Skip to main content

Beydağları - Kızlar Sivrisi

avlan gölü ile ilgili görsel sonucu Beydağları

Avlan Gölü’nden Kalaycı Düzlüğü’ne

Akdağ’larda geçirdiğim ve kötü hava koşulları nedeniyle sıkıntılı sayılabilecek sekiz günün ertesinde, Gömbe’de gıda tedarikimi yaptıktan sonra Elmalı-Finike minibüsünden Avlan Gölü doğu kıyısındaki piknik alanı karşısında iniyorum. Kül rengi, göl ile bataklık arasında mevsimin ilkbahar olmasına karşın can çekişen bir sulak alan görünümünde. 

 
 

1030 metre rakımlı karstik oluşumlu Avlan Gölü bizzat devlet eliyle yok edilen doğal varlıklarımızdan ve çöle dönüştürülen sulak alanlarımızdan biri olması yönünden dikkat çekici bir öyküye sahip. Anavatanın su kaynaklarının gözetilmesi amacıyla kurulan Devlet Su İşleri eliyle Jeolog Hans Stark’ın 1951 tarihli raporundan hareketle 1970 yılında “Karagöl-Avlan Projesi” programlanır, toprak ağaları ve kısmen bölge halkına daha çok tarım arazisi açmak amacıyla göl, 1975-80 yılları arasında 5,5 kilometre uzunluğunda büyük bir tünel yapılarak suyun Başgöz çayına aktarılmasıyla kurutulur. Bunun sonucunda bölgedeki yağış rejimi yarı yarıya azalmış, yağış ve nemin azalması doğal bitki örtüsünü olumsuz etkilemiş, bölgedeki Saka, İbibik, Kirazkuşu gibi su kuşları daha az sayıda görülmeye başlanmış, ilçeye adını veren elma bahçeleri sulama yapılamadığı ve ekosistemdeki değişiklik nedeniyle büyük oranda yok olmuş, buğday, arpa, nohut gibi diğer tarım ürünlerinde düşüş kaydedilmiş, göçmen kuşların beslenerek popülasyonunu sınırlı tuttuğu Sedir Yaprak Kelebeği ve Sedir biti çoğalmış ve bölgedeki binlerce sedir ağacı kurumuştur.

Zamanında toprak kazandıkları için projeyi alkışlayan ama kısa sürede ortaya çıkan felaketi doğrudan verim düşüşüyle yaşayan yöre köylüleri (Elmalı İlçesine bağlı 37 köy muhtarı ve belediye başkanı, 3000’e yakın yöre insanı), zamanında alkışladıkları olayın üzerinden daha yirmi yıl dahi geçmeden topladıkları imzalarla 01.08.1994 tarihinde, devlet eliyle yürütülen çevre katliamını “regüle eden”, sermayenin çevreyi yok etmesinde aracı kurum görevi üstlenen Çevre Bakanlığına başvurmuşlardır.

Aklı sonradan gelmesiyle ünlenen yurdum insanının girişimiyle devlet, kendi eliyle kuruttuğu gölü yeniden canlandırmak için 2001 yılında göl kapaklarını kapatarak su tutulmaya başlanmıştır. Hatta su biriktikten sonra sonuçları üzerinde çok da düşünülmeden çoğunlukla tanık olunduğu gibi göle sazan balığı bile bırakılmıştır. 

Ancak doğayla oyun oynanmaz. Sulak alanların oluşturduğu on binlerce yıllık doğal süreçlerin oluşturduğu ekosistemler işgüzar bürokratların akılsızlıklarının yazboz tahtası uygulamalarına gelmezler. Bu nedenle, tünelin ve kurutma işlemi sonrasında suyun ortasından geçen karayolunun izleri hala belirgin olan göl bu felaketin izlerini hala taşımaktadır. Kapakların kapatılması dışında belki de geriye döndürmeye yönelik alt su havzalarını da kapsayan daha geniş çaplı bir kurtarma harekatının gerçekleştirilmesi gerekmektedir.

Göl kenarındaki piknik alanına doğru yürürken yanımda duran bir araçtaki yaşlı amca bana kendi bahçelerinden topladığı dört portakalı armağan ediyor. Çantamı karşı tarafta bırakıp, piknik alanındaki çeşmelerden su doldurmayı düşünüyorum ama çeşmelerden ilginç bir şekilde su akmıyor.

