Berdan Çayının kıyısında koşmak
Önyargılı olmak çoğu zaman insanı yanıltır derler ama bu kez öyle olmadı; daha ilk cümlelerini işittiğimde, hepsi de yaşını almış aklı başında bir topluluğun önünde bunları seslendirme ve şoförlere yaklaşım tarzını gördüğümde, yanımdaki arkadaşa, ‘kafile başkanı’ olan ‘kulüp’ saymanı zatın çok yakın bir gelecekte ‘yumruğu yiyeceğini’ söylemiştim. Gerçi bu hamle, şahsen tanımadığım yarış sonrası bira içtiği söylenen, ulaşımını üstlenen otobüs şoförüne seyir halindeyken saldıracak kadar ileri görüşlü, altmış yaşlarındaki başarılı bir ‘sporcudan’ yakışıksız ve belki de ‘bilinçsiz’ bir şekilde gelmişti ama yine de bir anlamda insan ilişkileri cangılında çoğunlukla ‘çivi, çiviyi söküyordu’.
Sahra çölüne gitmeden önce, yeni yeşermiş yemyeşil otlar arasından süzülen bahar havasını son bir kez ciğerlerime çekme fırsatını kaçırmamak için Merter’deki otobüs buluşmamıza, disiplini bozmadan erkenden vardık. Tarsus Yarı Maratonu organizasyonu, Türkiye çapında ulaşım ve konaklama giderlerini üstlendiği kulüp üyesi ya da ferdi katılımcı olan sporcuların İstanbul ayağının yolculukla ilgili yürütme inisiyatifini İstanbul Masterleri Atletizm Kulübü’ne vermiş. Merter’den binen 65’e yakın sporcu olmasına karşın buraya bir tek otobüsün gelmesiyle baştan işaret veren ‘Büyük Maceramız’ başlamış oldu. Yer bulamayan sporcular, diğer iki otobüsle bir türlü gerçekleşemeyecek olan muhteşem ‘buluşma anı’na kadar bir kıtadan diğerine koridorda ayakta yaptıkları ısınma hareketleri eşliğinde yolculuk ettiler. İkinci köprüden buluşmanın öngörüldüğü Burhan Felek Stadyumu'na bir türlü erişemedik. İstanbullu olmayan ama 'kafası daha iyi çalışan' şoför arkadaşların zamanında işe el koymasıyla, ara sokaklarda kaybolmadan ve VIF turizme ait sıfır kilometre araca zarar vermeden, yol üstünde bulduğumuz ilk TIR otoparkında otobüsler birbiriyle buluştu. Daracık kulvarlarda vızır vızır geçen kamyonların arasında ezilmemeyi başararak herkes arabasına yerleşti; TIR kamyonları arasına sıkışmış bu üç otobüs arasındaki garip insan trafiğinden şüphelenen polis ekibi ikna edildi ve isim kontrolü, sayım filan yapılmadan apar topar yola çıkıldı…
Daha Gebze’ye varmadan, sayman arkadaş, her zamanki tavrıyla hiçbir açıklamaya gereksinim duymayarak ’20 liraların’ hazırlanmasını ‘buyurdu’. Kulüp üyesi olmamama karşın ‘adettendir’ ya da ulaşım içerisinde ‘yiyecek-içecek-şoför bahşişi’ v.s. gibi genel giderlerin karşılanmasına yönelik akıllıca bir girişim olduğu düşüncesiyle ‘uyumlu’ bir sporcu olarak ben de üzerime düşeni yaptım. Sonradan toplanan bu paraların kulübe doğrudan gelir olarak kaydedildiğini ve bu uygulamanın her zaman bu şekilde yapıldığını öğrendim.
Oysa kusursuz bir şekilde ‘her şeyi’ üstlenen ve muhtemelen bu tür ‘emrivaki mecburi tahsilat’ girişimlerinden habersiz olan Tarsus Yarı Maratonu organizasyonu, katılımcıların fazladan ‘para harcamamaları’ için, ulaşım-konaklama giderlerini üstlenmiş, Makarna Partisi, Pazar sabah kahvaltısı ikramları ve fuardaki standlarda kullanılmaya yönelik önceden verilen 7.- TL’lik kuponlarla bu konuda elinden geleni yapmıştı.
