Tepecik Kerhanesi
Görünenle söylenen arasındaki bitmek bilmeyen çatışma burada daha çok gün yüzüne çıkıyor: “hiçbir zaman gördüğümüzü söylemiyor ve asla söylediğimizi -gerçekte- görmüyoruz”.
Olağanüstü güzel bir coğrafyada kente geri dökülen kusurlu bir lağımın, üstü açık bir bok kanalına dönüşmüş ırmaktan lezzetli bir tonik gibi köpüre köpüre aktığı kentin kıyısında, ezeli edebi zamanın içinde salınan hibrit kurbağa larvalarının yaşam arasına girmek kimi zaman ‘en uzak ülkeye’ yapılmış bir yolculuğa bedel olabiliyor.
Benim için hep bir ‘ara kent’ olarak kalmış İzmir’in çok da ayak altında olmayan bu gölgeli ‘öte’sine, Yenişehir’e gitmek üzere Konak’tan kalkan otobüse bir gece vakti bindim mi gerçekten, bu mor pembe diyara gittiysem de sırf meraktan mı gittim, bugün bunu çok da iyi hatırlayamıyorum artık?
Gece vaktiydi; askerdim ama saçlarım çok kısa değil, daha çok subay traşı tarzındaydı ve üzerimde her hafta giydiğim aynı sivillerim vardı. Yalnızdım. Beni ailemden uzakta geçirdiğim bu uzun ve uzak tutsaklığımda, yarım santime yarım santim doğranmış küçük kavak kerestelerinden yaptığımız ayaklı resim sehpalarına yaptığı ve sattığı suluboya resimlerle ‘yalnız bırakmayan’ sevgili eşimin de İstanbul’a geri döndüğü, uzun süren ‘yükümlülüğümün’ kalan son günlerimdi galiba. Pazar günleri kuzu tandır lezzetinde yediğimiz sigara böreği-çay partilerinin sonu gelmişti.
Numaralı sokakların kenti. Poligon’daki çatı katımızın bulunduğu sokağın da adı yoktu. Altı yüzlü bir numaraydı galiba; sicil numarası gibi. Adresi yazması kolay oluyordu ama insanlarının cana yakınlığına karşın, denizci erlerin eğitim alanından gelen tüfek atışlarının gürültüsü gibi, ızgara stili koşut sokakların ‘ruhsuzluğuna’ pek kolay alışamamıştık.
Beş ara sokaklı ‘Kerhane Mahallesi’nin bulunduğu sokağın numarası 1218.
Genelev; çok ortaklaşmacı çağrışımlar yapan bu genel mekan, sonuçta genelliğini parası ve ihtiyacı olan herkese açık oluşuna borçlu olan, kadın etinin 'denetim altında' pazarlandığı devlet denetimindeki cinsel ticarethaneler.
Cinselliğin en küçük yaşlardan itibaren gelenek ve adet gereği bastırılıp kendi doğallığıyla yaşanamadığı ve daha çok yakın akrabalara yöneldiği bir toplumda çok da önemli işlevler üstlenmesi gereken ‘sihirli’ mekanlar.
‘Tek elle kitap/dergi okumaya alışık olanlar tarafından ‘mektep’ ya da okul olarak adlandırılması biraz da bundan. Daha doğumdan başlayarak ‘çük’ünün değişik hâlleri bilumum karşı cinsten hısım akrabanın ilgi odağı olan flörtten uzak kalmış tosunlarımızın, çocukluklarından başlayarak akranlarının dışında karşı cinse eli değmemiş delikanlılarımızın çoğu kez sancılı bir şekilde ‘yaşama’ atıldıkları, kapısında devletin polisleri aracılığıyla kimlik kontrolü yaptığı, kendine göre kuralları ve adabı olan paralı et okulları...
Gidenin de gitmeyenin de mutlaka ‘ayak bastığı’, görmesi gerekeni en yakından ve en abartılı hâliyle ‘gördüğü’, olması gerekeni daima en heyecanlı ve en güzel şekliyle ‘yaptığı’ o malum yer. Elde şambaba tatlı dolmuşla yükselinen ay tenlilerin dumanlı Harikalar Diyarı. Daha önce bu kadar yakından hiç görülmemiş karanlıklar, devasa kıvrımlar, yıpranmış bezgin ve yorgun organlar, büyüleyici ve bayıltıcı kokular, yapmacık ama sıcacık, nemli ve okşayıcı bakışlar...
Girenlerin kaygılı ve fırıl fırıl gözlerle pırıldayan azgın yüzleri, yerini dönüşte uzun süren bir filmi çıkışındaki insanların yorgun ama mutlu ifadesine bırakıyor. Olması gereken şeyler olmuş, görülmesi gereken görülmüştür; ya da en azından öyle olmuş gibi dostlara ilk muhabbette hayal gücünün bezediği ayrıntılarıyla ve tasvirleriyle süslenerek anlatılacaktır. Dolayısıyla sonradan seni sınayacak olan dostlar nezdinde herhangi bir şüpheye neden olabilecek en küçük bir hataya yer bırakmayacak şekilde tüm incelikler kösnül güdük hafızalara kaydedilmiştir.