Yukarıda başıma geleceklerden habersiz bir şekilde nasıl olsa dağa çıkıyorum karşıma bir çeşme mutlaka çıkar ve ihtiyacımı karşılarım diyerek, orman yolundan orman bekçisinin evinin önünden geçmek yerine, orman piknik alanının hemen arkasından doğu yönünde, bir süre sonra belirginleşen dere yatağını izleyen taşlık patikadan ormana girmeyi tercih ediyorum. Sık sık domuz dışkısıyla karşılaşıyorum, muhtemelen Güzelçamlı Milli Parkında olduğu gibi ava kapalı olan orman içerisinden göl kıyısındaki piknik alanına artıklar için sıklıkla iniyorlar.    

Derenin sağ tarafındaki yamaçlarda düzgün sedir ağaçlarından oluşan gür bir orman varken, solda içine girilmesine imkan tanımayan sık bir makilik orman var. Bu da dere yatağından sıyrılıp kuzeydeki yola doğru yükselmeme engel oluyor. 

Sonradan ormanın sitesinde yazanlardan öğrendiğime göre, 1997 yılında ormanı korumakla sorumlu giriş kapısı bekçisi Yaşar Doğan’ın eşinin bulgur kaynatmak için yaktığı ateşin otlara kaçması sonucunda 43,8 hektarlık sedir ve ardıç karışımı ormanlık alan yanmış. Yangının Sarnıç mevkiinde çıktığı ve yanan bölgenin sonradan ağaçlandırıldığı yazılı. Dar ve kupkuru dere yatağını takip eden belli belirsiz patikadan yükselmemi sürdürüyorum. Yaklaşık iki kilometre sonra kanyonun sonlarında kuzey tarafında mağaralar görüyorum.

Kanyonun bitiminde Sarnıç olarak adlandırılan 1300 metre yükseklikteki düzlüğe varıyorum. Düzlüğün başlangıç noktasında yoğun antik çömlek kalıntılarının bulunduğu bir alanı geçiyorum. Az sonra karşıma çıkan küçük bir meteoroloji ölçüm istasyonunu aşıyorum. Uzaklarda serbest dolaşan bir düzine kadar at var. Düzlüğün bittiği noktada yine kuzeyde, 1962’de oluşturulmasına karar verilmiş asıl Elmalı Sedir Araştırma Ormanının girişinin ve orman bekçi kulübesinin bulunduğu stabilize yola nihayet kavuşuyorum.

Bir süre makiliklerle çevrili yeşil alandan geçen yol 1520 metrelerde sedirlerin ve aralarına serpilmiş bin yıllık ardıçların başlamasıyla birlikte daha da güzelleşiyor. Ancak bugün Cumartesi ve Hıdrellez olmasına rağmen bırakın piknikçiyi turisti, çiftçi, çoban ya da orman görevlisi dahil hiç kimseye rastlamıyorum.

Bu araştırma ormanının resmi anlatımına biraz göz atalım. « Sedirin Batı Toroslar’daki neredeyse en iyi yayılışını yaptığı araştırma alanında orman örtüsü genel olarak 1000-2000 metrelik yükselti kuşağında bulunmaktadır. Oldukça düzgün gövdeli ve uzun boylu bireylerin bulunduğu alanda flora ve fauna için oldukça elverişli sahaların olması dikkat çekmektedir. En doğu sınırı olan Gökyamaç Tepe’nin kuzey doğusunda ve kuş uçuşu olarak yaklaşık 5 kilometre uzaklıkta olan Kızlarsivrisi Dağı sahanın birçok noktasından görülebilmektedir. (…) Sedir Araştırma Ormanı’nda 2008 yılında tamamlanan “Elmalı Sedir Araştırma Ormanında Aktüel Durumun Coğrafi Bilgi Sistemi Tabanlı Sayısal Haritalarla Ortaya Konulması” adlı projeyle araştırma ormanındaki kaynak değerlerin envanteri ve sahadaki dağılımları sayısal olarak ortaya konulmuştur. Bu çalışmaya göre, araştırma alanında 2’si Ptedophyta (eğreltiler), 743’ü Spermatophyta (tohumlu bitkiler) olmak üzere 723 tür ve 745 takson tespit edilmiştir. Tohumlu bitkilerin 161’inin (%21,6’sı) endemik, 167 taksonun IUCN (kırmızı liste sınıfları ve ölçütleri)’e göre değişik düzeylerde tehlike altında olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca sahadaki bitkilerin Akdeniz fitocoğrafik bölgesinin etkisi altında olduğu belirlenmiştir. Orman vejetasyonunda asosiyasyon derecesinde dört adet toplum birimi tespit edilmiş, bunlar; Juniperus excelsa-Cedrus libanı ormanı, Astragalus oxytropifolius-Cedrus libanı ormanı, Quercus coccifera-Cedrus libani ormanı ve Juniperus excelsa ormanı ve Juniperuf excelsa-Quercus coccifera çalılığıdır. Alpin ve subalpin vejetasyon Astragalo-Brometea sınıfına ait olup, Euphorbia macrolada’lı Acanthalimon microrchis-Acanthalimun ulicinum alpin çalılığı olarak sınıflandırılmıştır. »    