Cumartesi sabah, 800 kilometrelik yolculuktan sonra 11:00 civarında Tarsus’a varıldı. Yarı maraton organizasyonu tarafından öngörülen tertemiz Suphi Öner Öğretmenevi’ndeki odalarımız bizi Mersin’de beklerken, anlaşılmaz bir dayanıklılık sınavını geçmek için ‘hac farizamızı’ sürdürmek üzere ‘Eshab-ı Keyf’ yani Yedi Uyurlar mağarası için 14 kilometre kuzeybatıdaki Dedeler köyüne devam ettik. Yor sersemliği içerisindeki kimi elit sporcuların mağaranın derin dehlizlerinin ıslak zemininde kayıp düştüğünü ama şans eseri sakatlanmadığına tanık oldum. Dünyanın ve Anadolu’nun birçok yerinde benzerine rastlanan "Yedi Uyurlar" inanışının bir örneği de Tarsus'un 12 km kuzeyindeki Eshâb-ı Kehf Mağarası. Encülüs Dağı’ndaki bir mağaraya sığınan Meksemlina, Yemliha, Mislina, Mernuş, Debernuş, Şazenuş, Kefeştatayyuş isminde yedi genç ile köpekleri Kıtmır'in 309 yıllık bereketli uykularının öyküsü bu (bize de nasip olsa keşke…). Encülüs Dağı eteklerinde doğal bir çöküntünün mağara şeklini aldığı yaklaşık 200 m2 lik kapalı bir alandan oluşmakta. Ben açıkçası Efes’teki mağarayı efsaneye daha uygun bulmaktayım.
‘Zamanın geçmesi için’ buradan Tarsus Şelalelerine gidilip ‘turistik geziye’ devam edildi. Taşıdığı alüvyonlarla Çukurova deltasının ortaya çıkışında önemli rol oynayan toplam 142 km uzunluğundaki Berdan (Cydnos) Irmağı, Orta Toroslardaki Bolkar Dağları’ndan doğan derelerden beslenmekte. Soğuk su anlamına gelen Berdan, aynı zamanda kentin 4 km. kuzeyinde doğal bir güzelliği de barındırmakta. Berdan Şelalesinin bulunduğu yerde Bizans imparatoru Justinyen (M.S. 527-565) tarafından yatağı değiştirilirken, aslında Roma dönemi sonlarına dek kullanılmış nekropol alanında geniş ve yüksek bir çağlayana dönüşmüş. Kenti su taşkınlarından korumak için yapılan bu çalışma sonunda bugün yaklaşık 15 m. yükseklikteki konglomera kayalıklardan dökülen su, özellikle kış ve bahar aylarında karların erimesiyle en yoğun debisine ulaşmakta. Bugün aynı noktada yer alan nekropoldeki basamaklı ya da rampalı (dromos) oda mezarlar, oyuldukları konglomera kayaların zayıf oluşuyla güçlü akıntılara karşı koyamayarak büyük ölçüde tahrip olmuş. Berdan Çayının buz gibi sularıyla temas ederken tertemiz suyun beyaz köpüğüne dalıp, Berdan barajından Ege dağlarına oradan da sonsuzluğa uzanan destanıyla Tarsus’un yiğit evladı Arap asıllı Altan Berdan Kerimgiller’ı saygıyla anıyorum.
Başlangıçta yorgunluğun da etkisiyle ‘sevinerek’ karşıladığımız bu ‘gezeleme halinin’ daha sonra bilinçli bir şekilde, aynı gün saat 16:00’da düzenlenecek ‘Makarna Partisi’ öncesi Belediye Başkanı ve protokolün konuşmalarını tüm kafile ‘eksiksiz bir şekilde’ dinlesin diye örgütlendiği çok sonra anlayacak, ama iş işten geçmiş olacaktı. Büyük olasılıkla yaşadığımız ‘zorunlu’ maceradan ne başkanın ne de organizasyonun haberi vardı. Zil çalan karnımızın sesini Berdan Çayının gür sularının ‘şırıltısıyla’ bastırdıktan sonra törenlerin yapılacağı yeşillik alana varıp beklemeye koyulduk. Ama daha törenlere iki saatten fazla süre vardı. Bizim varmamızdan saatler sonra yavaş yavaş ses düzeni kuruldu, zabıtalar geldi, pankartlar asıldı, panayır alanı düzenlendi ve çok sonra da ziyaretçiler gelmeye başladı. Yaklaşık 20 saattir uykusuz, yorgun ve acıkmış olan çoğunluğu 45-60 yaş arası sporculardan oluşan ‘İstanbul Kafilesi’ dışındaki kafileler saat 16:00’ya az kala, otellerinde biraz uyumuş, duş almış ve ‘kendilerine gelmiş’ bir şekilde otobüsleriyle tören alanına gelmeye başladılar. Onların dinç hallerini izlerken morarmış gözlerimiz dolu dolu oldu.
