Massinissa'dan Timgad'a
‘Her mekanın kendine ait bir yazgısı vardır’ demiş OVIDIUS. Bu uçsuz bucaksız başak sarısı ağaçsız bereketli toprakların yazgısı da arpa ve buğdaydan olmalı. Sağımız, solumuz, önümüz, arkamız ekin...
Haftada bir gün yaptığım asfalt uzun koşularında dönüş yaptığım, 11nci kilometredeki Ouled Rahmoune jandarma ana kontrol noktasında kaleşnikoflu genç askerleri selamlayıp güneye yöneliyoruz. 90’lı yıllardaki kanlı iç savaş sonrasında, karayolları üzerinde, il, ilçe ve hatta köy girişlerinde ağırlıklı olarak jandarmanın kurduğu barikatlar araç kontrolleri yapılıyor. Bu denetimler özellikle başkent Alger çevresinde abartılı bir şekilde uygulanıyor ve gün boyu yoğun trafik aksaklıklarına neden oluyor. Üç şeritli otobanda saatte 100 kilometre hızla giderken trafik birden kesiliveriyor ve hiç te güvenlikli olmayan kilometrelerce kuyruklar oluşuyor.
Cezayir’de kıyının iç taraflarındaki dağlık bölge olan Aures’lere yöneliyoruz. Ülkenin doğusunda Tunus sınırına yakın, Sahra Atlaslarının devamı sayılabilecek bu dağlık bölge tarih boyunca savaşçı yiğit kabilelerin direnişlerine ev sahipliği yapmış. Sıradağların en yükseği 2 328 metre rakımlı Chelia Dağı. Bölge zengin su kaynaklarına ve yeraltı zenginliklerine de sahip. Berberlerin Şaui (Chaoui) kolunun anavatanı bu bölge özellikle Fransız sömürgecilerine karşı Cezayir halkının yürüttüğü ulusal kurtuluş savaşı sırasında, 1 numaralı vilayet ilan edilerek önemli bir rol üstlenmiş. Aures diyarının VIInci yüzyıldaki efsanevi prensi Koseyla ve Emevilere karşı direnen savaşçı berber kraliçesi Kahena’nın geleneğini sürdüren, FLN (Ulusal Kuruluş Cephesi)’nin tarihi önderlerinden Mustafa Ben Bulaid ve Larbi Ben M’Hidi bu bölgenin değerlerinden.
Anayol kenarına sağlı sollu dizilmiş Çin’deki ortaçağ yapılarına benzer çok katlı ve kuleli güzel yeni evleriyle Ain Mlila’yı geçtikten sonra, Aures’lerin öncülerine bir hayli yaklaştığımız bir noktadan Batna’ya giden yolu doğuya doğru terk ediyoruz. Hedef yaklaşık 8 kilometre ötedeki Medrasen ya da Imedghassen anıtmezarı. Batna yakınlarındaki bu mezar Cezayir’de Numidyalılara ait en eski anıtmezardır (Kuzey Afrika’da da keza). Tipaza’da bulunan Moritanya Kraliyet Anıtmezarından daha görkemli duran bu yapı Milattan Önce III. yüzyılda yapılmış. Bu devasa konik yapının çevresinde Dor tarzı sütunlarla süslenmiş. Anıt Cezayir yetkililerince 2002 yılında Dünya Mirası listesine aday gösterilmiş ve Dünyada tehlike altında olan 100 eser arasında yerini almış.
Dışarıdan bakıldığında, çoğu Berber yapısında olduğu gibi Medghassen anıtının temeli silindir biçiminde. Silindir daha sonra kademeler halinde yükselen bir koniye dönüşüyor. 59 metre çapında ve 18,50 metre yüksekliğindeki yapıda, kurşun kaplı tahta parçalarıyla birbirine bağlanmış büyük dörtgen taşlar kullanılmış. Temel boyunca dizilen 60 Dor sütunu anıtmezara Helenistik bir hava kazandırmış. Sütunlar arasında üç tane sahte kapı yapılmış. Anıtmezarın en tepesinde üzerinde zamanında muhtemelen aslanlar, at arabaları gibi heykellerin yer aldığı bir platform yer alıyor. Çok yağışlı bir bölgede bulunan yapı yılların bakımsızlığıyla birlikte çok hasar görmüş ve ana gövdede yer yer çökmeler oluşmuş. Batna ili Bayındırlık Müdürlüğü anıtın acilen onarımı için 40 milyon Cezayir Dinarı tutarında bir bütçe ayırmış.
