Skip to main content

Concorde Meydanı

 Sen Nehri üzerinde eskiden Solferino adı verilen Léopol-Sédar-Senghor yaya köprüsünü aşıp, Louvres Müzesi yanında nehre paralel uzanan Tuileries Parkına güney kapısından giriş yapıyoruz. Sekiz yüz metre ötedeki meydandan gelen müzik sesi Amerikanvari bir etkinliği haber veriyor. Bugün Pazar, ama kentteki alışılagelmiş turist kalabalığından dolayı bunu çok da fark ettiğimizi söyleyemeyiz.

Bugün parkın olduğu yerde 1564 yılında üç dört kiremit fabrikasının bulunduğu alanda inşasına başlanan Tuileries Sarayı bulunuyormuş. Tuile Fransızca kiremit anlamına geliyor. 

IV.Henri, XIV.Louis, XV.Louis, XVI.Louis, XVII.Louis ve I.Napolyon ve III.Napolyon gibi kral ve imparatorlara ev sahipliği yapan devasa saray, 23 Mayıs 1871’de, Jules-Henri-Marius Bergeret, Victor Bénot ve Etienne Boudin isimli kahraman komünarlar tarafından ateşe verilerek yıkılmış. Yangın tam üç gün boyunca devam etmiş ve kısmen Louvre’a da sıçramış. Bergeret ve adamları Louvre’un terasından yangını izleyerek afiyetle sandviçlerini yemişler.

Monarşinin simgesi bu sarayın ateşinin sıcaklığını güncel çağrışımlarla bugün yüreğimizde çok daha güçlü duyumsarken, Tuileries’nin küçük kızıl adamına dair bir efsaneyi aktaralım. Başrolde Jean l’écorcheur adında tezgahı sarayın yakınlarında olan bir kasap vardır bu kez. Zalim Kraliçe Catherine de Médicis emriyle, kraliyete ilişkin bazı sırlara vakıf olduğu gerekçesiyle kellesi uçurulur. Öldürülmeden önce içtenlikle « geri geleceğim » demiştir. Bu arada işin kötüsü, efsaneyi tamamlarcasına naaşı da ortadan kaybolmuştur. Ardından –nedense- astrolog Cosme Ruggieri’ye uygunsuz bir anda görünüp sarayın gelecekteki sakinlerinin sonunun pek de hayırlı olmadığını söylemiştir. Aynı kişiye ölümüne neden olan kraliçenin nerede (Saint-Germain yakınlarında…) gebereceğini dahi fısıldamıştır.

« Tuileries’nin küçük kızıl adamı » düzenli olarak sarayı ziyaret etmiş (eksik olmasın) ve göründüğü kişilere gelecekte yaşanacak dramları haber vermiştir. Temmuz 1792’de Kraliçe Marie-Antoinette’e monarşinin yıkılmasından, I.Napolyon’a Waterloo Savaşından az önce görünerek ‘şans dilemiştir’.

İşte o meşhur yangın sırasında, yani 23 Mayıs 1871’de kimi tanıklar, bu küçük kızıl hayaletin Mareşal Salonu’nun kubbesi alevler altında çökerken son bir kez sarayın penceresinden kendisini gösterdiğini belirtmişlerdir. Küçük Kızıl Adamın boğazı yüzerek geçip Atatürk Orman Çiftliği’ne doğru yolda olduğunu gördüğünü söyleyen Ankaralı çobanlar olmuştur ki, biz bu bilgileri sihirbaz portatif bilgi anahtarı Google’da doğrulatma imkanı bulamadığımız için inanma, dedikodulara itibar etme taraftarı değiliz.

Şahsen orijinal sanat eserlerini çıplak gözle ‘görmüş olma’ ve hatta elimdeki elektronik görüntü kayıt cihazıyla bir kez de birinci elden kayda alıp öz denetim altında çoğaltma taraftarı biri değilim, ama Başak iyi ki de ‘upuzun uzanan nilüfer resimlerini’ görmek için ısrar etmiş.