Zorunlu olarak saatlerce ‘gezelenen’ aç sporculardan oluşan İstanbul Kafilesinin tümü arkalarını ‘ulvi’ konuşmaların yapıldığı sahneye dönerek, yeşil saha üzerinde kurulan dört adet ‘Makarna İstasyonunun’ önünde bir an önce konuşlandı. Saygı duruşu ve İstiklal Marşı dışında yüzler sahneye değil makarna kazanlarına dönüktü. Başkan konuştu mu konuşmadı mı farkında değilim; diğer aç sporcu arkadaşlar gibi tüm dikkatimi elinde kepçe dağıtım emrini bekleyen belediye görevlisinin yüz mimiklerine vermiştim.
Ne yediğimi, ne içtiğimi, ne yuttuğumu hatırlamıyorum, sahnede neler olduğunu bilmiyorum ama üçüncü makarna kasesini bitirdikten sonra çimenin üzerine düştüğümde ‘kan şekerimin’ yerine geldiğini fark ettim. Yarış öncesi ‘karbonhidrat bombardımanı’ dedikleri buydu herhalde…
Tepemizdeki paraşütlüyü izlerken çimenlerin üzerinde uykuya dalmak üzereyken, nihayet otobüslere binildi ve gecenin karanlığında Mersin’deki öğretmenevine vardık. Odaya yerleşip duştan çıktığımızda saat 21:00 olmuştu bile. Bayılıp yatağa düştüğümde, hızla yuttuğumuz makarnaların gazının etkisiyle bol karbonlu kabuslar ardı sıra dizilmeye başladı. Az önce banyo aynasında gördüğüm, 24 saati geçmiş ve morarmaya başlamış ‘eks’ yüz ifadeli, iskeletli ve kadavralı bir ‘sağlıklı yaşam koşusu’nda diğer kadavraların üstüne basa basa birinci oluyor ve minyatür iskelet kupayı kaldırıyordum.
Sabah 6’da önce cep telefonları, ardından saatler sonra da tesisin uyandırma servisinin telefon sesleri asıl kabusun henüz bitmediğini ısrarla hatırlatıyor. Tesisi terk etmek istemeyen isteksiz adımlarla kahvaltı salonuna indiğimizde ‘her şey dahil’ açık büfe kahvaltının dayanılmaz cazibesine kapılmış ‘profesyonel ve elit sporcu’ arkadaşların az sonra başlayacak yarışı unutarak, dünkü sıkıntıların intikamını alırcasına karınlarını doyurduklarını görüyoruz. Ama acı çekmeyi zevke dönüştürme konusunda bir hayli yol almış biri olarak onları izlemekle yetinip sadece iki küçük paket balın ‘sağaltıcı’ etkisine sığınıyorum.
Neyse, Tarsus parkındaki ısınma hareketleriyle ‘nekroz halinden’ az çok ‘yaşam haline’ geri dönmeye başlıyorum. Sonrası bildik koşu manzaraları: önden ceylan gibi fırlayan Kenyalı ve Etiyopyalı kardeşlerimiz, beni geçen, benim geçtiğim tanıdıklar v.s. Hırslı arkadaşların her zamanki bahaneler eşliğinde yaptığı, ‘kaçta koştun, ne yaptın’lı yoruma açık sübjektif değerlendirmeler… Her şeye rağmen, İncirlik'ten gelip koşuya katılma cesareti gösteren yankee'lerin 'alayını' büyük bir zevkle ve farkla geçerek, Cezayir Alger Maratonunda yaptığım dereceyle bir yarı maratonu daha ‘ayakta’ tamamlıyorum. Bu kıyamet yolculuğunda, kendimden başka yeni ‘koşu bağımlıları’nı yakından tanıma fırsatı bulduğuma sevinerek kendimi avutuyorum.
