Skip to main content

Subasar düşleri

 Bir türlü doymak bilmeyen, çok uzuvlu açgözlü, çekici bir canavar bu kent. Alüminyum levhada nüfusu kent girişinde küsuratına kadar titizlikle güncellenen sapkınlaşmış köleleriyle gittikçe kalabalılaşan. Arsız sermayenin cenderesi, üzerinde karabasan gibi dikeldiği güzelim toprakları yok etmekle kalmamış, çimenliğe ansızın düşen kopkoyu sıcak bir dışkı gibi üstüne topladığı yaratıkları besleyebilmek için yakın çevresindeki doğal alanlara dalaşmaya başlamış. Kendine geri çeken ölümcül çekim gücünden kurtulayım derken, her geri dönüşümde içine gittikçe daha da battığımın ayırdına varıyorum. Nihai bir savaşta, topyekûn bir kurtuluşta gri-çamur batağına bir organımı bırakmadan içinden çıkamayacağımı iyi biliyorum.  

 

  

Otobüs, yavaş yavaş binaların seyrelmeye başladığı otobandan Trak’ların memleketine doğru yol alıyor. Anlamı cezaevi ve sevimsiz yazlıklardan öteye gitmeyen Silivri, sanayinin işgali altındaki tarla Çorlu, hızla Çatalca filan derken uçsuz bucaksız tek ağaçlı geniş tarlalar aştıktan sonra Burgaz’a geliveriyoruz. Garajda verilen molada, minik kebap kestaneleri ayıklayarak küçük kese kağıtlarına dolduran genci izleye dururken, bildiklerimizden iki misli daha büyük yarıçaplı simitleri sopaya geçirmiş esmer çocuklar, yüz ifadelerini bozmadan otobüslerin ön kapısından girip arka kapısından çıkıveriyorlar. Satıp satmadıkları belli olmuyor.

 

Yolumuz buradan itibaren kuzeye yöneliyor. Ana yoldan Pınarhisar’da ayrılıp yine Kuzeye Istranca’lara doğru ilerliyoruz. Manzara daha da yeşilleniyor. Döne döne tırmanmaya başlarken, içine girdiğimiz yoğun bulutla birlikte yağmur atıştırıyor. Keskin dönemeçleri dolanıp Demirköy’e varıyoruz. Demirköy, çevresindeki Tunç Çağı’ndan kalma Tümülüsler ve Demir Çağı’na ait Dolmenleri, Fatih tarafından İstanbul’un fethinde kullanılan güçlü topların döküldüğü ilçe merkezine 5 km uzaklıktaki Demirköy Demirhanesi, Ceneviz kaleleri, Kız Manastırı, Rum evleri, yatırları ve en önemlisi 2 km ötedeki Dupnisa ve Karlık Mağaralarıyla ayrıca incelenmesi ve gezilmesi gereken bir yöre.

 

800 metre rakımlı geçitten Istrancaları aşıp irtifa kaybetmeye başlıyoruz. İğneada isminin fethi yöneten Osmanlı komutanı İne Bey’den mi yoksa iğneye benzeyen ada burnundan mı geldiği tartışmaları çok ilgimi çekmiyor. Yağışın artıp artmayacağına odaklanıyorum. Trakya’nın bu kesimindeki doğal korunaklı küçük limanlar oluşturmaya elverişli koylara sahip olağanüstü güzellikteki yerlerde ilk olarak yerli Trak toplumlarından Thyn’lerin yerleştiklerini, ancak bölgenin tarih boyunca sürekli olarak akımlara maruz kaldığını okuduklarımdan öğreniyorum. Sonra yakın zamanda, 1913 Birinci Balkan Savaşı sonrası imzalanan Londra Anlaşması’nda anılan ünlü Midye(Kıyıköy)-Enez hattı ile bölgenin Bulgaristan Krallığı’na bırakıldığını da okudum. Birinci Dünya Savaşı sonrasında bölge Yunan kuvvetlerinin işgaline uğramış.

