Skip to main content

AKDAĞ YAMAÇLARINDA - 2

 

Hava bozuyor, çoban rotası şaşıyor

Yağdı yağacak bir gökyüzü altında hemen arkamdaki tepeyi aşıp, rotanın devamı için karşıma ilk çıkan çobanla konuşuyorum. Benimle birlikte sırta kadar yükselip, bana önümüzdeki Yumru Dağının sağ tarafından gitmemi öneriyor. Aşağıya inip bir daha çıkmak yerine, başta kazandığım yükseltiyi koruyarak sonra da yamaçtan yükselirken zaten kapalı olan kötü hava daha da alçalıyor ve başlardaki çekingen yağış tepeyi aşmama yakın sarp bir noktada sert rüzgarlı sağanak yağmur ve doluya dönüşüyor. Eğimin az olduğu uygun bir yerde daha fazla ıslanmaması için sırt çantamı iri bir kayanın dibine gizleyip montumun altına sığınarak sağanağın dinmesini bekliyorum.

 

Yağış kısa süre sonra dursa da yoğun bulutların içinde ilerlemeye devam etmek zorunda kalıyorum. Çobanın gösterdiği Yumru Dağ çoktan gözden kaybolduğu için bir süre iki bin metrelerde sisler arasında ilerledikten sonra batıya doğru küçük bir sapmayla, tek tük katran ardıçları arasından dik bir yamaçtan inerek,  1850 metrelerdeki Tezli denilen iki üç kapalı evin bulunduğu mevkiye varıyorum. Çeşmenin karşısında yol kenarında yapılan üstü kapalı ama yine de su almış bulunan ahşap mescidin altında bir süre zaman geçiriyorum. Bir çoban için bırakıldığı belli olan asılı poşetten bir tane sivri biber otlanıp su içiyorum.

Asırlık ardıçların ve sedir ağaçlarının yer aldığı güzel ve dar vadiyi aşağı doğru izleyip yeniden doğu yönüne dönme niyeti beni çok güzel bir ormandan geçerek 1500 metrelere kadar alçalmaya götürüyor. Dereköy’de derin vadideki dereyi aşıp dik yamacın üzerinde bahçesinde oyalanan bir köylüye ve yine ağaçlar arasındaki çimenliğin üzerine anneannesiyle birlikte uzanmış düdük çalan çocuğa yeniden yol soruyorum. Beni bu kez Akdağ yaylasına kadar kesintisiz devam ettiğini söyledikleri yola yöneltiyorlar.

Gereksiz bir şekilde fazla alçaldığım için, döne döne yamaca tırmanan yoldan kan ter içerisinde zorlanarak yükselirken yağmur yeniden bastırıyor. Zorunlu olarak Dereköy’ün yaylasındaki son evlerin bulunduğu noktada duruyorum. İki tane ev var ve her ikisinde de hiç yaşam belirtisi yok. Ortada çoban, koyun sürüsü filan da yok ve yağmur istikrarlı bir şekilde yağmaya başlıyor. Evlerden birine yakın bir noktada zorunlu olarak çadırı da kısmen ıslatarak yaklaşık 1650 metrede kamp kuruyorum.

Yağmurun azaldığı bir aralıkta evlerden bana uzak olanında bahçedeki musluktan biten suyumu dolduruyorum. Başlangıçta iki üç günde zirveyi yapıp Gömbe’ye inmeyi tasarladığım için yanıma zaten az aldığım yiyecekler tükeniyor ve yedek olarak bulundurduğum fındıklara saldırıyorum. Neyse ki çay stoklarım yeterli.

Bulunduğum yerde öğleden sonra ve gece, çadırın tentesine vuran suyun tıkırtısından başka koyun, keçi ya da insan hiçbir canlı sesi belirmiyor. Oysa aşağıdaki Dereköy’den çok da uzaklaşmış sayılmam.

Sabah her ne kadar altıya doğru toparlanmış olsam da yağmur devam ettiği için toparlanıp yola koyulamıyorum. Zaten görüş de çok kısıtlı. Bulutlar her tarafı sarmış.   

