Skip to main content

Beyaz Şehir: Bir daha çal...

 

Ben bundan daha beyazını, daha heybetlisini Cezayir’in başkentinde görmüştüm. Fransızların vaktiyle ikinci vatanlarına yaptıkları beyaz cepheli, turkuvaz korkuluklu balkon ve pancurlu düzgün ‘sömürge evleri’, Beyaz Ev Kazablanka’dakilerden daha gösterişliydi. Hem binaların önündeki traşlı her dem yeşil ağaçları daha heybetli ve daha bakımlıydı.

 

 

 

 

Mağrip bölgesinin ve Fas’ın en büyüğü, öyle fazla gezilecek yeri olmayan koskocaman bir şehri yarım gün içerisine sığdırmak üzere, trene binip yaklaşık 50 dakika sonra merkezde iniyorum. Afrika’nın daha da güneyine inmek için yapacağım aktarma sırasında dört saatlik bir zaman aralığım var.  

 

İlk önce, Dar-ül Beyda, yani Beyaz Ev Kazablanka’nın eski şehir merkezi sayılabilecek Medina’ya yöneliyorum. Kent 15 nci yüzyılda korsan yatağına dönüşen Berberi Anfa köyünün bulunduğu yere kurulmuş. Kazablanka daha sonra sömürgeci Fransızların işgaliyle birlikte ticaret merkezi ve Fas’ın en büyük limanı haline gelmiştir. Önce İspanyol tüccarlar, ardından da Fransızlar bölgeye yerleşmeye başlamışlar.

 

Limanın arkasında yer alan eski şehir Medina’ya vardığımda, sur içine açılan kapıdan içeriye giriyorum. Perşembe (tıpkı bizim Cumartesimiz gibi) öğle sonrası olduğu için küçük turistik eşya satan dükkanlar dışındaki işyerleri kapanmaya başlamış. Hızlı bir şekilde Medina’nın dar sokaklarında dolanıp Dar El Mahzen, Sidi Bu Smara Kubbesi ve Skala camilerine ‘dışarıdan’ bakıyorum. Kazablanka’nın medinası Alger, Fes ya da Marakeş’inkine göre daha az ilgiyi hak ediyor.   

 

Marechal meydanından Birleşmiş Milletler meydanına varıp 1911’de inşa edilen saat kulesinin yanından geçerek, II.Hasan Camiine doğru pazaryerinin, yani Anfa’nın yanı sıra yürüyoruz. Birleşmiş Milletler Meydanı eski şehir, yani Medina’yla modern şehir arasındaki bağlantıyı sağlıyor.

 

Caminin Dünyanın en yükseği olan, 200 metrelik minaresini uzaktan kollayarak ara sokaklardan yönümü kestirmeye çalışıyorum. Yarım saat sonra deniz kenarındaki muhteşem yapının kıyısına varıyorum. Mekke yönünü gösteren 40 kilometrelik bir lazer yerleştirilmiş minare yanına yaklaştıkça devleşiyor. Hasan II Camisinin tasarımını Fransız mimar Michel Pinseau yapmış. 20 dönümlük kapalı alanıyla 25 bin kişiye içeride, avlusuyla birlikte ise toplam 80 bin kişiye hizmet verebilmekte. Normal şartlarda turistlerin camiyi gezmesi için, yaklaşık 12 euro karşılığında, saat 09:00, 10:00, 11:00 ve 14:00’te düzenlenen (Cuma günleri sadece 9:00 ve 14:00’te) rehberli gezilere katılmak gerekiyor. Kapıdaki görevliye bahşiş verip dilediğiniz saatte içeriye girmek de mümkün.

Devasa yapı, Kabe ve Şah Faysal Camisi’nden sonra İslam dünyasının en büyük üçüncü ibadet yeriymiş. Özellikle kırsal alanda halkın büyük bir bölümü yoksulluktan kırılırken, Fas Kralının 60 ncı doğum günü için yaklaşık 1 milyar dolara yaptırılmıştır. Ne dersiniz, Türkiye İstatistik Kurumu’nun sayı cambazlıklarıyla her yıl artan milli gelirimize karşın yoksul ile varsıl arasındaki uçurumun her geçen yıl arttığı ülkemize ve onun postmodern Amerikancı padişahına da benzer bir yapıt, benzer bir ‘çılgın proje’ yakışmaz mı?   

 

Caminin güneyinde kentlilerin ‘corniche’ adını verdikleri güzel bir kumsal var.  Ama burada oyalanmaya zamanım olmadığı için bir taksiye binip Kazablanka Katedrali de denilen Sacré Coeur Katedraline gidiyorum. Az önce gördüğüm caminin boyutlarında olmasa da yine de heybetli duran yapı artık ibadet için kullanılmıyor. Mağribi mimarisini güzel bir örneği olan ve 1930’da inşa edilen katedral çeşitli sanat etkinliklerine ev sahipliği yapıyor. Katedralin olduğu yerde, yani şehrin tam merkezinde, Hasan II caddesinin alt tarafında Parc de la Ligue Arabe (Fransızların eskiden Place Lyautey dediği Arap Ligi Parkı) bulunuyor. 

 

Buradan Wilaya denilen, 1930’da inşa edilen ve 50 metre yüksekliğinde bir kuleye sahip valilik binasına bakıyorum. Bina içinde Jacques Majorelle’e ait iki tablo bulunmakta.

 

Bir süre Birleşmiş Milletler Meydanının yan tarafındaki yaya yolunda yürüdükten sonra daha henüz başlamamış bir macerayı kaçırmamak için havalimanına gitmek üzere gara koşuşturuyorum.

 

Kentte benim gezmediğim, Salı ve Cumartesi günleri 11:00 ila 18:00 arası açık olan ve 50’li yıllardan günümüze plastik sanatlar sergilerinin yer aldığı bir Çağdaş Sanatlar Müzesi (girişi yaklaşık 1 euro); 1956’da inşa edilen Notre Dames de Lourdes Kilisesi, adalet sarayı olarak hizmet veren 1925’te inşa edilen Mahkama binası, 1918’de inşa edilen Kazablanka Büyük Postanesi, İslam dünyasındaki tek örnek olan, içerisinde tablolar, gündelik kullanım eşyaları, fotoğraflar bulunan Fas Musevileri Müzesi (Pazartesi-Cuma günleri arasında 09:30 ila 17:00 arasında açık ve yaklaşık 3 euro) ve kent sakinlerinin sıklıkla şifa dilemeye gittikleri Cezayirli ermiş Sidi Aburrahman Talibi türbesinin bulunduğu ve ancak gel-git sırasında dalgalar izin verdiğinde ulaşılabilen ada ziyaret edilebilir.    

 

1942’de efsaneleşen Hollywood yapımı,  Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman’ın ‘tüm zamanların en iyi aşk filmi’ ‘Casablanca’ film olmasaydı belki de kentin adı dünyada bu kadar duyulmayacaktı. Ben filme ilişkin çok fazla bir şey hatırlamasam da, siyah beyaz renklerden çok, sararmış saman kağıdı renginde, ‘piyano çalan bir adam ve onun başında bir kadın’ ve ‘bir daha çal Sam’ (Play it, Sam. Play ...) repliğini iyi anımsadığımı söyleyebilirim.   

 

Kazablanka, Fas’ta illa da görülmesi gereken çok da önemli bir turistik kent değil. Ancak gezmeyi ‘ülkenin dokusuna nüfuz etmeden’ bir tür inatçı kolleksiyonculuk olarak görenlere, ‘orayı da gördüm’ demeleri için bir uğrak olabilir. O da en fazla bir günlüğüne...