 

Meşe ormanları arasından geçen yol bir süre sonra İğneada merkezinde son buluyor. İncecikten yağmur atıştırmaya devam ediyor. Sırt çantamı otobüs firmasının yazıhanesindeki genç bayana bırakıp, kendimi meydanın ardındaki kumsala atıyorum. Öğle zamanı geçtiği için, hava kararmadan önce Limanköy’ün bulunduğu yarımadayı gezmem gerekiyor. Kumsalda eternit altında demlenmekte olan kırmızı yanaklı ağabeye yol soruyorum. Bir süre sonra askeriyenin dikenli teli olduğu için kumsalı terk etmemi ve yoldan yürümemi öneriyor. Kumsal ıssız ve terk edilmiş; yer yer ters çevrilmiş kayıkların yakınlarında kumun üzerine balık ağları yığılmış. Kıyıya koşut olarak dümdüz uzanan yoldan yürüyerek, İğneada merkezine 1 kilometre uzaklıktaki Erikli Gölü’nün kıyısından fotoğraf çekerek ilerliyorum. Yağmur bir ara hızlanmaya yelteniyor, yanıma aldığım pançoyu giymek durumunda kalıyorum. Limanköy ileride kuzeyde denize doğru uzanıyor olsa da yoğun sisten görme imkânı bulamıyorum.

 

Tek tük aracın geçtiği sahil yolunu izleyip 4 kilometre sonra İğneada Limanına varıyorum. Limanda, günlük bakım faaliyetlerini sürdüren büyük boy balıkçı teknelerinin fotoğraflarını çekiyorum. Kahveden çıkan meraklı bir yurttaş, bana meraktan öte bir aşkınlıkla ‘hayırdır, neden fotoğraf çekiyorsun?’ diyor. “Şer değil, hayır hayır…” diyorum kafamı sallayarak.

 

Balıkçı limanının hemen arkasından yamaçtaki içi bomboş lokantanın önünden yükselen yolu yüksek tempoda tırmanıp, boş evlerin bulunduğu sitelerin arasından 2,5 km uzaklıktaki Limanköy’e, oradan da mezarlığın yanından kıyıya inen yoldan 500 metre öte, Fener Sitesinin hemen önündeki küçük fenere ulaşıyorum. Köylülerin söylediklerine göre buradaki en büyük oteli işleten şirket, 1866 yılında Fransızların inşa ettiği fener ve çevresindeki araziyi satın almış (muhtemelen burayı ‘işletmek’ için kiralamışlardır). Gösterişsiz fener ve arazisinin etrafı çevrilmiş ve içeride inşaat ve tadilat çalışmaları var. Buraya kafeterya ve lokanta tesisleri yapılması söz konusuymuş. Kız Kulesi’nin işgalinin İğneada sürümü olabilir mi? Bu gezginlerin yadıkları gezi notları, günübirlik tur yapan seyahat acentelerinin turları derken nerede ilginç bir şey anılsa, o bölgenin sermaye sahipleri burayı işgal edip sahiplenip etrafını çeviriveriyor. Çitin ardında, içeride yaşam belirtisi yok. Asma kilitle kapalı bahçe kapısını aşıp şansımı zorlamadan uzaktan çok da gösterişli olmayan yapının bir iki fotoğrafını çekmekle yetiniyorum. Hemen arkasına bir sitenin inşa edildiği fenerin önünde kayalık 40 metrelik bir uçurum yer alıyor. Hava açık olsa bu burundan muhtemelen daha uzaklardaki Bulgaristan topraklarını ve kıyılarını görebileceğim. Sınırı oluşturan Rezve Deresi ve sınırdaki Beğendik Köyü buradan yaklaşık 15 km ileride. Fener Türkiye karasularına giren gemileri 10 saniyede bir çakan ışığıyla selamlıyor.   