‘Kafesteki hayvanlara yiyecek vermek, demirlerin arasından ellemeye çalışmak yasaktır’. Gözü dönmüş ve ‘kırmızı çizgiyi’ çoktan aşmış ziyaretçilerin yasak masak dinledikleri yok. Önünde durdukları her bir evde, kendilerini olası müşterilerini en istekli şekliyle gösterenlere yaptıkları yorumlar birbirine karışıyor, birbirinden güç alıyor, koskocaman tek bir cümle olup birleşiyor ve havada asılı kalıyor: Vay anasını, karıya bak... Baktıkları kendi varoluşları, ya da anaları, bacıları, kız kardeşleri...
Gelenlerin çoğu grup hâlinde ziyarete gelmiş; taşkınlıkları omuz temasıyla güç kazanıp boyutlanıyor. Neyse ki karşılarındaki ‘kaşarlılar’ bu tür ‘uygunsuz durumlara’ hazırlıklı. Arada su hendeği olmasa da ‘anam’la başlayan ya da biten sıcak, samimi ve saldırmaya hazır tümcelerin tene değen etkileri çitin aşılmasını kısa sürede engelliyor. Bu tanrı hediyesi kadınların korkacakları hiçbir şey yoktur ve geçen yıllar içerisinde 'görebileceklerini fazlasıyla, hakkıyla görmüşlerdir'. Tek başına keşfe çıkan yürekli cengaverlerin ise vitrinlerdeki kaba ve tercüme gerektirmeyen davetlerden dolayı küçük tansiyonları biraz daha düşüyor.
‘Muamele’nin türüne göre biçimlenmiş bir menü tarifesi. Antre, atıştırmalıklar, ayaküstü ekspres eğitim, sabaha kadar ana şefkati... Peçete, kolonya hiçbir zaman var olmamış bir şeyi ayaküstü halletmek için sıraya giriyor.
Gerçekten öyle miydi emin değilim ama her evin dış cephe boyasının farklı olduğunu hatırlıyorum. Yoksa dışarıdan görünen et yoğunluklu pembe ışıklı sahanlıkların yarattığı renkli ve hoş bir yanılsama mı bu? Alın size şüphe yaratacak bir durum daha!
Disiplin toplumunun okul, kışla, hapishane, aile gibi yıpranmış, can çekişen ama sistemin henüz vazgeçmediği 'kriz' hâlindeki kurumlardan burası. Denetim toplumunda öngörülen 'kontrol edilebilir' ve tüketimi daha kolay serbest fahişeliğe tam olarak geçiş gerçekleşmemiş. Buraya kimliksizler, vatandaşlık numarası olmayanlar, eşcinseller, gazeteciler, maliye memurları, kanunun aradığı yurttaşlar, bakışı şüpheli olanlar, parası olmayanlar giremez. Takma isimli beden emekçilerine aşık olmak da yasak. Kerhanenin isim disiplinine harfiyen uyulmalı...
Gerçi bu mutluluk yuvasına gittiğimde daha o devirlerde yıldızı parlamayan AIDS belası, evlilik dışı serbest cinselliğin üzerine karanlık ve yapay örtüsünü örtmemişti. Dolayısıyla şapka, kılıf, kaput, pardösü, prezervatif, henüz daha çok yurtdışı görmüş burjuvaların ‘lüks tüketim maddeleri’ sınıfına giriyordu. Tenle ten arasına yumuşak plastik bugünkü kadar yaygın olarak girmemişti...
Kerhane yalanlarıyla ilk kez ‘asıl mektebim’ Beyoğlu Fındıklı Lisesi’nde, ortaokulda karşılaştım. Herkes sokak, ev numarası, gittiği fahişenin beninin ayrıntısına kadar ‘mekteple’ olan macerasını, ‘şöyle yaptım, şöyle oldu’lu cümlelerle salya ağız anlatırken, pencereye dayanmış çınar ağacının yapraklarına bakarak, ‘ilgisiz kalmış’ havalarında tüm dikkatimle çaktırmadan onları dinler, ancak anlattıklarında hep sırıtan bir abartma ve bolca yalan gizlendiğini hemen fark ediverirdim. O dönemlerde, Tophane-Beyoğlu-Cihangir şeytan üçgeninin bilumum atık serserilerini bünyesinde başarıyla bir araya getiren okulumuzda ‘derin’ muhabbetler, seks dergileri ve parça filmlerine dayandıktan sonra gelir gelir İstanbul’umuzun yüz akı biricik Kerhanemize dayanırdı.