İbni Haldun, Berber tarihçilerin Kral Madghis’i Numidyalıların atalarından biri olarak andıklarını belirtiyor. Ona göre Madghis Berberlerin Botr kolundandır ve Berber kabilesi Sandhadjalardan gelmektedir. Honoré Gilbert’e göre Madghis Numidiyalıların ve muhtemelen de Massinissa’nın atasıdır.
Rivayete göre XIX uncu yüzyılda yapılan kazılarda arkeologlar anıtmezarda kayda değer bir şey bulamamışlar ve mezarda bulunan kalıntılar Osmanlılar döneminde talan edilmiş. Cezayir’i talan eden Fransızların yaydıkları bilgilere göre, tıpkı Tipaza yakınlarındaki Moritanya Kraliyet Anıtmezarında olduğu gibi burada da Konstantin Valisi olan Osmanlı Komutanı Salih Bey, merkezine ulaşabilmek için anıtmezarı top atışına tutmuş. İsim benzerliği itibariyle Osmanlı’yı körü körüne savunacak halimiz yok ama aynı dedikoduyu yayan çok şerefli, temiz aile çocuğu sömürgeci uyaroğlu Fransızlar, utanmadan önce 1854’te komutan Brunon ve daha sonra Hahambaşı Cohen’in yaptığı kazılarda bulduğu takı, iskelet ve bazı özel eşyaları, -kendi paylarını fazlasıyla aldıktan sonra- Paris Müzesine kaçırmış. Daha sonra bunlar da Paris müzesinden bir şekilde yürütülmüş.
Anıtmezarı yalnızlığıyla baş başa bırakarak, Fatima’nın yola uzaktan bakan zeytinyağı fabrikasını izleyerek Batna’ya devam ediyoruz. Merkeze girmeden havaalanına bağlantı veren çevre yolundan Tazoult’a ulaşıyoruz. Burası Milattan Sonra 81 yılında III üncü Roma Lejyonu tarafından kurulmuş bir garnizon kenti. Roma devrindeki ismi Lambaesis. Bir süre Numidya’nın başkenti de olan bu yerleşim lejyon tasfiye edildiğinde 238 yılında askerlerin çekilmesiyle ekonomik açıdan gerilemeye başlamış. V inci yüzyılda Berberler tarafından kent yerle bir edilmiş. Roma devrinde burası siyasi tutukların gönderildiği bir merkezdi. Cezayir’in ırzına yeltenen Fransızlar da onları taklit ederek burada bir ceza sömürgesi oluşturmuşlar. Sömürge döneminde, 1850 yılının Ocak ayında yayınlanan bir kararnameyle burada bir askeri cezaevi kurulmuş. Haziran 1848 isyanlarına katılanlar burada tutulmuşlar. Antik kentin kalıntıları genelde alışılageldiği üzere önce cezaevinin inşaatında ardından da sömürgecilerin karargahının yapımında kullanılmış. Cezayir halkının kurtuluş savaşında burası bir işkence ve tutsak merkezi olarak görev yapmış.
Bağımsızlık sonrasında bu zindan, bu kez Cezayir devletince cezaevine dönüştürülmüş. Ne yazık ki kuruluşundan beri doğan gelenek bugüne kadar eksiksiz olarak sürdürülmekte. Bu kez sıra iktidar muhaliflerindedir.
Ana yoldan ayrılıp bozuk bir toprak yoldan kapıya ulaşıyoruz. Kimsesiz, bekçisiz kapıdan çitle ‘korunan’ antik bölgeye girip, yüksek duvarlarının tepesinde birçok leyleğin konuşlandığı, ‘dimdik ayakta duran’ Lambaesis garnizonuna yöneliyoruz. Kentin ana caddelerinde kullanılan iri döşeme taşlarına neyse ki fazla dokunulmamış. Garnizonun batı yönünde yine iri taşlarla döşeli geniş bir içtima alanı var. Buradan bugünkü hapishanenin binası çok rahat görünüyor. İçtima alanının arkasında zemin altı sıcak su galerileriyle kısmen ayakta kalmış hamam yapısına yöneliyoruz. Leylekleri şaşkınlıklarıyla bir başına bırakıp asıl hedefimiz Timgad’a devam ediyoruz.