Saat on bire doğru yağış kesiliyor ve bulutlar arasından kısa süreliğine çıkan güneşle birlikte birden zıplayıp çadırı hemen toplayarak yola koyuluyorum. Yolu gereksiz dolanmaya başladığı noktada terk ederek kestirmeden ama fazlasıyla kayalık ve ağır sırt çantasıyla aşması yer yer zorlaşan boğazdan güneye doğru yükseliyorum. Ardıç ve çam ağaçlarının süslediği bir boğazda akrobatik kaya tırmanışları yaptıktan sonra bir gediği aşıp, 1820 metrelerde, geriye kalan katran ardıçlarıyla iyice seyrekleşen ağaçlar tamamen bitiyor ve önümdeki boğazı aşarak ilerlemeye devam ediyorum.

Yağmur yeniden başlıyor yağmaya. 1880 metre irtifada daha fazla ıslanmamak için Süleyman Ağabeyin az sayıdaki koyunuyla kurduğu çadırın yüz metre aşağısında, bir önceki kamp yerinden beri yaklaşık 3-4 kilometre kadar yürüdükten sonra havanın iyice alçalıp yağmurun başlamasıyla birlikte yeniden kamp kuruyorum. İki küçük köpeği başlangıçta bir hayli havlasa da bir süre sonra yumuşayıp ilk teması kurmamızdan sonra sakinleşiyorlar.

Bacası hemen kapıdan dışarıya verilmiş yuvarlak sobasının üstünde Süleyman Ağabey önceki gün topladığı mantarlara yumurta kırıyor ve çayla birlikte bir güzel yiyoruz. Yağmur damlalarının bacanın dışarıda kalan kısmına düşüp kurumasını izleyerek kusursuz bir ziyafet çekiyoruz kendimize. Yarın Akdağ İkiz Göller’e varmam için bana yönü gösteriyor. Aslında buraya bir ya da en fazla iki saatlik uzaklıktayım ama bulutlar fazlasıyla alçalmış durumda ve yağmur da aralıklarla devam ediyor, hava da bir iki saat sonra kararacak zaten.

Sabah birlikte çay içip kahvaltı ettikten sonra yine alçalan bulutlar arasından Süleyman Ağabeyin tarif ettiği yönde vadiyi aşıp tırmanışa başlıyorum. Güney rotasından sapmasam da bir kez tepede kerteriz aldığım noktayı aştıktan sonra görüşün iyice azalmasıyla birlikte sık sık pusulaya bakıyorum ve bir süre sonra kestirme yapmak için çok aşağıda terk ettiğim yola yeniden kavuşuyorum.

2250 metreleri aşınca daha önceden 2300 metrede olduğunu not ettiğim İkiz Göllere çok yaklaştığımı anlıyorum ama yağmur hızlandığı ve hava da oldukça soğuduğu için bir an önce çadır kurma arayışına giriyorum.

Yolu yeniden bulduğum noktada bir süre ilerledikten sonra, Sarıkemer’in artık en yüksek irtifada ve son yaylası olan Akdağ yaylasına nihayet varıyorum. Bir tanesinin önünde Renault 12 binek araç ve Fiat traktör bulunan iki tane çoban çadırı var. En yakındakine yaklaşıyorum, küçük bir köpek havlıyor, tavuklar horozlar var ama sürü dışarıda ve seslenmeme rağmen içeriden hiç ses gelmiyor. Buraya 500 metre uzakta göz mesafesinde su birikintisi olmayan nadir çimenlik bir alana yine fazlasıyla ıslanarak çadır kuruyorum. Çoban çadırlarının az ötesinde, kademeli ağaç kütüğü yalaklı, gürül gürül akan bir çeşme var.

Çadıra yerleşip ıslak giysilerimden arınıncaya kadar çan sesi önderliğinde, keçi ve koyun sesleri eşliğinde canlı ve sıra dışı çoban ünlemeleri yaklaşmaya başlıyor. Bir saat sonra zevat yerleştikten sonra eşiyle birlikte yaylaya çıkmış bulunan Nevzat Çoban’ın çadırına konuk oluyorum. İkiz Göller bulunduğumuz yere 500 metre uzaklıktaymış. Eşi beş dakika içerisinde, geçen gün buraya çıkarken Gömbe’nin Subaşı yaylasından topladıkları yabani sarımsağa yumurta kırıyor ve birlikte yemek yiyip çay içiyoruz. Akşamüzeri beş derecelere kadar düşen hava sıcaklığında, çadırdaki kuzinenin ve ev sahiplerinin sıcak konukseverliğine sığınıyorum.