 

Oyalanmadan geri dönüş için geldiğim güzergahı değil bu kez limana inmeden ‘yukarıdan’, orman içinden giden yolu kullanıyorum. Yüzüme hürmeten peşime genç bir köpek takılıyor. Birkaç kez kovalamaya çalışsam da beni izlemekten bir türlü vazgeçmiyor. Yukarıdan giden yol, öngörümün aksine kestirme olacağına 1 kilometre daha uzun gibi görünüyor. Beni beş kilometre boyunca takip eden köpek, Erikli Gölü çevresinde dayanışmayla direnen başıboş köpeklerin saldırısına uğrayınca ısrarından vazgeçiyor.

 

Ekmek alarak garajdan çantamı teslim alıyorum. Camiye uğrayarak, cemaati selamlayarak suyumu şadırvandan dolduruyor ve İğneada’nın güneyine inen mahalle içi yoldan kumsala iniyorum. Uzaktan Mert Gölünü seyrederken, göl ile denizi ayıran kumsalın su tahliyesi için yarıldığını ve burada bir kalabalığın toplaştığını fark ediyorum. Yağış sonrası su fışkırtan bir süngere dönüşmüş olan çimenliği merak ve telaşla aşarak bir an önce yanlarına ulaşıyorum. Sabah Mert Gölü kıyısına geçmiş olan bir yürüyüşçü grubu, öğleden sonra İğneada’daki mandıra sahiplerinin, gölün denizle bağlantısını ‘patlatması’ sonucu karşı tarafta mahsur kalmışlar. Avcılar, ellerinde foto objektif bulunan bayanlı erkekli ‘organize gezi’ mağdurlarını kayıkla İğneada tarafına taşıyarak kurtarıyorlar. Pantolonları diz hizasına kadar ıslanmış çamura batmış şahıslar kıyıda bekleyen midibüse sığınarak cep telefonlarıyla ‘kurtarılışlarını’ dostlarına müjdeliyorlar. Olanları büyük bir zevkle izleyen avcılara kalırsa, bu sabah grup öte tarafa geçerken yöre sakinleri tarafından gölün denizle bağlantısının açılacağı konusunda uyarılmışlar ama bunu ciddiye almadıkları görülüyor.

 

Hava kararmak üzere; niyeti kıyıyı kumsaldan hızla geçerek güneye inmek olan ve daha henüz işin başındaki benim için çok umut verici bir manzara. Bunu her zaman yapmam, genelde kafama nasıl koyduysam öyle yaparım ama bu kez olay yerine gelip avcılarla şakalaşan Milli Park görevlilerine subasar ormanlarındaki durumu ve Saka Gölü tarafına geçiş olup olmadığını soruyorum. Geçen hafta çok yağış olduğunu ve orman yollarının su altında kaldığını, kendilerinin bile arazi taşıtıyla geçemediklerini söylüyorlar. Boş gidip dolu gelen kayıkla geçerek kıyıdan devam etmeyi düşünüyorum ama kumsalın ileride Bulanık Dere tarafından yine kesildiğini ve bölgenin böylece ada hâline dönüştüğünü anlatıyorlar. Bu da benim şansım. Ama vazgeçmek yok. Niyetim karadan Mert Gölü’nü arkadan dolanmak ancak aşırı yağıştan suyun yükselmesi nedeniyle göl şekil değiştirmiş durumda ve yarı bataklığa dönüşmüş subasar Longoz ormanlarında gereksiz yere çok fazla dolaşmam gerekecek.

 

‘Olay yeri’nden ayrılıp yarı yarıya suya gömülmüş bir evin yanından geçerek Longoz ormanlarına giriyorum. Mandaların sorgulayıcı bakışları altında mandıraların meralarını aşıp, tabanını nispeten kuru bulduğum, yola yakın bir meşelikte kamp atıyorum. İğneada merkezine 2 km uzaklıktayım. Hava çok sıcak; terden ıslanan giyeceklerimi çıkarıp çadır içerisinde kurutmaya asıyorum. Öyle internet ortamında evden wikimapia’dan, uydudan belli bir süre önceden çekilmiş sayısal görüntülerle sahanın gerçekleri her zaman örtüşmüyor. Longoz Ormanlarına boşuna subasar ormanları dememişler. Belli tepelik alanlar hariç ormanlık alanın genelinde taban bataklık ya da su basmış durumda. Gözüne kestirdiğin noktaya dosdoğru ilerlemenin imkânı yok. Su birikintileri ve bataklık nereye izin veriyorsa oraya gideceksin.  