Bol laktik asitli acılar eşliğinde 'yengeç yürüyüşümüzle' bıraktığımız yerden, İncil’in yazarlarından St.Paul’un memleketi Parthenia’yı yani Tarsus’u gezmeye devam ediyoruz.
Önce bitiş noktasına yakın olan ve Tarsus’un ilk sakinleri Luvilerin yerleştiği çam ağaçlarıyla kaplı yeşillik bir alan olan Gözlükule Höyüğüne yöneliyoruz. Yolda, koşarken de altından geçtiğimiz, Bizans döneminde Tarsus surlarının batıya açılan ana kapısı olan Kleopatra Kapısını geziyoruz. Limana yakın olması dolayısıyla "Deniz Kapısı" ya da Seleukia güzergahında olduğu için "Silifke Kapısı", 19. yüzyıla ait gezi notlarında St. Paul Kapısı, yakın bir döneme kadar da "Kancık Kapı" olan ismi bugün Kleopatra Kapısı olarak da anılmakta. Bu antik kent kapısı adını Cleopatra ile ünlü Roma komutanı Marcus Antonius’un buradaki buluşmasından alır.
Tarsus'un merkezinde Cami-i Nur semtinde bulunan iki ayrı tepeden oluşan 300 metre uzunluğundaki Gözlükule höyüğünde yapılan kazılarda erken Tunç çağına ait buluntular elde edilmiş. Turizm Bakanlığının sorumluluğu altında yeşillik alan çok bakımsız ve pislik içerisinde…
Höyükten çıkıp hemen yakınlardaki Hıristiyan mahallesinde bulunan 16ncı yüzyılda inşa edilmiş olan St.Paul Kilisesine (Arap Ortodoks Rum Kilisesi) yöneliyoruz. Hıristiyanlar için Kudüs’ten sonra ikinci derecede öneme sahip bu mekan, inanç turizmi açısından büyük değer taşımakta.
Aynı mahalledeki Misak-ı Milli İlkokulu, Şakir Paşa Konağı ve 1888 yılında St.Paulus Enstitüsü olarak kurulan Amerikan Koleji binaları, mimarileriyle ilgi çekici. Buradan şehir merkezine geri dönüp St.Paul Kuyusuna yöneliyoruz. Antik Cadde’nin 200 metre kuzeydoğusunda yer alan 21 metre derinliğindeki kuyu ve yakınındaki yapı kalıntıları, halk arasında Aziz Paul'un yaşadığı ev olarak anılmakta. Tarsus'taki Hıristiyan cemaatince kuyu suyunun kutsal olduğuna ve şifa getirdiğine inanılırmış.
Kilisenin bahçe kapısından (doğu) 100 metre ötede Bilal-o Habeşi Mescidi bulunmakta. İslam ordularının fethettiği yerleri dolaşan Hz. Muhammet'in müezzini Bilal-i Habeş'in ezan okuyup namaz kıldığı yerde yapılmış. Ulu Cami’nin güney-batı köşesinde yer alıyor.
Mescidin yanı başında bulunan, 1579'da yaptırılmış olan ve bir zamanlar Beyaz Çarşı olarak da anılan dikdörtgen planlı Kırkkaşık Bedesteni, başlangıçta aşevi ve medrese olarak kullanılmışsa da, cumhuriyetten sonra kapalı çarşıya dönüştürülmüş. Bedesten adını dış cephesinde bulunan kaşık süslemelerinden almakta.
Yine yakınlarda, 1579 yılında inşa edilen Cami-i Kebir ya da Cami-i Nur diye de bilinen cami, eski şehrin merkezini oluşturmakta. Etrafındaki türbe ve imaret, 1895'de yapılan saat kulesi ile geniş bir külliye görünümünde. Yapımında aynı yerde bulunan antik çağdan kalma bir Roma tapınağının taşlarından yararlanılmış.
