İnadına Hıristiyan Malula
Bekaa’ya geçmeden önce turistik güzergahların işlek bir durağı hâline gelmiş olan, Şam’ın kuzey-doğusunda, Anti-Lübnanların Kalamun dağının kireçli toprak rengi yamaçlarında kayalar arasına gizlenmiş güzel Malula’yı görmek için erkenden yola koyuluyorum. Başkentin Hıristiyan mahallesinin ötesinde bulunan taşra minibüslerine kaldığım yerden yarım saatte ulaşıyorum. Ancak aracın hiç de acelesi olmayan seyrek yolcularla yavaş yavaş dolması ve kalkması için en az bir o kadar daha beklemem gerekiyor.
Yeniden otobandan kuzeye gidiyoruz. Daha bir saat dolmadan, önce otobandan ayrılıp batıya yani dağlara doğru yöneliyoruz. Kısa bir süre sonra da köyün çiçeklerle süslenmiş, heykellerle düzenlenmiş girişini ve çevre yolunu aşıp merkeze varıyoruz.
Burada doğup büyüyen ünlü yazar Rafik Schami’nin ironi ve bilgelik dolu tarzıyla dile getirdiği ‘Malula’dan masallar’ diyarına apaydınlık bir bahar sabahı dalıveriyorum. Kuşkusuz bilge yazarın sade diliyle aktardığı olaylar artık günümüzde yaşanmıyor. Ama yine de baktığım her yanda anlattıkları, okuduklarım vücuda geliveriyor.
Anti-Lübnan sıradağlarının ucunda yer alan Kalamun Dağı 1000, 1500 ve 1750 metre yüksekliğinde üç platodan oluşuyor. Birinci ve ikinci plato arasında Halep’i Şam’a bağlayan büyük otoyol bulunuyor ve bu yoldan geçenlerin dikkatini batıda sarı ve kahverengi kayaların oluşturduğu kıvrımlı bir hat çekiyor: burası ikinci platonun sırtıdır. Bu sıradağlar yer yer köylerin barınak bulduğu derin gediklerle açılıyor. Bu üç köyün en gelişmişi olan Malula (1936’da 1953 nüfuslu) bu gediklerden en geniş olanında merkezde bulunan bir tepenin çevresinde anfitiyatro şeklinde kurulmuş. Köy anayoldan yedi kilometre uzaklıkta. Malula’nın 5 km ötesinde yer alan Gubbadin (1936’da 1037 nüfus) bir ikinci gedikte ve Baha köyü ise (1936’da 809 nüfus) 7 km kuzeyde Malula ve Yabrud arasında yer alan bir tepe üzerinde kurulmuş. Bir hıristiyan köyü olan Malula’da 1936 yılında 1235 katolik ve 540 ortodoks Rum yaşamaktaymış. Sayıları 178’i ancak bulan müslümanlar azınlıktaymış. Diğer iki yerleşim ise tümüyle müslümanmış.
Araç bizi köyün merkezinde indirir indirmez kayalıklardan vadiye bir şahin gibi bakan kollarını iki yana açmış İsa heykellerinin ya da olur olmaz her gölgeden yükselen korkuluk haçların etkisinde kalıyorum. İki tepenin arasına sıkışmış kil rengi evlerin arasındaki kuytuda yanlış bir hareket yapsam üstüme yıldırımlar çakacaklar gibi. Kendime özgü Tanrıdan bağışıklığım ya da yemiyorsa ‘öteki yanağını uzat’ türünden bir teslimiyetçilik düşüncesi filan hikaye; insan kendini müslüman coğrafyanın ta göbeğinde yaşadığı bu ilginç baskın hıristiyan deplasmanında, haçların ve kuklaların gölgesi altında kendini biraz tuhaf hissediyor.
