Suya boğulan gelecek: Zeugma
Suriye’ye geçmeden önce Gaziantep’i görme maceramın son durağı, Birecik Barajının batı kıyısı yani antik Zeugma’nın su altında kalmamış kesimleri, yani Belkıs dolayları oluyor. Aralıksız yağan sağanak yüzünden, Ehneş’in iki kilometre ötesindeki bir fıstık bahçesinde attığım kampta tam 35 saat mahsur kaldıktan sonra, Nisan ayında yağan kar altında su gibi ıslanarak ulaştığım Erenköy’den bindiğim fıstık üreticilerine ait kamyonet, sırasıyla Yukarı Çardak, Aşağı Çardak, Toydemir, Keklik’ten sonra beni Belkıs Köyü’nde bırakıyor. Bırakın yol parasını, bu muhteşem yardımın üstüne iki somun ekmeğe de hak kazanıyorum...
Düzlüklerde yer yer balçık çamur olsa da asfalt çevresinde zemin kuru sayılır. Zeugma’ya giden yol üzerinde bulunan ve bu mevsimde bekçinin bulunmadığı giriş kapısını aşıp, Nizip ilçesinin 10 km doğusunda Birecik Baraj Gölüne bakan Belkıs Höyüğünün kuzeyinden dolaşan gölü izleyip Zeugma kalıntılarının su altında kalmayan yüksek kesiminin bulunduğu noktaya varıyorum. Yazın bir kafeteryanın çalıştırıldığı girişteki platformun yanında bulunan konteynerden köpekler ve ardından bir bekçi çıkıyor. Sohbet ettikten sonra sırt çantamı emanet ediyorum.
En yüksekte kalan kesimde bir mahallenin üstü, Efes’teki yamaç evlerindeki gibi tamamen kapatılarak yenileme çalışmaları sürdürülüyor. Bu mekanın alt kısmında büyük bölümü sular altında kalan fıstık bahçelerinin arasında da Zeugma kentinin yine yüksek mahallelerinin kalıntıları seçilebiliyor. Zeugma kazılarının büyük çoğunluğunun yapıldığı alt yamaçların tümü bugün artık sular altında. Gezilebilecek yer olarak sadece üstü kapatılmış yer kalıyor ki buradaki kazılar da henüz tamamlanmış değil. Ancak ne olursa olsun burası dahi, sular altında kalan kentin yapısına ve kalıntıların zenginliğine ilişkin bize fikir veriyor.
Büyük İskender’in generallerinden Selefkos Nikator, M.Ö.300 yılında, Fırat Nehrinin genişleyerek sığlaştığı ve zorlu nehri aşmaya olanak verdiği bu bölgede Selefkeya Euphrates kentini kurmuş. Nehir üzerinde bir iskelesi bulunan ve İpek Yolu üzerindeki kilit konumu nedeniyle bir ticaret merkezine dönüşen kent daha sonra Roma İmparatorluğu topraklarına katılmış ve geçit ya da köprü anlamına gelen Zeugma adını almış. Romalılar stratejik konumundan dolayı burada, daha sonra Dördüncü Lejyon olarak anılacak “Sikitia Lejyonu” adlı bir askeri birlik oluşturmuşlar.
Kent Roma döneminde, lejyonun da verdiği canlılıkla bir hayli zenginleşmiş. Zeugma ile Fırat’ın karşı kıyısında bulunan, bugün Birecik Barajının suları altında kalan Apameia (dikkat Suriye topraklarındaki Apameia değil) kenti arasında ulaşımı sağlamak için, muhtemelen ağaç kütüklerinden yapılmış sallarla inşa edilmiş büyük bir ahşap köprü bulunmaktaymış. Kazılar sırasında elde edilen buluntular arasındaki papirüs, parşömen, para keseleri ve gümrük balyalarını mühürlemek için kullanılan bulla adı verilen mühür baskıları buranın büyük bir ticaret merkezi olduğunu göstermekte.
Fırat kıyısından batıya doğru 300 metre kadar yükselen bugün su altındaki yamaçlar, akropol eteklerine kadar yerleşim yeri olarak kullanılmış. Bu yamaçların güney ve batı kesimi nekropol, doğu ve kuzeydoğu kesimleri ise mahalleler, kuzey kesimleri ise kentin idari ve sosyal bölümleriyle lejyonun yerleşim alanı olarak kullanılmış. Akropol’ün üzerinde ise kentin adına bastırılan Zeugma sikkelerinde sık rastlanılan Tykhe Tapınağı bulunmaktaymış.