Bu arada hava yine kapatıyor; ara sıra gök gürüldese de neyse ki bulunduğum noktada şimdilik herhangi bir sağanak yağış yok. Tek tük yağmur damlaları atıştırıyor. 1550 metrelerde tam da yol üstüne kurulan, ortasında üzerinden geçince düzeneği harekete geçiren girişinde ve çıkışında algılayıcıların bulunduğu devasa iki kurt kapanı (bunu daha sonra karşılaşacağım orman bekçisi söylüyor) önüme çıkıyor. Ancak kafesler öylesine büyük ki içine rahatlıkla on tane at sığdırabilirsin. Yoldan çıkıp tuzağın kenarından dolanarak yoldan tırmanışıma devam ediyorum.

Saat ilerliyor, hava, kalabalıklaşan gri bulutların etkisiyle karardıkça kararıyor ve ben hızla ilerlemeyi ve yükselmeyi sürdürüyorum. Ancak bu kadar ormanlık ve güzel bir yerde bu ana kadar herhangi bir su çeşmesinin olmaması beni çok şaşırtıyor. Bilseydim Gömbe’den su tedarikini sağlam tutup gelirdim buraya kadar. 

Avlan Gölü kenarından beri yaklaşık 7 kilometre yürüdükten sonra, sedir ormanıyla çevrili 1630 metre yükseklikteki Kalaycı Düzlüğüne varıyorum. Hem çok yorulduğumdan, hem de yağmur hızlanmaya başladığı için, aceleci davranıp düzlüğün hemen gerisindeki büyük bir sedir ağacının altındaki küçük açıklığa çadırımı kuruyorum. Levhalarla güzelce işaretlenmiş ve kapıları sıkı sıkı kilitlenen bu ormandaki düzlükte kesin bir su çeşmesi vardır diye düşünüyorum. Hatta çadırı kurduğum noktadan Kalaycının girişindeki çeşmeyi de görüyor ve rahatlıyorum. Ama çeşmenin yanına gidince yanıldığımı fark ediyorum. Çeşmede su yok. Hemen arkasındaki üstü betonla örtülmüş su kuyusunun ahşap kapağını açınca içeride mis gibi berrak bir suyun olduğunu görüyorum ama suyun seviyesi kapaktan en az 2 metre kadar aşağıda. Kapaktan biraz sarksam belki yanımdaki ipleri birbirine ekleyerek ısıtma kabıyla su doldurabilirim diye düşünüyorum. Bu seçeneği son çare olarak bıraktıktan sonra, aklıma, aldığım notlara göre buraya bir kilometre kadar yakın olan Çam Kuyuları mevkii geliyor. Çam kuyuları denildiğine göre burada kesin su vardır diyorum ve çadırın fermuarlarını örterek yine yoldan Çam Kuyularına yöneliyorum. Yol üzerinde Araştırma Ormanı içerisindeki farklı noktalara giden başka yollar da var ama nedense her yol girişinde asma kilitle zincirlenmiş bir bariyer bulunuyor. Çam Kuyularına doğru giden ve yürümekte olduğum yol dahil bütün yollar asma kilitlerle sabitlenmiş ahşap bariyerlerle tamamen kapatılmış durumda. Sedir ağaçlarının arasından süzülen yol 700 metre sonra Çam Kuyuları olarak adlandırılan Kalaycı düzlüğünden dört misli geniş, daha ferah bir alana varıyor. Buradaki su kuyuları Kalaycı’dakilerle benzer, ama bu kez çok daha fazla kuyu var ama hem su seviyeleri daha aşağıda (yaklaşık on metre) hem de suyu çekmek için donanıma sahip değiller.