Colonia Marciana Traiana Thamugadi, yani Timgad, M.S.100 yılında Trajan tarafından kurulmuş. UNESCO tarafından koruma altına alınmış Timgad’ın kuruluşunda askeri bir amaç aramak yanıltıcı olmayacaktır. Burası Lambaesis ile birlikte III.Roma Lejyonunun merkezidir. Hatta Timgad Augustus’un III.lejyonuna bizzat ev sahipliği yapmıştır. Her iki antik kent de stratejik açıdan önem arz eden arazilere kurulmuşlar.
Birbirini dik kesen düzenli sokaklarıyla ızgara tipi yerleşim olan Timgad’ın girişinde 20.-DA ödeyip içeriye giriyoruz. Hemen girişte bulunan küçük müzeye, Cezayir televizyonunun yaptığı belgesel çekimi nedeniyle giremiyoruz. ‘Taa Türkiye’den burası için geldik!’ ,’hiç de demokratik olmayan bir durum’, ‘çekimi Fransızlar mı yapıyor’ gibi ajitasyonlarıma bekçi yanıt vermiyor. Yarım açık kapıdan duvara monte edilmiş, Thysdrus’un evlerinden birinde bulunan ve Africa ya da Dea Patria adlı tanrıçanın tasvirinin yer aldığı büyüleyici mozaiğini görüyoruz.
Kentin yaklaşık 300 metre güneyinde, Aqua septimania tapınağının üst tarafında Timgad’daki Bizans kalesinin kalıntıları bulunuyor.
Girişin sağ tarafında yer alan tuğladan inşa edilmiş büyük kuzey hamamını gezdikten sonra yakın zamana kadar her yıl düzenli olarak Uluslararası Timgad Festivalinin düzenlendiği tiyatroya yöneliyoruz. Büyük Hamamı gezerken hamamların Roma kent yaşamı içerisinde işgal ettiği önemli yeri hatırlıyoruz: « Venari, lavari, ludere, ridere, occ est vivere! » yani avlanmak, hamama gitmek, oynamak, gülmek, işte hayat bu! Sanki bir şey unutulmuş gibi ama öyle olsun.
Festival gibi etkinlikler bizim ülkemizde de olduğu gibi tiyatroya büyük zarar verdiği için, düşünceli Cezayir hükümeti ören yeri dışına etkinlikler için yeni bir amfi tiyatro yaptırmış (darısı hipodromunda toz duman içerisinde develerin tepiştiği Efes’in başına…). Forumla 3500 kişilik tiyatro dik ana yolların kesiştiği kent merkezinde yan yana. Üst tarafındaki duvarda iki derin çatlak tiyatronun günümüze kadar geçirdiği sıkıntıların tanığı.
Timgad’ın ara sokaklarından, ev ve dükkanların kanalizasyon oluklarını izleyerek koloninin koruyucu meleğine adanmış tapınağa varıyoruz. Restorasyon çalışması yapan Fransızlar, yeniden ayağa kaldırılan büyük iki sütunun arasına mermer kiriş oturtmuşlar. Kente hakim yüksek bir noktaya yapılan tapınaktan kentin tümünü görebiliyoruz. Geri dönüş yolunda kent kütüphane, Seres Tapınağı ve Capitole’den sonra, documanus maximus adı verilen kentin batı girişindeki ana cadde üzerinde inşa edilen, ‘Trajan Zafer Takı’ olarak da adlandırılan büyük zafer takının altından geçiyoruz. Yapılan onarımla birlikte zafer takı kentin en çarpıcı yapılarından biri haline gelmiş. Seferden dönen büyük at arabalarının döşemelerde açtığı derin izler, sefer dönüşlerinde şaşaa ile karşılanan komutanların ve askeri birliklerin tanıklığını bugüne kadar taşıyor.
Timgad antik kenti 1765 yılında İngiliz seyyah James Bruce tarafından keşfedilmiş. O dönemde ancak Trajan zafer takı ve kapitol gibi büyük eserler dışarıdan fark edilebiliyormuş. 1880-1883 yılları arasında Fransızlar Timgad, Lambaesis ve Zana’da arkeolojik kazılar gerçekleştirmişler. 1948 yılından itibaren ören yeri ile iç içe giren Timgad yerleşimi taşınarak ören yeri kısmen korumaya alınmış. UNESCO’nun Dünya Mirası listesinden yer alan antik kentte günümüzde herhangi bir kazı çalışması yürütülmüyor. Taşların arasını her an tutuşmaya hazır kuru sarı otlar sarmış.