Tarsus’ta diğer gezilecek mekanları sayacak olursak :
ANTİK CADDE : Antik Çağda St. Paul, Cicero, Julius Casear (Augustus), Athenedoros, Nestor, Kleopatra, M.Antonius ve Hadrian tarafından kullanılmış olan antik cadde bugün modern Tarsus'un merkezinde yer alıyor. Poligonal bazalt taşlarıyla döşeli 6,5 metre genişliğindeki yolun bugün ancak 60 metrelik bölümü ortaya çıkarılabilmiş. İlk bakışta göze çarpan balıksırtı formu ve hemen altındaki kanalizasyon tertibatı, mimari açıdan Anadolu'daki diğer yollardan farklı olduğunu ortaya koymakta. Caddenin doğusunda sütunlu bir platform, batısındaysa daha geç bir döneme, M.S.IV yüzyıla ait mozaik kaplı avlularıyla eski Roma evleri ve batısında ise agoranın kalıntıları bulunmakta. Biz dışarıdan bakmakla yetiniyoruz.
ROMA HAMAMI : Roma dönemine ait bir diğer önemli yapı ise büyük bir hamama ait kalıntılar. Donuktaş Tapınağı ile hemen hemen çağdaş olan yapı aynı teknikle inşa edilmiş. Büyük bir kütleye sahip olması nedeniyle arka mahallelere ulaşımı kolaylaştırmak için yapıda açılan geçitleri halk bugün "Altından Geçme" ya da "Kemeraltı" olarak adlandırmakta.
DONUKTAŞ ROMA TAPINAĞI : "Donuktaş" ya da "Dönüktaş" gibi isimlerle anılan Roma tapınağı, özellikle kuzey ve doğu duvarlarına dayanan binalar tarafından kuşatma altına alınmış. M.S. 2. yüzyılın sonlarına doğru inşasına başlandığı, ancak bitirilemediği anlaşılan yapı 18. yüzyıldan bu yana birçok araştırmacının da ilgisini çekmiş. Büyük olasılıkla kalıplar halinde dökülen ‘Roma betonu’ duvarların yüksekliği 8 metre civarında olup, yer yer kullanılan kireç taşı bloklarla desteklenmesi sağlanmış.
ROMA YOLU : Bugünkü Tarsus-Pozantı otoyolunun antik yolu büyük ölçüde tahrip ederek aynı güzergahı kullandığı bilinmekte. Büyük kısmı tahrip edilmiş olmakla birlikte Ankara asfaltının 14 km. batısında Sağlıklı Köyü tepelerinde bulunan kireçtaşıyla döşenmiş ve yaklaşık 2 km devam eden bir bölümünün bugün hâlâ ayakta olduğu söylenmekte...
MAKAM-I ŞERİF CAMİİ : Hz.Davut’un soyundan gelen Yahudilerin peygamberi Hz. Danyal'ın mezarının bulunduğu ve Ulu Cami ile birlikte eski şehrin merkezini oluşturan Makam Camii 1857 yılında bir hayırsever tarafından yaptırılmış. Caminin onarım çalışmaları aşağı bölümlerde, suyun giriş yerinde iri ve düzgün mazgal demirleri bulunmuş. Danyal Peygamberin mezarının bu mazgallardan geçen suyun çok aşağısında olduğu düşünülmekte.
ESKİ CAMİİ : St. Paul’a adanan kilise 1415 yılında camiye dönüştürülmüş. Tarsus’taki en eski ibadet yerlerinden biridir.
MENCİK BABA ZAVİYESİ : Tekke Mahallesinde bulunan Horasanlı Mencik Baba’nın yaptırdığı bir zaviye.
KUBATPAŞA MEDRESESİ : 1550’li yıllarda Kubat Paşa tarafından yaptırılmış. Yapımında bütünüyle kesme taş kullanılan yapı sade bir görünüşe sahip.
ŞAHMERAN HAMAMI : Makam Camii’nin kuzeyinde yer alan yapı eski bir Roma Hamamı’nın temelleri üstüne inşa edilmiş.
YENİ HAMAM : Ulu Cami’nin bulunduğu alanın doğusunda yer alan hamam 1785 yılında Mîr el-Hâc Tor-zâde tarafından yaptırılmış.