Zaten öğleden sonra iyice soğuyan havayla birlikte doluya dönüşen yağış havanın kararmasına yakın resmen kara dönüşüyor. Ortalık bembeyaz olmaya başlıyor. Nevzat bu kez sırılsıklam ıslanan ve zorunlu olarak hareketsiz kalan hayvanlar için kaygılanıyor. Bir ara onları tekrar harekete geçirip yaymaya kalkışsak da yağış ve soğuk nedeniyle çadıra geri dönüyoruz.

Bu yıl Türkiye genelinde bir ay erken başlayan sıcaklar onları da yanıltmış ve yaylaya her zamankinden bir ay önce çıkmalarına neden olmuş. Daha evvelki gün zaten ciğerlerinden hasta olan bir koyunları ölmüş, çadırlarının yakınlarında yere uzanmış duruyordu. Yağmur soğuktan mekandan uzaklaştırmaya fırsat dahi bulamamışlar.     

Hava kararmasına yakın ısı iyice düşüyor. Kar yağıyor ve titreyerek çadırıma çekiliyorum. Üzerimde montla, elimde eldiven, kafamda kar başlığı uyku tulumuna girmeme rağmen geceyi üşüyerek geçiriyorum ve gece soğuktan sık sık uyanıyorum. Yağış dolu ve kar şeklinde aralıklı olarak sabaha kadar devam ediyor.

Güney batısından Akdağ Uyluktepe zirvesine

Uyandığımda çadırım eteklerinde 10 cm kalınlığında kar biriktiğini ve dün gündüz yemyeşil olan düzlüğün incecik bir buz-dolu tabakasıyla kaplanarak beyazlaştığını görüyorum. Akşam yağan karın yanı sıra don da yapmış. Dereler olmasa da küçük su birikintileri buz tutmuş. Nevzat, soğuğa rağmen hayvanları tam kadro çıkarıyor. Soğuktan sıklıkla uyanarak geçirdiğim uykusuz gecenin sonrasında, ancak saat sekize doğru o da bir ara havanın yükselip güneşin çıkarak ortalığı kısmen yaşanabilir kılmasıyla birlikte uyku tulumunu nihayet terk ediyorum.

Sabah bir ara Nevzat ve eşinin telefonun çektiği sırttan çocuklarıyla yüksek hacimli konuşarak yaptıkları görüşmeye istemeyerek kulak misafiri oluyorum. Aşağıda her şey yolunda, herhangi bir sorun yok.

Küçük çantamı kapıp Nevzat’ın tarif ettiği noktadan yolu izlemeye koyuluyorum. Stabilize yol yaklaşık 1,5 kilometre sonra Ev Kaya diye adlandırılan mevkide 2470 metrede son buluyor. Yükseldikçe bulutlar aşağıda kalıyor ve güneş altında ilerliyorum. Ancak hava hala çok soğuk.

Önümdeki vadide ilerleyip Akdağ Uyluktepe ve çevresindeki diğer küçük zirvelerin bulunduğu bembeyaz kar altındaki çanağa güney doğru yönünde yükselmeye devam ediyorum. Güneş ışınları her tarafı saran bembeyaz karda güçlü bir şekilde yansıyor. Güneş gözlüklerimi takıyorum ve güneşin altında iliklerime kadar bir güzel ısındıkça monttan, başlığımdan, eldivenlerimden sırasıyla kurtuluyorum. Önümde belli belirsiz dün gece yağan karla ara sıra kısmen kaybolan insana mı kurda mı ait olduğu konusunda hala kararsız kaldığım bir iz var. Dün gece az kar yağdığı için ve zemindeki kar eski ve hala sert olduğu için ilerlemekte zorlanmıyorum.  

Ev Kaya dediğim ve yolun sona erdiği noktadan hafif eğimle yükselerek, yaklaşık 2650 metre yüksekliğindeki geniş çanağın merkezine varıyorum. Hava açık olduğu için asıl zirveye, yani Uyluktepe’ye çıkmadan önce çanağın güney batısında yer alan tepelere çok da dik olmayan yamaçtan yanımda getirdiğim klasik kazmadan da destek alarak yükselerek çıkıyorum. 