Uzaktan gördüğüm ve yolun devamındaki ahşap dağınık olarak sedir ağaçlarının arasına serpiştirilmiş bakımsız barınaklara yöneliyorum. Öyle ya, ev varsa kesin olarak su vardır. Yıkıntı şeklinde ve bir bölümü kışın buradaki vahşi atların kullanımına terk edildiği, içlerine konulan saman balyalarından belli olan ahşap bungalovlarda suyu çağrıştıran ne bir depo, ne bir musluk, ne de bir çeşme bulunuyor. Çam Kuyuları düzlüğünün son kısmında, ikinci bir insansız meteoroloji ölçüm istasyonunun bulunduğu yerdeki dışı sıvalı ve daha düzgün yapılarda da keza öyle. Bu ahşap barakalar 70’li yıllarda burada çalışan kesim işçileri tarafından da kullanılmış. 

Biraz daha ileride artık düzlüğün bitiminde yer alan büyük ahşap yapıda kesin su vardır diye düşünüyorum. Burası 1965 yılında 38.000.- Türk Lirası harcanılarak yapılmış 30 kişilik işçi pavyonuymuş ve bugün misafirhane olarak kullanıldığı belli oluyor. Ama ne yazık ki kapıları kilitli ve dışarıda hiçbir çeşme bulunmuyor. Kaynak suyu ve çeşmesi bulunmayan bu mevkide kış ve baharın kar suyu ile dolması için buraya 210 tonluk bir depo yapıldığı yazılı kayıtlarda ama ortalarda suyun esemesi bile yok. Hemen karşıdaki piknik alanında her biri 2 tonluk iki tane su deposu da bomboş.

Oysa yarın yürüyünce buraya 3-4 km mesafedeki yaylada yaz boyunca akan bir kaynak olduğunu göreceğim. Kendi haline bırakılmış ve insanların girmesinin engellendiği bu doğa harikasında, halkın girişinin engellenmesine karşın buradaki nimetlerden fazlasıyla yararlandıklarını tahmin ettiğim yöredeki çok çalışkan resmi zevatın kullanımı için dahi olsa bu mesafeden kangal boruyla su taşımak bu kadar mı zor? Yoksa ta aşağıda yol kenarındaki piknik alanından başlayarak bu “araştırma ormanının” susuz bırakılması, buradaki “çok akıllı” bir avuç işgüzar görevlinin tezgahı mı? Umutsuz ve susuzluktan boğazı kurumuş bir halde geri dönerken bu kez Çam Kuyuları düzlüğündeki tüm kuyuları tek tek kontrol etme niyetindeyim. Neyse ki bir dördüncü kuyunun kapağına on metrelik bir zincirle bağlanmış kısmen paslı küçük bir teneke buluyorum. İstesem burada da su doldurabilirim ama düzeneği hemen yerinden söküp yanıma alıyorum ve kamp yaptığım Kalaycı Düzlüğüne geri dönüyorum.

Yarı yolda önüme kasklı bir motosikletli çıkıyor. Üstü başı sivil, üzerinde herhangi bir işaret taşımıyor ama meydan okuyan bakışlarından “görevli” olduğu anlaşılıyor. Elimdeki zincirli tenekeyi iyice süzdükten sonra bana burada ne işimin olduğumu soruyor. Ben de aynı soruyu kendisine soruyorum. Orman bekçisiymiş ve buraya girmek yasakmış. Saat kaçta nereden ve nasıl girdiğimi, çatışmaların en yoğun olduğu dönemde Askeri yasak bölgeler dahil Güneydoğu, Van, Tunceli, Erzincan gibi bölgelerde birçok dağa yalnız başıma çıktığımı, Milli Park, Koruma alanları gibi değişik statülerdeki ormanlardan kimseden izin almadan cirit atarak geçen “deli” bir gezgin olduğumu ikna edici bakışlarla ve ses tonuyla kendisine aktarıyorum. Dingonun ahırı muhabbetine başlayınca bu alanın “izne tabi” olmadığını söylüyorum. Ben yurttaşım, vatandaşım diyorum. Bana az önce yolun başlangıcındaki ormanın giriş kapısından üç gezgini geri çevirdiğini övünerek anlatıyor (iyi ki dere yatağından çıkmışım yoksa şimdi bu işgüzar görevliyi boğazlamış jandarma karakolunda soluğu almıştım). Kampımın Kalaycı düzlüğünde olduğunu, bu orman hiçbir yerinde su olmamasına, suyun olması gerektiği yerlerde akmamasına bir anlam veremediğimi ve yanıma aldığım düzeneği yarın yerine bırakacağımı söylüyorum.

