadığımız için merakla ve hızla gölete ve sağ tarafındaki bentin tanıtım lehvasına yaklaşıyoruz. Bir de ne görelim ? Ayvat Benti ! O anda bir daire çizdiğimizi tam olarak anlayamıyoruz ve dün gece kaldığımız bentin Ayvat olmadığını düşünüyoruz. Halbuki Ayvat Bentinin karşı tarafına geçmiş bulunuyoruz. Buradan yoldan yine göletin dereyle buluştuğu noktaya benim sık sık yinelediğim “bu sabahki yola ne kadar da çok benziyor” sözlerim eşliğinde yürüyoruz. Ama yol bu kez  sola doğru kıvrıldığında yoldan ayrılıp orman içinden önümüzdeki elli metrelik tepeye tırmanıyoruz. Çalılıkların ardındaki sırtı boydan boya geçen bir başka toprak yolun bulunduğunu görüyoruz. Bu yolun soluna yani batısına sapıyoruz. Çok ümitlenmiştik ama deniz filan görünmüyor. Yoldaki lastik izleri yakında bir yerleşim olduğunu gösteriyor. Bir süre sonra büyük yaşlı meşelerin olduğu bir bölüme geliyoruz. Yolda yer yer oluşmuş geniş su birikintileri ve çamur bize biraz zaman kaybettiriyor.




Bir kilometre sonra yaklaşık yüz dönümlük çimenlik bir açıklığa, bir yaylaya varıyoruz. Buradan yol kuzey yerine hâlâ batıya dönmekte ısrar ettiğinden yoldan ayrılıp kuzeye yani sağa inen görece daha dar bir başka toprak yola sapıyoruz. Tam da bu yol ne güzel az çamurlu derken, ve hafifçe inişe geçmişken zemin iğrenç bir balçık çamurla kaplanıyor. Yapışkan çamura bata çıka ilerlerken, Sadık ileride bir canlı hareketliliğinin olduğunu haber veriyor bize. Ama geyik filan değil bu sefer. Başımıza bela olacak bu köpek. Yolun alt kısımlarından iri cüsseli köpek havlamaları ve manda sesleri geliyor. Başka seçenek yok, ilerleyeceğiz. Dönemeci döndüğümüzde yolumuzun üstünde dört kapkara renkli manda ve bir tane azman çoban kangal kırması bir dev bulunduğunu üzülerek görüyoruz. Tam da Murat’a sürüyle çoban köpeği arasına girmemek gerektiğini bilgiç tavırlarla aktarırken, yolun darlığından neredeyse mandaların ve köpeğin üstünden basarak geçmemiz gerekecek ! Ben Sadık’a uzaklaşması ve kangal’a yem olmaması için (en azından gözümüzün önünde) hayvani bir şekilde bağırıp sinirlenince mandaların yolun yan tarafındaki sık çalılıkların içine kaçıştığını fark ediyorum. Köpek havlamaya devam etse de, o da üzerine doğru kararlı adımlarla ilerleyen bağırıp çağıran delilerle gereksiz bir çatışmaya girişmekten kaçınıyor. Elimde kalın bir sopa var ama köpek istese onu kürdan yapıp fırlatır atar. Murat on metre ardımdan sessizce geliyor. Kafasından geçenleri Tanrı bilir.

Neyse ki bu engeli de vukuatsız olarak aşıyoruz. Ancak bu hayvanlar tepine tepine balçık çamuru bataklığa dönüştürmüşler. Yürümekten vazgeçtik bu kez ayakta durmakta zorlanıyoruz. Her bir ayağımızda ek bir beş kiloluk balçık ağırlık takılı gibi. Yol aşağıya doğru indikçe uzaktan kar bulutlarıyla koyu griye dönüşmeye başlayan masmavi Karadeniz’i görüyoruz. Ormanın bittiği yerde solda aşağıda yusyuvarlak bir gölet beliriyor ama bu kez bent ment yok. Muhtemelen eski bir linyit madeni yatağı. Sol tarafta kuzey batıda denize doğru uzanan ağaçlıklı bir burun görüyoruz. Burası da Ağaçlı olmalı.



Balçıktan kurtulduk ama önümüzde dağınık duran tek tük çiftlik evleri dışında bir yerleşim yok gibi. Saat dört buçuğa yaklaşıyor. En kötü olasılık yine çadır kurarız diye düşünüyoruz. Sonra yolumuzun üstünde beliren bir eve yol soruyoruz ve bir kilometre ileride Kısırkaya Köyünün bulunduğunu öğreniyoruz. Yoldan kıyıya doğru yürüyüp bir şantiye, betonarme eski bir makineli tüfek yuvası (bunker) ve kocaman bir yazlık plajı aşıp denizin dibinden doğuya dönen yoldan Kısırkaya’ya ulaşıyoruz. Köylüler sırt çantalarıyla ve parlak renkli yağmurluklarımızla bizi görünce denizden geldiğimizi sanıyorlar. Hayır, diyoruz, ormandan geldik. Bu kez ‘avlandınız mı?’ diyorlar kurnaz kurnaz. Evet, avlandık, geyikleri sırt çantalarımıza doldurduk ve şimdi akbil ile otobüse binip İstanbul’da geyik çevireceğiz… Aman kimseye söylemeyin !

Sadık, kırdan kente inince, oldukça sessiz ve sakin duran Kısırkaya’nın besili ve dost canlısı olmayan köpekleri tarafından iyiden iyiye taciz ediliyor. Linç edilmesi an meselesi. Murat, marketten yiyecek bir şeyler alıp, veda öncesi köpeği son bir kez besliyor. Belediye otobüsünün kapıları açılıyor ve biz yorgun argın içeriye sığınıyoruz. Hava kararmak üzere. Sadık çevresini saran köpeklerin arasından bize bakarken ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Bir ara kapıya doğru bir hamle yapıyor gibi oluyor ama biz hoşt moşt çekerek onu uzaklaştırıyoruz.

Bentler, orman, meşe ağaçları, yedigöller, yedibentler, fuhuş benti, servis aracını vesayre hepsini unuttuk, hepsi daha şimdiden ağaçlıklı ve kuru yapraklı bir hikaye oldu bile.  Otobüsün camından Gümüşdere’de ormanın ırzına geçen villaları seyrederken, Sadık’ın ardımızdan şaşkın bakışı, hüzünlü sessizliğimizde derin bir sızı gibi gönlümüze kazınıyor.

Bentlere ilişkin bilgiler www.yapidergisi.com sitesinden alınmıştır

(http://www.meteorhaber.com/content/view/487/405/)