Pardösüsünün ceplerini delerek, ona o kadar yaklaşarak büyük cesaret gösteren ‘yakın arkadaşlarına’ gereksiz değişik fanteziler yaşatan ve bunu her fırsatta ağzı sulanarak anlatan, arka sıralardaki uzun boylu ve çift dikiş sevgili arkadaşlarımı ezik ezik ‘dışarıdan’ dinlemek düşerdi bana. Ne de olsa saf ve kirlenmemiş flörtlü bir mahalle aşkının uzatmalı jönü olarak buralara gitmemiştim. Ya da yalan da olsa öyküler uyduracak kadar bu konuda onlar kadar uzmanlaşmamıştım... Onlar her bir düzüm planını ezbere bildikleri Emanuelle film serisinin (1974, 1975, 1977, 1984, ...) tüm filmlerini binlerce kez izlemişken ben, daha Sylvia Kristel’in o masumiyet kokan açık pembe hatlarla çizili mübarek ve mutluluğa aç mütebessüm yüzünün bir santimetrekaresini dahi görmemiştim.
Kapısında askeri inzibat erlerinin beklediği geneleve benzer bir kurum olan muteber erler yetiştiren set üstündeki ilim irfan yuvamızda, o yıllarda önceliği daha çok farklı ‘uyarıcı’ bölgelere vermiştim. Kapıdaki kravat kontrolünü sınıftan okul dışına atılan lastikli lacivert ‘pas’ yularlarıyla aşıyor, okul içerisinde yine kravatsız ve ceketsiz dolaşmakta ısrar ediyordum. Faşist cuntaya direnişin okul içerisinde sürdürülmesinin bir başka yoluydu bu. Yeniyetme heyecanımı elde pastel boya sokak sokak dolaşarak daha farklı ‘dışavurumcu’ yollardan ifade etme yöntemini benimsemiştim. Kolay değil, Lenin’in 110 ncu doğum günü için bombalı pankartların sınıfımızın bulunduğu katın koridorundan sarkıtıldığı yıllardı ne de olsa...
Bir akşamüstü Tepecik kerhanesini ziyaret (sadece ziyaret...) etmemin nedeni belki de eskiden beri içimde yer etmiş bulunan, sevgili dostlarımla aramızdaki bu bilgi ve görgü açığını kapatmak için olabilir belki, şimdi tam olarak bilemiyorum. Bu yazıyı yazıyorum, millete kendimi ifşa ediyorum diye on yıllar önceki bir eylemimi tek bir ifadeye hapsetmeye ise hiç niyetim yok. Olaylar dönemin koşulları içerisinde değerlendirilmeli...
Renk renk evler önünde ışıklı vitrinleri süsleyen teyzeler, ablalar. Hepsi de bana çok görünmüş, olası bir cinsel iştah daha doğmaya olanak bulamadan körelmiş, bitip tükenmişti. Sadece acemi birliğinde gitme olanağı bulduğum hamamların nemli ve mantar zengini ortamını bir kez daha solumama gerek kalmayacaktı. Zaten ne yalan söyleyeyim yıkanmayı o dönemlerde de pek sevmezdim...
Çıkışta saunalar, banyolar, hamamlar ışıklı tabelalarıyla, bu para karşılığı temasla kirlenen arınmış bedenleri ‘temizlemek’ üzere müşterilerini bekler durur. İnsan karşı cinsten önüne çıkan ilk varlığa ister istemez ‘tuhaf’ bir gözle bakmaya başlar. Kerhane öncesi yaşama geri dönmek, mağara devrinden ‘ılımlı kravatlı goril devrine’ geçişe intibak için biraz zamana ihtiyaç olur.
Bugün, bu kuruma en az ihtiyacı olan biri olarak çok üzülerek ifade etmem gerekir ki, çağın gereklerine ayak uyduramayan ata mirası genelevlerimiz can çekişiyor. Bizim gibi tene aç bir toplumda bu fenomeni müşteri azalmasından çok ‘çağın değişen genel hâllerine’ yormak daha doğru bir yaklaşım olabilir. Ayrıca ulaşılması artık mümkün olmayan taksi ruhsatlı plakaya dönüştürülen ‘vesika’yı almakta zorlanan yerli ve yabancı fahişeler, tüm tehlikelerine karşın çareyi belgesiz ve ‘serbest’ çalışmakta buluyorlar. Ya da kaçak olarak çalışan ve dağınık muhtelif hücre evlerinde ‘telekız’ olarak örgütlenmiş yine ‘genelde’ yarar amaçlı kol kanat geren teşkilatların hizmetlerinden faydalanma yolu seçiliyor.
Zaten,
‘Parayla saadet olmaz, ama Sadiye olur, Figen olur, Ayten olur...’
Ya da kargalara korkuluk misali suç doğuran, hocaefendi adaletinin hüküm sürdüğü yurdumun en büyük kentinin ta ortasında inşa edilen, uzay üssüne benzeyen içi boş devasa adalet saraylarının yükseldiği günümüze daha çok uyan bir yorumla,
‘Adalet’i mi sordun?12 numarada çalışıyor...’