Havanın kararmasına az kala, ‘gözünü su ve doğa bürümüş’ bir gezgin karşısında yapacak bir şey olmadığını anlıyor arkadaşımız. Ayrılıyoruz. Suç tabi ki görevini layıkıyla yaptığına inanan bu “resmi görevli” arkadaşımızda değil. Bu yetkiyi ona veren yerel Orman idarecilerinde. Araştırma Ormanı niteliği, bırak turistin, dağcının ya da gezginin, sade yurttaşın bile orman içerisine girmesini, yöre köylülerinin bu yolları kullanmasını engellemek, yaban atlarının barınağı haline gelen, kurtlar için kurulduğu söylenen ama bana sanki atları yakalamak için kurulmuş gibi görünen tuzakların bulunduğu kamuya ait bu alanı kendi mülkleri gibi kullanmaları için yeterli mi? Yeni bir ağaç dikiminin söz konusu olmadığı bu alanda beş yüz hatta bine (köylülerin verdiği sayı bu) yakın yaban atı cirit atarken, Devletin tarımı ve hayvancılığı öldürme kararlılığı karşısında hala gelenekleri sürdürmek adına direnen Söyle, Geçmen ve Kocapınar köylülerinin küçükbaş hayvan sürülerini bu alana sokmalarını önlemekle neye hizmet ediliyor, yapılmayan araştırmalara mı? Bugüne kadar sedir ağacının korunması için ne tür bir araştırma yapıldı ve ne geliştirildi? Örneğin devlet eliyle Avlan Gölü kurutulduğunda buradaki sedir ağaçları ölürken ne adım atıldı, hangi önlemler alındı?

Elimdeki teneke ve zincirin tıkırtısıyla oluşan ezginin sedir ağaçları arasındaki yankısı ve tek tük atıştıran yağmurun sakinliği kısa sürede öfkemi yatıştırıyor. Akşam yoğun çay bombardımanıyla kendime uyguladığım su kürü, beni gece boyunca bol bol dışarıya çıkıp içerisine sığındığım ormanın zifiri karanlığını daha da iyi duyumsamamı sağlıyor. Gece çadır yakınına yaklaşan yaban domuzları, bizzat kendi kırdıkları kuru dal parçalarının gürültüsüyle gelip geçiyorlar.

Sabah zinde bir şekilde kalkıp toparlanıyorum ve hemen Çam Kuyuları üzerinden hızla yola koyuluyorum. Geçerken tenekeyi yolda bırakıyorum. Dün susuzluktan dikkatimi çekmeyen Araştırma Ormanı misafirhanesi önündeki panoyu bu kez yakından okuyorum:

« (…) Sedir ormanları, Osmanlılar döneminde orduya ait atların yetiştirilmesi karşılığında yörenin toprak sahipleri tarafından işletilmiştir. 1927-36 yılları arasında müteahhit kesimiyle elde edilen keresteler, Aykırı Çay Deresinden Finike Limanına oradan da Mısır’a ihraç edilmiştir. » O dönem Kolastar adı verilen büyük testerelerle (el bıçkısı) kesilen ağaçların kalıntıları bugün hala görülebilir. Sedir Araştırma Ormanın mülkiyeti devletleştirilmeden önce, yörede yaşayan ve Osmanlı Ordusuna at yetiştirmekle görevli olan Subaşı Ailesi’ndeymiş. Yani bölgedeki yaban atları eski dönemlerden beri mevcut. Yol üzerine kurttan daha çok at için kurulmuş gibi görünen büyük tuzak, insanların bu bölgeye hiçbir şekilde sokulmaması, asma kilitlerle sıkı sıkıya kapalı tutulan bariyerler, kasten susuzlaştırılan ve halka kapatılan mesire yerleri, bu cennet doğayla ilgili şüpheler oluşmasına neden olmuyor değil. Ama buraya Kızlar Sivrisi’ne çıkmak üzere geldiğimi unutmayıp, bu konuda girişimde bulunma sorumluluğunu yörede yaşayan ve bu sıkıntıları bizzat çeken insanlara bırakıp yoluma devam ediyorum.

Kalaycı Düzlüğünden tam üç kilometre sonra orman ve ağaç sınırı bitiyor ve keçi ve koyun sürülerinin seslerine ve çok uzakta süzülen, devingen ince uzun görüntülerine tanık oluyorum. Az ötede kocaman bir çeşmeden gürül gürül sular akıyor. Kuş uçumu 4 kilometre uzaklıktaki Kızlar Sivrisi, arkadaki güçlü güneşin etkisine rağmen heybetli bir şekilde karşıma dikiliyor. Saat henüz dokuz bile olmadığı için çeşmenin beş yüz metre yukarısındaki eski bir çoban barınağının ahşap iskeletinin altına hızla çadırı kurup suyumu doldurarak yola koyuluyorum.