Parkın batı ucunda Sen Nehri kenarındaki düzlüğe parktaki portakal ağaçlarını korumak için yapılmış bir tür sera aslında burası. Sonradan Louvre’un da düzenlemesini yapan mimar tarafından Monet’nin uyarıları da dikkate alınarak düzenlenmiş. Portakal ağaçları yok edilerek mekan sergi salonuna dönüştürülmüş.

Girişteki yavşak siyahi güvenlik görevlisi Türk olduğumuzu anlayınca, RTE’den, çok sevdiği Amcaoğlu gibi söz etmese gayet keyifli gireceğim mekana. Ne etkili bir tiyatroymuş bu ‘One Minute’ sahte delikanlılık maskaralığı, Yemen’den Cibuti’ye, Moritanya’ya ve en son da Paris’e kadar karşıma çıkıyor. Sen istihbarat teşkilatının kapılarını ağzına kadar Mossad’a aç, Konya’da İsrail uçakları Ortadoğu halkları üzerine fosfor bombaları atmadan önce alçaktan eğitim uçuşu yapadursun, sözüm ona Allahın Siyonist başısına ‘Ona Minute’ çek.

Neyse ki Monet’nin metrelerce uzanan nilüferlerini sayarken tutulmak üzere olan boynumun telaşıyla yeniden mekanın güzelliklerine geri dönüyorum. Oval şekilli muhteşem sergi salonunun tam ortasındaki yine oval banka oturup, tenis maçı izleyen seyircilerin kafası gibi soldan sağa sallanan kafaların ritmine ben de uymaya çalışıyorum. Modigliani, Picasso, Monet, Matisse, Gaugin, Cezanne, Renoir derken renk rahatlığı içerisinde dışarıda buluyoruz kendimizi. Hem de daha önce gezdiğimiz Orsay Müzesinde olduğu gibi hiç beynimiz bulanmadan. Tek bir kareye sığdırmak için yapmadığımız cambazlık kalmayan nilüferler dahil her şey tam dozunda.

O da ne? Concorde Meydanında sokak basketbolü ya da Streetball etkinlikleri düzenleniyor. Rep-metal karışımı bir garip müziğin büyüsüne kapılmış çoğu Afrika kökenli göçmen on bine yakın genç erkek ve kız, dikilitaşın yanın meydana kurulan portatif tribünleri doldurmuş. Ayaklarımızda derman kalmamış ama son bir hamleyle henüz oluşturulmaya başlanan güvenlik çemberini yarmaya çalışıyoruz. Parkın Georges Pompidou Caddesine çıkan kapısını tam aşacağız Zaz’a benzeyen sarı şapkalı zıptırık bir genç kız bizi azarlıyor. Gabar Dağında pusu harekatı yürüten özel harekatçı edalarında el kol hareketleriyle bizi yeniden parka yönlendiriyor. Kızın etkinliğin güvenliğiyle görevli olduğu kesin. Bir iki el hareketi de ben yapıyorum ama nafile güvenlik bandını çekip demir kapıyı kilitliyor ve işine bakıyor.

Hadi bakalım, müzik sesinin beynimizin ırzına geçmesine izin vererek gerisin geri parka çekiliyoruz. Sinirlerimiz gevşediği için biz de ara sıra ‘rap’ ritmine adımlarımızı uydurup salına salına, Paris parklarının zeminini kaplayan stabilize malzemeyi tozutarak ilerliyoruz. Her bir tarafı kapatmış sarı şapkalılar. Neyse birkaç yüz metre ötede Rivoli Caddesine açılan kapıdan çıkış yapmayı başarıyoruz.

Tam ortasında bir dikilitaş var. Dikilitaşın iki yanında ise iki büyük çeşme: Fontaine des Fleuves ve Fontaine des Mers (Nehirlerin Çeşmesi ve Denizlerin Çeşmesi). Meşhur Şanzelize Caddesi de bu meydandan başlıyor. Ama bizi Şanzelize’deki lüks dükkanlar değil, mekanların tarihi daha çok ilgilendiriyor. Hele de halkın adaletinin yerini bulduğu mekanların. Meydanın tam göbeğinden etkinliğin düzenlendiği alana bakınca parkta nedense göremediğimiz resmi polislerin burada bir hayli önlem aldığını anlıyoruz.  