Yurdumuzdaki tüm antik eserlerde olduğu gibi buraları da uzun yıllar boyunca kaçak kazı ve tarihi eser kaçakçılarının tahribatlarına uğramış. 1992 yılında gerçekleştirilen ilk kazılarda bir Roma villası ortaya çıkarılmış. Zeugma kentinin tüccarları, yöneticileri ve yüksek rütbeli subayları gibi zenginlere ait villalar bölgesi güney rüzgarlarını alıyor ve Fırat havzasına hakim bir manzaraya sahipmiş.
1995 yılından itibaren Birecik Baraj inşaatının gündeme gelmesiyle kazı çalışmaları hızlandırılmış. Bugüne kadar alelacele sürdürülen ‘kurtarma kazılarında’ gün yüzüne çıkarılan mozaikler ve tarihi eserler Gaziantep Arkeoloji Müzesi’ne taşınmış (mozaikler için ayrıca yeni bir mozaik müzesi oluşturuldu).
Zeugma ihtişamını M.S.256 yılında yitirdi. Sasanilerin saldırısıyla büyük tahribat gördü ve ardından tamamen çöküşe uğrayacağı M.S. XI.yüzyıla kadar bir daha toparlanamadı.
Baraj Gölü kıyısında sular altında kalmaktan kıl payı kurtulmuş fıstık bahçelerinin arasındaki kentin dağınık kalıntılarını geziyorum. Suyu engellemek için yamaç boyunca bir set yapılmış ama yükselen sular bu engeli de aşmış. Sırt çantamı geri alıp çıkışa doğru yöneliyorum. Bekçilere söylemesem de, bir an önce sit alanı içerisine kamp atmam gerekiyor. Giriş kapısına gelmeden, Belkıs Höyüğüne doğru fıstık bahçeleri arasına dalıp yoldan ayrılıyorum. Killi toprak düzlük yerlerde balçık olmuş. Saplanmadan güçlükle yükseliyor, yamaçta bir metrelik bir sekinin ardındaki fıstık ağacının altında kısmen kuru bir yere kamp kuruyorum. Yerleştikten sonra bir iki saat kestirip kendime geliyorum. Öğleden sonra güneşi altında arkamdaki Belkıs Höyüğünün tepesine doğru çok dik bir eğimden tırmanıyorum. Höyüğe doğru yükseldikçe fıstık ağaçları azalıyor. Son kısım çimenlik. Höyük tepesindeki düzlükte hızla esen rüzgar altında kumaşı gürültüler çıkaran bayrağımızın altından geçip Birecik Baraj Gölünün manzarasına dalıyorum. Buradan görünmese de Rumkale’den beri izlediğim yol, Fırat’ın kıvrımlarıyla hemen hemen şekilleniyor. Tepedeki düzlükte de bazı kazılar yapılmış ve üzeri Dülük Baba Tepesi’nde olduğu gibi brandalarla kapatılmış. Diğer höyüklerde olduğu gibi Belkıs’taki höyük bölgedeki ilk yerleşimlerden biriymiş. Belkıs Höyüğünden güneye doğru bakınca Nizip Höyüğü görülür. Bu yapay tepelerin eskiden çevreyi izleme, ateş yakarak haberleşme ve işaretleşme amacıyla kullanılırmış. Muhtemelen ören yerlerinin bağrındaki bu yükseltide altın hazine ağırlıklı düşler gören bir kısım Nizip halkı arasında yaygın bir efsaneye göre, Belkıs Höyüğünü mesken etmiş beyaz sakallı bir ermiş her yüzyılda bir uyanır ve “Belkıs’ın çüt demiri altın oldu mu” diye bağırarak sorarmış. “Olmadı!” yanıtına, “Olacak, olacak” diye karşılık verir ve istirahatgahına geri çekilirmiş.