Artık küçük bir ilçeye dönüşmüş köyün halkı İsa’nın anadili olan Aramiceyi (günümüzde konuşulan dil daha çok batı yeni-aramicesi) konuşmayı sürdürüyor. Yerleşim özellikle hıristiyanlığın ilk yüzyıllarından kalma mağara sığınaklarıyla ün kazanmış. Dağın yamaçlarındaki büyük mağaralar ve kaya altı barınakları ilkçağdan günümüze birçok barınma ihtiyacı sahibine ev olmuş. Hıristiyanlığın baskı altında ve hatta yasak olduğu ilk yıllarında köyün kurulduğu yer inananların sığınağı hâline gelmiş. Malula Aramice ‘giriş’ anlamında.
Yamacı dolanan yoldan önce 24 Eylül’de kutlanan Azize Tekla’nın mezarının bulunduğu dağın yamacındaki mağara çevresinde basamaklar hâlinde inşa edilmiş bulunan Rum-Ortodoks Mar Takla Manastırına yöneliyorum. Sabahın erken saatlerinde olduğumuz için daha henüz turistlerden eser yok.
Kademe kademe manastırın avlusundan kiliseye kapıdan göz atarken karşıma aniden çıkan bir azize içeride fotoğraf çekmenin yasak olduğunu ‘yumuşakca’ anımsatıyor. Hatun bizim Meryemana’dakiler gibi üniformalı ve mürebbiye bakışlı değil, ev hanımı kiyafetinin içinde bir akraba sıcaklığı yayılıyor gibi. Makine sağ elimde her an patlamaya hazır ve gizlenmiş bir silah gibi sallanıyor ancak flaşsız çekime ayarlı; ortalıkta kimsecikler yokken utanıp sıkılmadan deklanşöre basıyorum. Basamakları tırmanırken iki elini havaya çevirmiş tunçtan İsa heykelini selamlayıp Azizenin mezarının bulunduğu büyük kaya altı barınağına ya da ön tarafı duvarla örülerek türbeye dönüştürülmüş süslü mağaraya varıyorum.
Terastan izlediği vadide kimbilir hangi günahın alt yapısını hazırlarken bir an bakışlarını bana çeviren genç beni fotoğraf çekmemem konusunda uyarıyor. Günah... Ayakkabılarımı çıkarıp mezarın bulunduğu odaya dalıyorum. İçeride bulunan azize mum yakmakla meşgul. Sessizce baş hareketimle selamlaşıyoruz. Kutsal Ruh adına Selamınayküm... Daracık mağaranın rutubetli ve kasvetli ortamından çıkıp bir tür ayazma hâline getirilmiş dağdan gelen suyun tadına bakıyorum. Mezarın girişindeki mağaranın en kuytu karanlık yerinden bir ağaç yeşermiş, kayaların arasından dallarını ışığa yöneltmeye çalışıyor.
Mar Takla’dan çıkıp hemen arkasında buluna kısa kanyona girmek için derin kayaların arasındaki daracık geçide yöneliyorum. Köy belediyesi anlaşılan buranın düzenlemesini henüz tamamlamamış. Işıklandırma ve zemin düzenlemesi yapılıyor. Kanyon yer yer genişliyor ve buradaki kaya oyuklarında ve mağaralarda yerleşim izleri, güvercin yuvaları göze çarpıyor. Anlaşılan buraları belki de Hıristiyanlıktan önce de barınak olarak kullanıldı. Birkaç yüz metre yokuş yukarı kanyonun içinden tırmandıktan sonra köyün tepesindeki kayaların arka tarafına çıkıyorum. Köyün bu kesiminde bağ ve meyve bahçeleri arasında evler gittikçe seyrekleşiyor.