 

Sabah erkenden toparlanıp taşan göl suyunun asfalta bağlandığı noktadan yola çıkıyorum ve Demirköy’e doğru yürüyüşe başlıyorum. Yaklaşık 4 kilometre sonra, İğneada Longoz Ormanları Milli Parkı ve İğneada Fidanlığı levhalarının yanından ormana dalıveriyorum. Ana yoldan üç yüz metre sonra yol üzerindeki köprünün üzerinden yirmi santim derinlikte akan dereyi aşmak için botlarımı ve çoraplarımı çıkarmak zorunda kalıyorum. Su soğuk olsa da lodoslu hava üşütmüyor.

 

İğneada’da yedi adet göl bulunuyor. Ben gezerken ve harita üzerinden altı tanesini tespit ettim: Mert Gölü (266 ha) kıyıda İğneada merkezinin 500 metre güneyinde, Erikli Gölü (43 ha) kıyıda yine merkezin 1 km kuzeyinde, Hamam Gölü (19 ha) kıyıdan 1 km içeride merkezden kuşbakışı 6 km güneyde, Pedina Gölü (10 ha) kıyıdan 4 km içeride Hamam Gölünün 2 km batısında, Saka Gölü (5 ha) Bulanık Dere’nin güneyinde kıyıda merkezin 8 km güneyinde ve Bulanık Dere’nin denize döküldüğü noktada kıyıya koşut olarak uzanan Hamam Gölünün 1 km doğusunda kıyıda yer alan Deniz Gölü (12 ha). Herkesin sorgulamadan birbirinden kopyaladığı bilgilerde ise Sülüklü ve Ramana Gölleri adları geçiyor. Bunlarda biri Deniz Gölü’nün bir başka ismi de olsa diğeri tam olarak nerede olduğunu bilmiyorum. Neyse… Göllerde, özellikle de Mert Gölü’nde sazan, kızılkanat, kefal, levrek, ilerya gibi balık çeşitlerinin yaşadığı belirtilmekte.

 

Longoz Ormanları içerisinden geçen orman yolundan kısmen hafif rampa yukarı, kısmen de yokuş aşağıya inerek yürümeye devam ediyorum. Yol üzerinde inekler, köpekler havlamalar derken hızla yol alıyorum. Amacım bir an önce Hamam Gölünün güneyindeki geçişlerden Bulanık Dereyi aşıp kıyıya ulaşmak oradan da Panayır İskelesi’ni aşıp Midye’ye (Kıyıköy) olabildiğince yaklaştığım bir noktada kamp atmak. Ertesi gün de daha önce de gezdiğim Midye’yi bir kez daha gezip kıyıdan fazla uzaklaşmadan Kastro’ya kuzeyden varmak. Ölmezsem ve gücüm yeterse dördüncü gün de Kastro-Çilingoz-Kuzuludere Göleti üzerinden Podima’ya (Yalıköy’e) varmak. Şu isimleri Türkçeleştirme hastalığımız yurdumun bu bölgesinde de süregeliyor. Hâlbuki bugüne geldiğimizde neyin ne kadar, nereye kadar saf Türk kalabildiğinin farkında mı bu masa başı kafatasçı aklı evvellerimiz? Örneğin Podima’ya fasülyeden Yalıköy adını sallarken, ‘yalı’ sözcüğünün Yunanca’daki ‘yalos’(ayna)tan türediğini biliyorlar mı?