ESKİ ŞEHİR/ TARİHİ TARSUS EVLERİ : Tarsus evlerinin hemen hepsi eski şehir surlarının içinde kalan ve bugün isimlerini büyük ölçüde koruyan Cami-i Nur, Tekke, Sofular, Kızılmurat, Tabakhane, Şehit Kerim ve Eski Ömerli mahallelerinde yoğunlaşmakta. Yarış parkurunun son bölümü de buradan geçirilmiş… Dar sokakların her iki kenarına sıralanmış evlerin mimarisinin oluşumunda taş, kerpiç ve ahşabın büyük bir uyum içerisinde kullanıldığı görülmekte. Sokağa dik ya da paralel yerleştirilen iki plan tipine sahip Tarsus evlerinde genelde alt katlar "işlik" olarak düşünülmüş. Her evde mutlaka küçük ya da büyük bir avlu yer almış. Yaşamın büyük bir bölümünün geçtiği bu mekanlar yüksek duvarların ardında olmasına rağmen ferahtır ve genelde küçük bir bahçe görünümünde. Öte yandan Tarsus ev geleneğinin en etkileyici yanı kapıları. İç bölümlerdeki sadeliğe karşın girişlerdeki yoğun süsleme tüm doğuda olduğu gibi geometrik ve bitkisel desenlerle zenginleştirilmiş. Restorasyondan geçirilen eski evlerde kurulan bar, otel, pansiyon gibi ‘işletmelere’ ait pankartlar ve reklam panoları, mekanın bütün güzelliğini ve özgünlüğünü yok etmekte.
NUSRET MAYIN GEMİSİ : 18 Mart 1915'te "Muhteşem Armada" olarak tanınan dünya donanmasını durdurarak bugünkü dünya coğrafyasının sınırlarını belirleyen kahramanlığıyla hatırlanan Nusret Mayın Gemisi, 1912 yılında Almanya'nın Kiel şehrinin Germania tersanesinde inşa edilerek 1914'te Osmanlı Ordusu'na teslim edilmiş. Gelişmiş manevra yeteneği nedeniyle Çanakkale Boğazı'nda görevlendirilmiş. 1955 yılına kadar bu görevini sürdürdükten sonra terhis edilmiş ve 1962 yılında özel sektöre satılmış.
TARSUS MÜZESİ : 1966 yılında restorasyonu yapılan Kubat Paşa Medresesi , 1971 yılında müze haline getirilerek ziyarete açılmış. Müzede etnoğrafik ve arkeolojik eserlerin sergilendiği iki büyük salon bulunmakta.
Bu güzel etkinlik sayesinde, 24 saat içerisinde Tarsus’u koşarak, yürüyerek ve son bölümde kasılmalar eşliğinde kısmen ‘sürünerek’ de olsa gezme olanağı bulduk.
İstanbul kafilesinin yaşadığı tatsızlıklardan habersiz olan, dar bütçesine karşın kusursuz yürütülen organizasyonda büyük emeği olan Nadir Durgun Beye teşekkür ve tebriklerimizi iletmek borcumuzdur. Küçük bir ilçenin dar bütçeli maraton organizasyonundaki başarının, özenin, ‘bonkörlüğün’ ve izzeti ikramın, zengin gelirlere sahip İstanbul gibi büyük kentlerin 'devasa' organizasyonlarına örnek olmasını diliyoruz.
Ayaklarımız geri geri giderek kendimizi dönüş yolu için otobüslerimize bineceğimiz parkın çimenlerine atıyoruz. Sonrası devam eden macera ve herkesin gözü önünde Aksaray Orhan Ağaçlı Tesislerinde tartışma ve patlayan yumruk… İdarecilerinin uğradığı saldırı karşısında sessiz kalan, araya dahi girmekten kaçınan diğer kulüp üyeleri… Ne diyelim, biz de idarecinin, “sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını” severiz.
Neyse ki kıyısına kadar gelmemize rağmen ölmeden gittik, gezdik, gördük (hem de kısmen koşarak…) ve kazasız belasız döndük.
Bu kadar ironik bir anlatıyı Feridun Andaç’ın sözünü biraz değiştirerek bitirmek ‘durumu kurtarmak’ için daha uygun olacak:
Kentleri anlamak için orada yaşamak yetmez, caddelerinde koşmak da gerekir…