Beş yüz metre yürüdükten sonra köye hakim bir tepenin üstünde iki şehit aziz olan Mar Sarkis ve Mar Bacchus’e adanmış Rum katolik manastırının (gavurların Azize Serge ve Bacchus Manastırı) önüne ulaşıyorum. Manastırın içerisinde ziyaretçilere yönelik bir hediyelik eşya dükkanı hazırlanmış. Giriş için ücret ödenmiyor ama ziyaretçiler bu dükkandan beğenisine sunulan ve her bütçeye uygun hediyelik eşyalardan alarak manastırın ekonomisine katkıda bulunuyor. Dükkanda birçok dili konuşma becerisine sahip güleryüzlü tezgahtar rahipler, her türlü sorunuza yanıt vermenin yanı sıra, alışveriş yapın ya da yapmayın size manastırın mahzenlerinde hazırlanmış kırmızı şaraptan ikram etmeyi ihmal etmiyor. Benden önce içeriye giren gavur turist grubu manastırdan çok dükkanı doldurmuş. Çoğunlukla boy boy ikonalardan oluşan hediyeliklere saldırıyorlar. Kırmızı yanaklı (şaraptan mı yoksa bol akçeli ticaretin getirdiği heyecandan mı bilmem) tezgahtar rahiplerin keyfi ise hayli yerinde. Küçük tahta parçaları üzerine yağlı boyayla çizilmiş İsa’lı tasvirler mutfa buzdolaplarına yapıştırılmak üzere küçük mıknatıslarla donatılmışlar.
Bölgede yaşayan hıristiyanların çoğunluğu Rum-katolik Melkit kilisesine bağlı. 1999 tarihinde UNESCO’nun dünya mirası listesine kabul edilen köyde her yıl 14 Eylül’de Hacın yüceltilmesi bayramı coşkuyla kutlanıyor. Ortadoğu coğrafyasının genelinde olduğu üzere buradaki hıristiyan cemaatleri başta ABD olmak üzere Avrupalı hıristiyan vakıflarından büyük mali destek almaktadırlar.
Aramilerin tarihine kısaca değinmeyi denersek:
Milattan Önce 12.yüzyılda Hitit Krallığı çökerken, Mısır deniz yoluyla gerçekleşen akınlarla baş etmeye ve Asurlular da Ortadoğu’da egemen olmaya çalışırken, göçebe Sami boyları olan Aramiler tarihte belirmeye başlarlar.
Güneyden gelerek Fırat boyunca yükselip sınır ülkelere sızarlar ve Asurluların denize ulaşmasına engel olurlar. Milattan Önce 1112’de I.Teglat Phalasar Fırat’ı aşan Aramilere karşı Habur’da ülkesini savunur. Asurlular istilacıların akınını Suriye’nin kuzeyine yönlendirmeye başarırlar. Bunun sonucunda Fırat’tan Filistin ve Fenike kıyılarına kadar birçok Arami prensliğinin kurulduğunu görürüz.
Bu küçük devletlere ilişkin bilgilerimiz Asur tabletlerinin, Eski Ahit ve çok kısıtlı Arami kayıtlarının aktardıklarıyla sınırlı. Arami tarihinde yüzyıllara varan dönemler karanlıklar içerisindedir ve günümüzdeki bilgi birikimimizle bu devletlerin yaşamıyla ilgili çok fazla tahminde bulunmak mümkün değildir.
Bu arada Şam bölgesi Aramileriyle ilgili bilgiler görece olarak daha zengindir. III.Ramses Şam’dan Aramice Darmeseq ya da Darmasok’tan eski Dimasqa’ya dönüşen tyr’msk adıyla söz eder. XI.yüzyılda “komşu İsrail krallığına söz geçirecek ve Asur krallığına kafa tutacak kadar güçlü olan Suriye’nin en etkili devleti Arami krallığının başkentidir.
Yerleşikleşmiş olan çeşitli Arami aşiretleri hiçbir zaman bir ulusal kültürün doğmasına olanak tanıyacak bir devlet kuramamışlardır. Kimi zaman Asurlulara ya da İsrail’e karşı bir araya gelmeyi başarmış olsalar da, koalisyonları kısa ömürlü olmuştur. Ancak dilleri zamanla eşsiz bir zenginlik kazanmıştır.
Diplomatlar ve tüccarlar tarafından kullanılan Aramice eski doğunun tümünde kullanılmıştır. Siyasal Arami dönemini kültürel arami devri izledi. Aramice Doğu Roma İmparatorluğunda, Yunancadan sonra en çok kullanılan dil oldu. Sasaniler Aramiceyi resmi dilleri yaptı ve onu dini dil olarak Nesturi ve Yakubilerin sayesinde Çin’e kadar ulaştı.