2850 ve 2900 metre dolaylarındaki tepelerden deniz kıyısını Fethiye taraflarını görebiliyorum. Hava açık ve güneşli olsa da kuzeyden parça parça bulut kümeleri zirveye doğru toplaşmaya başlıyor. Fazla zaman kaybetmeden ve sırttan dolanarak yer yer sarp kayalık yükseltileri aşmak için çok oyalanacağımı anladığım için, yeniden çanağa inip bu kez önce doğu yönünde tırmanarak zirveye yakın duran batı tarafı keskin kayalık uçurum olan 2920 metredeki sırta, oradan da sırttan devam ederek, yer yer kornişlerin gerisinden zirveye doğru kesintisiz kar içinden yükseliyorum. Kuzey tarafı iyice kapatsa da henüz beni engelleyecek bir durum yok.

3024 metrelik Uyluktepe zirvesinde (ki Beydağları Kızlar Sivrisi’nden sonra bölgenin ikinci en yüksek noktasıdır) taş yığınının içerisinde teneke kutuda zirve defterini huzurlu ortamında rahat bırakıp çok zaman kaybetmeden inişe geçiyorum.

Çıkarken çok akıllı saatimin dakikada 7-8 metrelik yükselti kazandığımı gösterdiği dik yamaçlardan yarı kayarak yarı uçarak, bu kez yer yer dakikada 30 metre alçalarak iniyorum. Ev Kaya’ya dönüşte sabah bembeyaz olan bazı noktalarda ince kar örtüsü erimiş ve yerini tatsız bir çamura bırakmış. Saat 17.00’ye doğru Akdağ yaylaya vardığımda, sabah sislerin arasında telaşla yükselirken görme olanağı bulamadığım İkiz göllerin zirveye giden yolun hemen yakınında olduğunu fark ediyorum. Çadıra yönelmeden yavaş yavaş sise gömülmeye başlayan iki küçük göle göz atıyorum. Biraz daha uzaklarda, her zamanki gibi sürüsünün yanında olan Nevzat uzaktan bana bağırıyor.

Bu mevkide ve bu saatte hava dünkü karamsarlığını yüklenmeye başlıyor. Dolu yağıyor. Ancak işini bitirmiş olmanın rahatlığıyla artık havadan kaygılanmıyorum.  

Çadıra gelip hemen soğuk, sıcak su alımına girişiyorum. Yarım saat sonra Nevzat da hayvanlarla geri dönüyor. Beni çağırınca sıcak çadırlarına sığınıyorum. Birlikte çayla birlikte yemek yiyoruz. Fındık dışında yiyecek bir şeyim kalmadığı için yufka, bulgur pilavı, pekmez, yoğurt ve üstüne bisküvi ve lokum eşliğinde içtiğimiz buzul suyundan yapılma mis gibi çay ilaç gibi geliyor. Bir süre sonra çadırıma çekiliyorum.

Bu gece yine çok soğuk olacak. Ama belki de zirveyi tamamlamış olmanın ve yarın artık nihayet medeniyete inecek olmanın psikolojik etkisi bu ama sanki hava dün geceye göre biraz daha ılınmış gibi geliyor.

Sabahın köründe toparlanıyorum. Ama umduğum gibi güneş filan yok ortada. Buz tutmuş çadırın tentesini ve çubukları toplarken ellerim donuyor. Nevzat’la vedalaşıp, ikiz göllerin yanından geçerek yoldan aşağıya salıyorum.

Subaşı yaylası, Yeşilgöl, Uçarsu derken yaklaşık 15 kilometre inişten sonra nihayet Gömbe’ye varıyorum. 

14ncü yüzyılda yaşamış olan Alevi erenlerinden Abdal Musa Sultan bölgeden geçerken Yumru dağı yakınlarında çobanlardan su istemiş. Abdest alması için su veren çobanlar ermişin kendisinden istekleri olup olmadığı yolundaki soruya “bu pınar yaz aylarında susuzluğumuzu gideriyor, ancak kışın taşıp seller oluşuyor ve ekinlerimiz zarar görüyor” demişler. Abdal Musa’nın “bu pınar yazın Gömbe’ye, kışın da bir abdest suyunu çok görenlere gitsin” diye yakarınca Uçarsu Şelalesi Hıdrellez gününden itibaren Gömbe’ye, Ekim ayından itibaren ise Fethiye tarafına akmaya başlamış. Bu yön değiştirme fenomeni günümüzde de yaşanıyor.

Aykırı gezgin olarak meşhur Gömbe dondurması ve kebabının tadına bakmadan yoluma devam ediyorum.