Ören yerinde pek turist yok gibi. Boko Haram’ın kaçırdığı ve sonra kamera karşısında zorla Fatiha okutturduğu köküne kadar Hıristiyan genç kızlar gibi bir grup başı örtülü zenci gölgeye yerleşmiş. Müzenin karşısındaki gölgelik oturaklarda çoluk çocuk aileleriyle çevre yerleşimlerden burayı gezmeye gelmiş Cezayirliler oturmuş sohbet ediyorlar. Biz buraya girerken içeride çekim yapan Cezayir televizyonunun elemanları müzeden dışarıya çıkmış soluklanıyorlar. Bir tanesinin üstünde Roma soylularının giydiği türden bir kostüm var. Müze duvarına dayalı duran güzel küçük mermer rölyeflerden oluşan mezar taşlarının görüntüsünü alıyorum.
Saffet omzuna dayalı duran Kali Beyin koluna göz dikince, acilen yemek bulma derdine düşüyoruz. Hedef imiz Batna şehir merkezi. Ancak bugün Cuma olduğu ve tam da namaz saatine denk geldiğimiz için şehir terk edilmiş gibi; bütün dükkanların kepenkleri indirilmiş. Dönülmemesi gereken bir yerden Saffet’in elindeki GPS zoruyla sola dönünce trafik polisinin kucağına düşüveriyoruz. Parçalanmış ehliyetimde uzun bir süre geçerlilik tarihi aradıktan sonra bagajdaki stepneye göz atmak istiyor. ‘Türküm, doğruyum’ deyince bizi salıveriyorlar.
Yarı kurak bir iklime sahip 1021 metre rakımlı Batna, Cezayir’in Kuzey-doğusunda önemli bir kavşak noktası. Numidya toprakları içerisinde kalan bölgede ilk olarak bağımsız Berber krallıkları hüküm sürmüş. Medracen’deki anıt bu döneme ait ipuçları sunuyor. Vadide Şaui Berberleri yaşıyor. Şubat 1844’te, Biskra seferinin başında bulunan Fransız Ordusu subayı Aumale Dükü Henri D’Orléans, Konstantin-Biskra yolunun ortasında yer alan yerleşimin stratejik önemini kısa zamanda anladı ve buraya kısa sürede değişik yol güzergahlarını denetleyen bir garnizon yaptırmış. Ticaret yollarının kavşağında bulunmasının getirdiği avantajlardan yararlanan kent kısa sürede kozmopolit bir yapıya kavuştu. Şauiler, Kabiller, Mozabitler (Mzaboğulları), Sufiler, Araplar gibi Müslüman grupların yanı sıra, Fransa, Almanya, Malta, İtalya, Sicilya ve hatta Rusya’dan gelen Hıristiyanlara önemli sayıda Yahudi de eklenmiş. Yahudiler bağımsızlıkla birlikte Cezayir’i hemen terk etmişlerse de Hıristiyanların bir bölümü Batna’da kalmaya devam etmiş ve Batna Kilisesi’ne Belediye tarafından yıktırıldığı 1970 yılına dek Hıristiyanlar buraya gitmeyi sürdürmüşler.
Bağımsızlık sonrası özellikle Houari Bumedyen döneminde (1965-1979) genç askerlerin seferberliğinde bölgeye milyonlarca ağaç dikilmiş. Kent 1992 yılında FIS taraftarları ve ordu arasında yaşanan yoğun çatışmalara sahne olmuş. Terörün hüküm sürdüğü karanlık on yıl olarak adlandırılan iç savaş dönemi boyunca Batna’da binlerce insan ölmüş. Kırsal ve dağlık alanda teröristlerle devletin güvenlik güçleri arasında kalan halkın büyük bölümü kent merkezine göç etmiş.
8 Eylül 2007 akşamı Batna kent merkezinde, El Kaide tarafından Cumhurbaşkanı Abdelaziz Buteflika’yı hedef alan bir bombalı saldırı düzenlenmiş, başkan saldırıdan kıl payı kurtulmuş.
Kali Beyin kolu doyan karnımızla ‘şimdilik paçayı kurtarırken’ geri dönüş yoluna düşüyoruz bile. Görev başına dönmemiz gerekiyor.
Berber Şauilerin bir atasözünde geçtiği gibi:
“Aman sensen abrid nnsen.”
Su, akacağı yolu iyi bilir.