Özellikle Suriye’de Yunanca hiçbir zaman kabul görmedi. Halk çeşitli “batılı” Arami lehçeleri kullanmaya devam ediyordu. Direnişi kırmak Samilere nasip oldu ve istilacı Araplar bu rolü gönüllü olarak üstlendi. Kendilerinden önceki diğer Sami istilacıları gibi Araplar da egemenlikleri altına aldıkları halkların kültürlerini olduğu gibi kabul etti ama bu haklara zamanla dillerini dayatmayı başardılar.
Önce kentlerde terk edilen Aramice, birkaç yülzyıl sonra Suriye kırsalında da kullanılmamaya başladı. Bu yok oluşun tanığı olan Bar Hebraeus üç ana lehçenin varlığından söz ediyor: edebiyatta kullanıldığı için en saf olanı Edesse, Şam, Lübnan ve Suriye’nin iç bölgelerinde kullanılan Filistinli Harran ve Asur dağlarının ve Irak kırsalının babilli kaba dili Suriye dışı lehçeleri (Süryanilerin kullandıkları Süryanice). XIII.yüzyıldan itibaren Aramice bölgesel kullanım dili olarak kullanılmamaya başladı.
Öte yandan 1632’de Chasteuil Lübnan’da Hasrun’da (Kadişa Vadisi) Süryanice konuşulduğunu söyler ve Eugène Roger Büyük Sedir ormanlarının hemen yakınında üç köyde kullanım dilinin Süryanice olduğunu belirtmektedir. Günümüzde Lübnan’da hiçbir köyde Aramice konuşulmuyor ama Süryanice Marunilerin dini törenlerinde kullanılmaya devam ediyor. Bugün Aramice bölgesel kullanım dili olarak sadece İran Kürdistanında Urumiye Gölüne yakın Tur’Abdin’de ve Anti-Lübnan dağlarındaki üç köy Malula, Gubaddin ve Baha’da konuşulmaktadır.
Günümüzde yaklaşık dört bin nüfusu bir araya getiren üç köy de İsa’nınkine akraba bir dili konuşmaktadır. Birkaç yüzyıl öncesine kadar bu dilbilimsel adacık daha genişti. 1184’te Aramice daha kuzeyde bulunan Seydnaya’da da konuşuluyordu ve Niebuhr 1779 tarihindeki gezisinde Şam vilayetinde Aramice konuşmaya devam eden birkaç köyün varlığından söz ediyordu.
George de Chypre Malula’dan Magloulwn adıyla söz etmektedir; burası Lübnan Fenikesine bağlı bir kazaydı. Rum yazıtlar, bol sayıdaki mezarlar, Bizans dönemine ait yapılar buranın eskiden de önemli bir yerleşim olduğunu ortaya koyuyordu. Arap yazarlar köyden Rumlar gibi Şam’ın bir kazası olarak söz etmektedirler.
Önce Seydnaya ardından da Yabrud’a bağlanmadan önce Malula uzun süre bağımsız bir piskoposluk merkezi olmuştur.
XIX.yüzyıl Malula’lılar için kötü olaylarla doludur. Metropolit Ata Arami diline karşı amansız bir kampanya başlatır. Yazdıkları bu dile karşı yoğun saldırılarla doludur ve düşmanlığını Saint-Leons kilisesinde (Mar Lavandayos) korunan Arami el yazmalarını halkın önünde ateşe verecek boyutta sürdürür. Ancak Malula’da yaşayanların bugün bile aklından çıkarmadığı en kanlı olay Emir Harfus’un dramatik isyanıdır.
