Skip to main content

RUMELİ HİSARINI GEZMEK

Tam boyutlu görseli gösterİstanbul Boğazının 600 metrelik en dar noktasında, karşı karşıya duran iki taş hisar, birbirinden güzel iki kale var. Evlerin arasında kaybolmuş belli belirsiz duvarlarıyla Anadolu Hisarı’nın çaresizliğine karşın, daha şanslı küçük kardeşi Rumeli Hisarı, elden geçirilmiş sağlam ve ihtişamlı yapısıyla yeşilliklerin arasında önünden aceleyle geçen gemileri dimdik ayakta selamlamaktadır.

Eskiden burayı defalarca gezmiş olmama karşın, önünden sıkça geçtiğimiz, sabahları koşarken giriş kapısı hizasından dönüş yaptığım bu büyük yapının içini, son zamanlarda bir kez daha gezmek istedim. Ortaköy'den buraya yavaş yavaş sahilden yürüyerek ve oyalanarak geldik. Kapıda sıkı bir aramadan geçirilince bir an için içeride kaşıkçı elmasıyla karşılaşacağımızı düşündüm. Ama bu nizamiye tipi sıkı düzen onun için değilmiş: mekana yiyecek/içecek sokmak kesinlikle yasakmış. Üzerimizde bulunan içi silme çay dolu termosu ve bisküvi paketini biraz da çocuğun yüzü hürmetine, rica minnet kullanmamak kaydıyla zorla içeri sokabildik.

Osmanlılar İstanbul kapılarına dayandıklarında, Karadeniz’de, Kefe, Sinop ve Amasra’daki Ceneviz kolonilerine yük taşıyan gemileri denetim altına almak için (karşıdan karşıya çekilen zincir muhabbeti) boğazın doğal kolaylık sağlayan bu kesiminde karşılıklı iki hisar inşa etmeyi düşünmüşler. İlk olarak Anadolu Hisarı Yıldırım Beyazıd tarafından 1395 yılında 7 dönümlük bir araziye inşa ettirilmiş. Daha sonra ise Fatih Sultan Mehmet, yine aynı amaçla, yani kuşatma altındaki Bizans’a kuzeyden gelebilecek desteği önlemek için bu kez Rumeli tarafına bir başka hisar daha yaptırmak istemiş. Karşı komşusuna göre çok daha görkemli olan ve Kulle-i Cedide, Yenice Hisar ve Boğazkesen Hisarı adları da verilen Rumelihisarı 30 dönümlük bir alan üzerinde, uzaktan bakıldığında eski harflerle “Muhammed” sözcüğü okunacak şekilde inşa edilmiş. Hisarın üç büyük kulesinin dünyanın en büyük burçlarına sahip olduğu söylenmekte. Kuleler, yapımına nezaret eden paşaların adlarını almış. Denizden bakıldığında soldakine Zağanos Paşa, sağda yukarıdakine Saruca Paşa ve aşağıda deniz kenarındakine ise Halil Paşa’nın adları verilmiş.

Biz kalenin içerisine girince gezmeye kuzey tarafından başladık. Ancak kaleyi çevreleyen duvarları kesintisiz olarak yürüyerek ilerlemek imkansız. Her duvarda yolunuz bir şekilde kesiliveriyor, ya yarım burçlarla, ya ziyarete kapalı olan büyük burçlarla ya da kot farkının arttığı noktalarda ve dar, tehlikeli merdivenlerden yeniden aşağıya inmeniz gerekiyor. Adı müze olan bu yerde dünyanın en büyüğü olduğu söylenen burçlardan bir tek giriş kapısının yanındaki Halil Paşa kulesine girebilmemiz mümkün. O da belli bir noktaya, sadece girişine kadar; üstüne çıkmak ne yazık ki olanaksız. Tarihi eserin içine bütün özgünlüğü bozacak şekilde çelik konstrüksiyondan kulenin terasına kadar çıkan bir asansör yapılmış ama o da çalışmıyor ya da ziyaretçilere kapalı. Peki bu kuleleri gezemedikten sonra buraya müze demenin ne anlamı kalıyor? Kale burçlarının iç tarafını özgün hâline uygun bir şekilde ahşap merdivenler, karargah odaları, mutfaklar yapmak çok mu zor ? Buralarda çeşitli müzelerin (Topkapı, Arkeoloji, Askeri Müze) depolarında çürüyen ve yürütülmeyi bekleyen çeşitli tarihi eserler konulup sergilenemez mi? Tarihi eserin orta yerine 5 yıldızlı tuvalet yaptırmak, devasa kulelerin içine çelikten kullanılmayan aletler monte etmek iyi fikir de, bu hisarın en vurucu noktası olan bu güzel burçları ziyarete açmak kimsenin aklına gelmiyor mu? Bütçe mi dediniz? Döner sermayeye aktarılan müze giriş gelirlerine ne oluyor? Bunları gezemeyince zaten duvarlardan ve şimdilerde konser alanı olarak kullanılan meydanın kenarındaki minare kalıntısından başka bir yer kalmıyor geriye...