İlk başlarda XV.Louis daha sonra Devrim Meydanı ve son olarak Concorde adını alan meydanın yaşadığı en önemli olay kuşkusuz XVI.Louis’nin 21 Ocak 1793’te saat 10.22’deki infazıdır.  

10 Ağustos 1792 günü yaşanan olaylar ve Paris halkının Tuileries Sarayına saldırması sonucunda XVI.Louis ailesiyle birlikte ‘vatana ihanet’ suçundan Tour du Temple adı verilen, konumu 3ncü bölgede République Meydanı yakınlarına denk gelen kaleye hapsedilmiştir. Yargılaması sonucunda   ölüme mahkum edilmiştir. Konvansiyon üyeleri kararı kendisine tebliğ ettiğinde, infazdan önce ailesiyle görüşebilmek için üç günlük ek süre talebinde bulunmuştur. Ancak milletvekilleri bunu reddetmiş ve ertesi gün infazın yerine getirilmesine karar vermişlerdir.

Mahkumun son yemeği 19.00’da verilir. Sofrada çatal ve bıçağın olmadığını fark edince « beni intihar edecek kadar alçak mı zannediyorlar? » Saat 20.00’de Rahip de Firmont ile görüşür. Sonra yemek yediği odaya ailesiyle birlikte Marie-Antoinette girer. Gardiyanlar küçük camın gerisinden içerisini izlemektedir. Kral oğlundan hayatı boyunca intikam güdüsü içerisinde olmamasını ister. Ailesi saat 23.00’te odadan ayrılır ve Kral yeniden rahiple görüştükten sonra saat yarımda uykuya dayar.

Kısa geçen geceden sonra XVI.Louis sabah saat 5’te uyanır. Tıraş olur, saçlarını da kestirmek ister ama kendisine makas verilmez. 6’da başından sonuna kadar dizleri üzerinde yapılan ayine katılır. Dışarıdan atların kişnemeleri ve şosede yürüyen top arabalarının gıcırtısı duyulur. Güvenlik önlemleri en üst düzeydedir, Kralın ölümü lehinde oy veren Konvansiyon milletvekili Louis-Michel Lepeletier de Saint-Fargeau geçen gece öldürülmüştür.

Saat 7’de alyansını ve mührünü hizmetkarına teslim eder.

21 Ocak sabahı hava çok soğuk, 3 derecedir. Paris kalın bir sis altındadır.  Saat 9’da bindiği at arabası hapishaneyi terk eder. Federeler, ulusal muhafızlar ve piyadelerden oluşan 80000 kişiden oluşan bir güç kavşak ve meydanlarda ve konvoyun geçeceği yol kenarlarında tertibat almışlardır. Her bir stratejik mevkiiye top yerleştirilmiştir. Konvoyun arkasından yaklaşık 200 atlı jandarma gelmektedir.

İnfaz alanına olduğu kadar yol boyunca çok büyük bir kalabalık toplanmıştır. Pencerelerin panjurları ve dükkanların kepenkleri kapalıdır. İnsanların çoğu sessizce izlemektedir.

Santerre’in yönetimindeki kortaj saat 10.15’te Devrim Meydanına ulaşır. Kırmızıya boyanan giyotin Şanzelize ile yerinden sökülen XV.Louis heykeli arasına kurulmuştur. Toplarla ve federelerle çevrelenmiş bir açıklık alanın içerisindedir. Giyotinin çevresinde 20000 asker konuşlandırılmıştır.

Arabadan celladı Charles-Henri Sanson eşliğinde iner. Kahverengi redingotunu ve kravat fularını kendisi çıkarır. Sanson’un talebi üzerine gömleğinin yakasını açar. Ellerinin bağlanmak istediğini görünce itiraz eder. Ama rahibin İsa’yı örnek göstermesi üzerine ikna olur. Sanson’un yardımcılarından biri kabaca yakasını yırtar ve ensesine uzayan saçları keser. Trampet sesleri arasında Kral rahip eşliğinde merdivenleri çıkar ve platform üzerindeki beş celladın yanına ulaşır.