1850’de Emir Muhammet Harfus ve kardeşi Baalbek’li Asaf, Havran’da meydana gelen olaylarla meşgul sandıkları Osmanlı idaresine karşı başkaldırırlar. Anti-Lübnan dağlarındaki köylerden kötü donanımlı 2000 kişiyle birlikte Malula’ya geldiler; isyancılara yardım etmeyi reddeden köy halkı ağır tecavüzlerle karşı karşıya kaldı. Sonrasında etrafları sarılan ve köyde mahsur kalan isyancılar bin kişiden fazla kayıp vererek imparatorluk birlikleri karşısında yenildi ve dağıtıldı. Bu kez isyanı bastıran askerler köylülere yağmalamak, çalmak ve öldürmek üzere saldırdı.
1860’ta Şam’da katliamlar gerçekleştiğinde Malula yeniden saldırıya uğradı ve kuşatıldı. Köy sakinleri yerleşimin batısında bulunan büyük mağaralara sığındı ve düşmana direndi. On yıl sonra bölgeden geçen Burton ve Drake elde edilen bu başarıdan hayranlıkla söz ediyorlar. Bu direniş ruhu 1925’deki Dürzi isyanı sırasında yenilendi ve hatta aşıldı. Her yönden etrafı sarılan, aynı anda yirmi köyün saldırısına uğrayan Malulalılar mağaralara ve Aziz Serge manastırına sığınarak, Fransız Ordusu yardımlarına koşuncaya dek sekiz ay boyunca direnebilmişlerdir. En azgın yağmacılar arasında Baha ve Gubadin’deki kardeş “Aramiler” bulunuyordu.
Arami şarkıları artık halk arasında söylenmiyor. Yeni doğan çocuğun duyduğu ilk sözcükler genelde Arapça. Annesinin okuduğu ninni, selamlamalar, lanetlemeler de keza öyle. Çocuk büyüyünce her iki dili de aynı kolaylıkta konuşacaktır.
Lübnan’daki hıristiyanlar gibi Malulalıların birçoğu Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmiş. Bunlardan çok azı geri gelmiş. Diğerleri Şam’da, Zahle’de ve Beyrut’ta fırıncı olmuştur. Kendi arazilerinden elde ettiği rekolte yetersiz kaldığından Malula komşu köylerden buğday temin etmek zorunda kalmaktadır.
Birinci Dünya Savaşından önce Malula’da, Lübnan’da bugün de sürdürülen boyutta güçlü bir ipek endüstrisi varmış. Ancak ipek üretimi zamanla yabancı kumaşların ithaliyle hızla yok olmuş.
Gezdiğim ikinci manastırdan da çıkıp kayaların arasında bulduğu dar bir aralıktan tırmanan araba yolundan yokuş aşağıya köye doğru inmeye başlıyorum. Yolun kenarında küçük bir köprünün ardından yine derin ancak daha gösterişsiz bir başka kanyona doğru yönelen patikayı gözlerimle takip ediyorum. Kısa bir mesafe sonra yılan gibi kıvrılıp kayaların ardında kayboluveriyor.
Yol boyunca özgün evlerin fotoğraflarını çekiyorum; merkeze girmeden kayalık yamacın içine gizlenmiş eski bir mahallenin içerisine dalıyorum. Daracık ara sokaklar çoğu zaman bir evin avlusuna açılan bahçe kapısının önünde ya da üstü kapalı dar geçitlerden geçtikten sonra mahalle arası çıkmazlarıyla sonlanıyor. Malula’nın merkezinde de mahalle aralarında tarihi küçük kiliseler bulunuyor. İç içe geçmiş duvarların izin verdiği boşluktan ilerleyen dar yolun sessizliğini evlerden süzülen yaşam sesleri bozuveriyor. Bir çocuk yakarışı, açık radyonun sesi, hararetle konuşan kadınlar, kime niçin bağırdığı belli olmayan bir adamın öksürükle kesilen hiddeti...
Az önce çıktığım tepelerden bakan İsa iki kolunu yana açmış beni sessizce izlemeye devam ediyor. Gerçi attığım tam daire tur yüzünden boynu tutulmuş olabilir ama yine de şimdiden evim olmaya başlamış Şam’a dönmek için acele etmemde yarar var...