Hava şimdilik açık ve güneşli. Ama daha hedef yönünde bir saat yürümeden gökyüzü parçalı bulutlarla örtülmeye başlıyor. Dağa Batısındaki vadiden yaklaşarak yükselmeye başlıyorum. Eğim hedefe yaklaştıkça artmaya başlıyor. 1800 metrelerden itibaren zirvenin batısında yer alan boğazdan yükseliyorum. Önüme çıkan kar kümelerinin hemen yanından ilerlemeyorum. On gündür kesintisiz olarak yürümenin verdiği yorgunluğu bedenimin bütününde ama özellikle de dağ ayakkabılarının ağırlığı altında ezilen ayaklarımda hissediyorum. Adımlarım yer yer geri geliyor.

Doğu yönünde boğazı izleyip dağın doğusuna dolanmak yerine, giderek artan ve zirveye yakın yoğunlaşmaya başlayan bulutların etkisiyle zirvenin hemen güneyinden, 45 dereceyi de aşan eğimli çarşak yamaca yöneliyorum (yaklaşık 2600m) . Eğimin ve buz/kar etkisiyle kayganlaşan taş ve toprak zemin nedeniyle yer yer ellerimi de kullanarak yükseliyorum. Ara sıra yağan hafif dolu eşliğinde, 2900 metreye kadar oldukça oynak ve kaygan çarşak zeminde zor ilerledikten sonra iri kaya parçalarının, kısmen kayaların ve daha sonra da kar/buz zeminin ortaya çıkmasıyla görece daha dik ve rahat yürüyorum.

Bulutun içerisinde ilerliyorum ama rüzgar ve ara sıra atıştıran dolu dışında aşırı yağış yok ve görüş de o kadar kısıtlı değil, yönümü belirleyebiliyorum. 3000 metrelere yakın zirveye giden kayalık sırtı güney doğusundan dolaşıp karla kaplı zirveye ulaşıyorum. Bu kez zirve defterini çıkarıp yazılanlara bir göz atıyorum. Benden dört saat önce iki dağcı kuzey tarafından buraya çıkmışlar ve validelerinin “Anneler gününü” kutlamışlar. İlginç.

Zirvenin yan tarafında taşlarla “Akdağ’a hoş geldiniz” yazıyor. Oysa ben üç gün önce Akdağ’daydım. Burası Kızlar Sivrisi. Daha sonra aşağıda konuştuğum yöre köylüleri ve çobanlar burayı Akdağ olarak adlandırdıklarını söylediler. Zirveden itibaren kar üzerindeki izleri takip edince dağın önce doğusuna yönelen ve daha 2800 metrelerde güneye ya da doğuya ikiye ayrılan belirgin bir patikanın, benim çıkarken kullandığımdan çok daha rahat bir rotanın varlığını fark ediyorum. Çıktığım yerden hangi koşullar altında ineceğimi kara kara düşünürken bu yol hoşuma gidiyor ve beni rahatlatıyor.

Sabah çıktığım rotanın yaklaşık iki yüz metre yukarısından aşağıya kadar, bu sefer daha belirgin bir güzergahtan ‘ana üsse’ kadar ulaşıyorum. Yarı yolda, yamaçta otlayan ve benden ürküp yaklaştığımda hafifçe ürkerek yer değiştiren  otuza yakın yaban atıyla karşılaşıyorum.  

Çadırımın yüz metre aşağısındaki çobanları ziyarete gidiyorum. Nohuduyla ünlü Geçmen Köyünden Muzaffer Akkaya ve Rafet Sarıkaya ile çay içip sohbet ediyoruz.

Başlangıcında pıtır pıtır yağmur yağsa da, yaban domuzlu, atlı, keçili, koyunlu, sivrili düşlerle dolu rahat bir gece benim için. Hem yarın sabah Elmalı’ya inen bir araç da var.            

Orman ve göl bilgileri için kaynakça :

Özgür Burhan TİMUR (2007). "Avlan Gölü kurutma çalışması sonrasında peyzaj değerlerinin değişimi"Avlan Gölü Örneğinde Islak alan Kurutma Girişimleri Üzerinde Bir Araştırma. www.ankara.edu.tr.

 http://batiakdeniz.com/elmali/genelbilgi.php?gbid=13