Suyun denetimi, sanayi ve tüketim çılgınlığı için daha fazla elektrik üretimi uğruna su kaynaklarının yörede yaşayan insanlar, kültür değerleri, doğal denge yok sayılarak vahşi bir şekilde devlet eliyle ‘sömürülmesi’ni her zamankinden daha fazla gündeme getirmeliyiz. Suyun altında kalan ve kurtarılamayan kısım alelacele çıkarılanların kaçta kaçı acaba?
Gece ermişten daha çok antepfıstıklı bir uykudan sonra sabahın köründe kimselerin olmadığı ören yerini terk edip zeytin ve fıstık bahçelerin arasından 10 km uzaklıktaki Nizip’e yürüyorum.
İlçenin gerisinde şirin Taşbaş tepesi görünüyor. Bu arada Kurtuluş Savaşımızda sıkılan ilk kurşunlardan birinin Fransızlara karşı dönemin yurtsever gerilla hareketi “Çete Habeş Böler”in milisleri tarafından sıkıldığını hatırlatalım. Nizip’in gözbebeği, ilçe merkezinin 2,5 km batısında bulunan çok da yüksek olmayan ağaçlık küçük bir tepecik olan Taşbaş Dağı’nda yaşanan nihai çatışmada mermisi tükenen direnişçilerin, yaşamlarını hiçe sayıp sırf düşmanı korkutmak için meşe palamutlarını mermi gibi tüfeklerine sürüp patlatmaları efsanesiyle gavur ordusu, elin emperyalist Fransızı Gaziantep’e doğru sürülmüş.
Daha henüz uyanmaya başlayan ilçede açık bulduğum bir internet kafede iletişim ‘ihtiyacımı giderdikten’ sonra çantamı emanet bırakarak şirin yerleşimi dolaşıyorum. Hava çok sıcak. Fevkani mahallesinde onarımı yeni tamamlanmış 350 yıllarında inşa edildiği rivayet edilen, bir dönem cami olarak da kullanılan küçük Fevkani Kilisesini geziyorum. Onarım tamamlanmış ancak sanki bu içi boş mekanın ne amaçla kullanılacağına tam olarak karar verilememiş gibi. Hemen yanı başımızdaki Müslüman ve Arap Suriye’nin her bir köşesinde karşımıza çıkan cemaatiyle birlikte ‘yaşayan’ kiliselerini görünce bizdeki içi boş insansız kilise ‘kalıntılarının’ hâli ilginç geliyor insana.
Nizip’in en eski camisi olan Tahtani Camini de gezdikten sonra karnımı poğaçayla doyurup, sıra numarası olmadan ayakta kuyrukta bekleyerek nostalji yaptığım devlet bankamıza yurtdışına çıkış harcımı yatırıyorum. Ne zaman sıranın geleceğini bilmeden garip bir makineden küçük kağıt numaralar alarak bir köşeye çekilmek yerine, canlı bir yaratık gibi soluyan, şekil değiştiren bir kuyrukta önündeki ve arkasındakiyle temas ve iletişim hâlinde beklemek daha hoş geliyor insana. Aklıma her zaman benden daha ‘büyük ve önemli’ işlerle uğraşan ağabey ve ablalarımın yerine nedense hep benim gittiğim, mahallenin bir özetini bulduğum tüp, iki küçük paketle sınırlı sana yağı ve şeker kuyrukları geliyor.
Beni Suriye sınırındaki Karkamış’a götürecek olan meydandaki minibüse binerek Nizip’ten ayrılıyorum. Mayın tarlalarıyla çevrili Karkamış sınır kapısı yöre insanlarının kullanımı için geçici olarak açılmış tali bir sınır kapısı ama işimi görüyor ve böylece Halep’e gitmek üzere yeniden Gaziantep il merkezine dönmekten kurtuluyorum. Bilgisayarlarda sorun olduğu için geçişler şimdilik durdurulmuş. Yaya olarak geçmek yasak olduğu için Şanlıurfa’dan buraya özel aracıyla gelmiş olan ve Suriye’den muhtemelen çok daha ucuz olan çay ve sigara getirme niyetinde olan bir ‘hacı’nın aracına biniyorum.
Baraj Gölü’ne dönüşmüş denizimsi hâlini görmekten nedense yorulduğum Fırat’ın ‘doğal’ ve akan hâliyle görmek için en kısa zamanda gerçek bir akarsu boyu gezisi yapacağım.