Zağanos Paşa kulesinin dibine nefes nefese kalarak vardık ama yine kapı duvar. Aşağıdan dahi olsa içeriye bir göz atamıyoruz. Önümüzde sevimli bir güvenlik görevlisi! Bu arada bu açıkhava müzesinin içerisindeki güvenlik görevlisi sayısı (biz 8 tane saydık) ve bunların interaktif tavırlarını kutlamamız gerekir. Girişteki aramayla birlikte kendimi yarı açık cezaevinde hissetmem için her şeyi yapıyorlar: bir kuleden diğerine çalan düdükler, tarihi mekanın duvarlarında yankılanan telsiz ditditleri, suçlayıcı bakışlar, avlunun ortasındaki banklarda uslu uslu oturan aşıkların hemen arkasında onları rahatsız etmek için dikilivermeler... Bu konuda özel emir aldıkları kesin. Müzede sergilenen eser olarak giriş kapısının önünde birkaç yüz kiloluk tunç döküm toplar ve bunların mermileri var ki bunları buradan taşımak için herhalde içeriye gizlice vinç sokmamız gerekir. O hâlde bu gerginlik neden? Adı bir türlü konulmayan ekonomik krizden bunalmış insanların duvarlardan aşağıya atlamasından mı kokuluyor? Onun için üstüne 3 yetale giriş ödemeye gerek mi var?

Hisarın kuleleri birleştiren çevirme duvarlarının uzunluğu kuzeyden güneye 250 metre, doğudan batıya ise 125 metre. Dört ana kapısı ve Mezarlık Kapısı adı verilen bir tali kapısı var. Güneye bakan kulenin yakınında cephane ve erzak mahzenlerine giden yolların ucunda iki gizli kapısı daha bulunmaktaymış. Biri tıkalı iki su mecrası, ikisi kaybolmuş üç çeşmesi var. Kalenin ortasında yer alan camiden günümüze yalnızca yıkık minaresi kalmıştır. Hisar, 1509 depreminde zarar görmüş ama hemen onarılmıştır. 1746 yılında çıkan büyük yangında ahşap bölümleri yanmıştır. Hisarın kulelerin üstünde yer alan ahşap külahlar ise zamanla yıkılmıştır. Kale son yüzyıllarda askeri amaçlı kullanılmayınca, iç tarafı, avlusu zamanla küçük ahşap evlerle dolmuştur. 1953 yılında Celal Bayar’ın girişimleriyle kalenin içinde yer alan bu evler kamulaştırılarak yıkılmış ve restorasyon gerçekleştirilerek bugünkü müze hâline dönüştürülmüştür. Biz nöbetçilerin, yani güvenlik görevlilerin provokasyonlarına gelmeden, Zağanos Paşa kulesinin yanında, Hisarüstüne bakan bir yarım burca çıkıp buradaki taşların üzerinde oturarak upuzun bir saat boyunca oyalanıp manzaranın tadını çıkardık. İşin ilginç tarafı yatların, gemilerin, asma köprülerin doldurduğu deniz tarafından çok nedense arkadaki vadiye sıkışmış güzel vaha yeşilliğine baktık. Düdük sesleri altında, eskiden okçuların vızıltılarla ok fırlattığı duvar aralıklarında, içeriye soktuğumuz termosumuzu ve bardaklarımızı gizleyerek boğaza karşı çayımızı inatla içtik. Yasaklar çiğnemek içindir. Taşları kirletmedik, yere çöp atmadık ve kimseyi de rahatsız etmedik.

Hisarın hemen önünde temiz boğaz havası solumaya çıkmış gibi görünen insanlara ait son model arabalar, karşılıklı iki şeritte de arka arkaya kuyruğa girmişler dura kalka ilerlemeye çalışıyorlar. Kafelere, kafeteryalara, lokantalara gelen araçlar buradan Kuruçeşme’ye kadar kamuya ait kaldırımları hatta yolları işgal etmişler. Bir tane trafik polisi yok... Olsa da evreni de babalarından kalan miras gibi yemeye kalkışan bu zengin züppe tayfasına karşı çok da etkili olmayacağı kesin.

 

Neyse ki bulunduğumuz yerden bu araçları ve içlerindeki sıkıntılı insanların yüzlerini görmüyoruz. Hisarın hemen arkası bambaşka bir dünya, derin çukurda ışığa uzanmak için büyümüş gizli bir orman. Kestane ağaçları ve fundalıklar arasında dingin, şirin eski bir ev. Yukarı yamaçlarda yeşillikler içinde gizlenen Boğaziçi Üniversitesinin büyük binaları. Denizden geçen gemilerin şekli şemali değişmiş. Eskinin şirin orak çekiçli küçük Sovyet şileplerinin yerini koca koca çelik kutucuklar taşıyan dümdüz köprülü devasa sevimsiz kütleler almış.

 

Karşı yakadaki Anadolu Hisarı, yıllardır çok sevdiği ama içten içe ihtişamını kıskandığı kardeşine umutsuzca bakıyor. Belki de zinciri çekmenin tam zamanı...

 

(http://www.meteorhaber.com/content/view/492/)