 

Podima, küçük, ismi gibi şirin ve ilgi çekici bir yer. 7 Km güneyinde Evcik (Avcık) İskelesi adı verilen mevkide, kıyıya 600 metre uzaklıkta Anastasios Surları yer alıyor. Anastasios Suru, Bizans Hükümdarı I inci Anastasios'un yaptırdığı (491-518) ve Konstantinopolis’i Trakya üzerinden gelen akınlara karşı korumak üzere Karadeniz'den (Podima Karacaköy arasındaki bir mevkiden) Marmara Denizine(Silivri’ye) kadar uzanan Çin Seddi’ne benzer bir yapıdır. Büyük bir kısmı harap durumda olmakla birlikte Evcik İskelesi mevkiinde surların en sağlam kısımları yer almaktadır. Daha işin başında dere engeline toslayınca şimdilik bu kesintisiz Trakya’nın Karadeniz kıyılarını gezme düşünü gerçekleştiremeyeceğim. İçme suyu temini konusunda sıkıntı yaşayabilecek olsam da bu rotayı çok da kendimi zorlamadan, Haziran ayında bir hafta ya da on günlük bir süre içerisinde Terkos Gölü’ne kadar uzatarak yapma niyetim var.    

 

Orman içinden giden yolda sırayla Mert Gölü, Pedina Gölü, Hamam Gölü sapakları okla belirtilmiş. Sekizinci kilometredeki Hamam Gölü sapağından bir kilometre sonra yol Orman Fidanlığı önünde Bulanık Dere’den geçiyor. Dere adına yaraşır renkte gürül gürül akıyor ve dere yatağına doğru alçalan yolu yutup götürmüş. Burada karşılaştığım motorlu milli park görevlisi suyun boy hizasını aştığını, kendisinin de vazgeçtiğini ve şansımı denemememi öğütlüyor. Yakınlarda köprü olup olmadığını sorduğumda 10 km geri dönüp karayoluna çıkmamı söylüyor. Ama bundan sonra da sürekli dere engeliyle karşılaşacağımı, yolun da kıyıdan iyice ayrılıp Demirköy’e, iç taraflara yöneldiğini söylüyor. Yani bu da çözüm değil. Zaten 10 km geri dönüp yeniden aşağıya inmek beni fazlasıyla yoracak. Bu longoz ormanları düşüne şimdilik ara verme kararı veriyorum. Bir kilometre yakındaki Hamam Gölü kıyısına giderken bile çamura ve suya batıp iyice ıslanıyorum. Göl kenarında çok yaşlı gürgen ve dişbudak ağaçları var. Bir bölümü yılların ve asalak sarmaşıkların yüküne dayanamayıp yan yatmışlar. Aralık ayına varmış olmamıza karşın bu yıl havalar çok sıcak gittiğinden tür tür yusufçuklar (Telekli yusufçuk - Platycnemis pennipes),  havada birbirini kovalıyor. Anayoldan saptığımdan beri, orman görevlisi dışında kimseyle karşılaşmıyorum.

 

Ayrıntılı bir araştırma olmamakla birlikte, bilim adamları bölgede 180 kuş, 33 memeli, 9 sürüngen, 6 amfibi, 94 ağaç ve ağaççık ve 500’e yakın da otsu bitki türü saptamışlar. Kızılağaç, söğüt, dişbudak, akçaağaç, meşe, kavak, kayın, gürgen, ceviz, fındık, ıhlamur, ahlat ve hatta kestane görebildiğim araç türleri arasında bulunuyor. İğneada ve çevresi hayvan varlığı açısından da çok zengin: Yabankedisi (Felis silvestris), karaca (Capreolus capreolus), porsuk (Meles meles), tilki (Vulpes vulpes) ve susamuru (Lutra lutra) memeli hayvanlar yanı sıra Ak kuyruklu kartal (Halieetus albicilla), küçük orman kartalı (Aquila pomarina) ve kara ağaçkakan (Dryocopus martius) gibi kuş türleri de burada barınmaktadır.