Platformun sol kenarına doğru yanaşıp yüksek sesle « Bana yükledikleri suçların hiçbirini işlemedim, masumiyetimle ölüyorum. Ölümüme neden olanları affediyorum. Akıtacağınız kanın Fransa topraklarına bir daha dökülmemesi için dua ediyorum »diye bağırır. Sözlerine devam etmek istese de Santerre sesini örtmek için trampetlere yeniden çalma emri verir.

Saat 10.22’de üzerine yüzüstü yatırıldığı kalas devrilir, ahşap boyunduruk başının üstüne kapanır ve cellat Charles-Henri Sanson bıçağı harekete geçirir. Celladın yardımcılarından biri kanlar içerisindeki başı eline alıp halka gösterir. Parisliler “Yaşasın millet! Yaşasın Cumhuriyet! Yaşasın özgürlük!” diye slogan atarlar. Birkaç top atışı duyulur ve halkın bir kısmı Farandole dansı etmeye başlar. Paris Belediye komiseri Jacques Roux infaz tutanağını düzenler; bazı yurttaşların tezgah üzerinden Kralın kanına mendillerini, bıçak ve kılıçlarını sürdüklerini yazar. Bazıları cellattan krala ait saç tutamı satın almaya çalışır. Hatta yurttaşlardan biri, Brest’li bir devrimci kollarını kralın kanına batırıp “Cumhuriyetçiler, Kralın kanı şans getirir!” diye çevredekilere bağırır.

21 Ocak 1993’te infazın iki yüzüncü yılında Concorde Meydanında faşistler gösteri düzenlerler ve miting sırasında kralın vasiyeti okunur. Karşı gösteri düzenleyen öğrencilerle polis arasında Panthéon Meydanında sert çatışmalar yaşanır. Faşistlerin kralı anma gösterisinde çelengiyle birlikte ilginç bir katılımcı daha vardır: ABD’nin Paris Büyükelçisi Walter Curley!

Demek ki neymiş, burada da ortak düşman Amerika!

16 Ekim 1793’te infaz edilecek olan “ekmek bulamazlarsa pasta yesinler” Marie-Antoinette de aynı meydanda öldürülür ama halk bu kez sessiz değil, çok daha coşkulu ve tepkilidir. Giyotine ulaşana kadar meydanı geçmesi bir saati bulur. Tezgaha çıkarken cellat Santerre’in ayağına basar ve “Pardon” der. Bu onun son sözü olacaktır.

Mekanları tarihlerinden ayrı ele alabilmek ne kadar mümkün?

“Devrim” düşüncesinin dönüşümcü sihrini bilinçaltından silmek isteyen egemenler, tıpkı Anastasia’da olduğu gibi, monarşinin fahişesi Marie-Antoinette’ten de, filmleriyle, kitaplarıyla ve sanat eserleriyle bir ulusal kahraman, bir insanlık abidesi yaratmak isteyecektir.    

Kavga özünde yine aynı kavga.

Biz bu filmi daha önce de gördük ve safsatalarınızı yutmayacağız.

İki yüz yıl sonra bile Devrim Meydanında infazı izleyen yurttaşların, yeryüzü yurttaşlarının, halkın adaleti edimi karşısında yüreklerine serpilen mutluluğu bu kadar mesafeye karşın bugün de hala aynı sıcaklıkla duyumsayabiliyoruz.

Evet, bu savaş yoksullarla varsılların savaşıdır; bunu varsıllar istedi, çünkü saldırgan olan onlardı.   

Temmuz devriminin silahlarına el koydunuz. Ama mermiler çoktan ateşlendi. Paris’li işçilerin her bir mermisi dünyanın dört bir yanında hedefine doğru yol almaktadır; ve durmaksızın vurmaktadır. Ve yeryüzünde insanların mutluluğunun ve özgürlüğünün tek bir düşmanı kalmayıncaya kadar da vurmaya devam edecektir.

Louis-Auguste BLANQUI (Savunma -1832)