 

İğneada Longoz subasar ormanları, bataklıkları, tatlı su gölleri ve geniş kıyı kumsallarını bir arada bulunduran özel bir ekosistemdir. Güneyinde ve batısında ortalama en yüksek sırtları ortalama 800 metreler dolaylarında olan Istıranca (Yıldız) Dağları bulunmaktadır. Bölge 1978’de 5399 hektarlık bölümüyle Av ve Yaban Hayatı Koruma Sahası, alanın güneyindeki 1345 hektarlık  bölümü Tabiatı Koruma Alanı, 1990 yılında bir bölümü, 1991 yılında ise alanın tamamı Doğal Sit Alanı statüsü ve son olarak da 2007 yılında Milli Park statüsüne kavuşturularak ‘koruma altına’ alınmıştır. 'Yaban Hayatı Geliştirme Sahası' statüsünde olduğu için bölgeden boru hattı geçirilmesi yasak olan İğneada Longozu, 13 Kasım 2007'de Resmi Gazete'de yayımlanan Bakanlar Kurulu kararı ile milli park ilan edildi. İSKİ’nin Rezve Deresi’nden borularla İstanbul’a su taşıma planı bu son kararda etkili olmuş.

 

İstanbul’un su sıkıntısı zaten Trakya’nın bu bakir kıyılarında Podima’dan Midye’ye kadar Karadeniz’e akan dereler üstünde hiçbir çevresel etki değerlendirmesi yapılmadan alelacele barajlar inşa edilmesi yoluyla çok belirgin bir tahribata yol açmıştır. Bunun en çarpıcı örneğini Kastro’da derenin denize döküldüğü kesimde kurumaya yüz tutması yakından gördük. Şimdilik yağış rejiminin iyi olması nedeniyle çok belirgin olmayan bu tahribat hafif kurak bir mevsimde çarpıcı ve geri dönülemez bir şekilde görülecektir. Dereler üzerinde rastgele barajlar inşa etme çılgınlığı Longoz Ormanlarındaki beş dere üzerinde de tasarlanmaktadır. 

Bölgede yerleşimler daha çok merkezi niteliktedir. Yani coğrafyada çok seyrek olarak bulunan köy ve ilçe merkezlerinde toplanmış ve mezralara dağılmamıştır. Bu durum İstanbul canavarının su gereksinimi dışında bölgenin başına olası başka tehlikelerin de gelebileceğini gösteriyor. Nükleer santral yapımında nispeten ‘insansız’ olan bölgenin adının geçmesi belki de biraz da bundan… Karaburun-Kilyos arasındaki kıyı kuşağının Turizm Bakanlığı’nca “turizm bölgesi” olarak imara açılma girişimi, yapılaşma anlamında zamanla bu bölgenin de başına gelebilecekler konusunda uyarıcı nitelik taşıyor.

Bir de son olarak Bulgaristan-Türkiye arasında Trakya kıyılarını bir baştan bir başa geçecek olan otoyol projesi tehlikesini de unutmamamız gerekir. Böylesi bir otoyolun doğal kıyı şeridinde nasıl bir tahribata yol açtığını en güzel Karadeniz otoyolu projesinin gerçekleştirilmesi sonrasında yakından acı bir şekilde göz göre göre yaşamadık mı?

Son dönemlerimdeki şu garip ‘boşta gezer’lik maceramda, coğrafyanın en bakir, en ücra, insan eli değmemiş yerine de gitsem, lanet insanoğlunun geriye kalan nadir doğal alanlara bireysel ya da kurumsal olarak nasıl arsızca el uzattığına nefret ederek tanık oldum. İnsanın düşüncesiz tüketim hırsının bulaşmadığı küçücük bir boşluk bile kalmamış gibi. Köktenci ve acil direnişlerle kısmî kazanımlar umut etmenin, alev almış evrende su basar düşleri kurmanın bile gereksiz olduğu o tehlikeli eşiği çoktan aşmış olabilir miyiz?