Sessizliğin yamacında: Mystras
Sekiz kilometre aşağıda Isparta’nın isim Babası Sparta’nın nedense çok da fazla kazılmamış ve bekçisi aşırı sıcaktan erken emekliliğe ayrılmış, zeytin ve çam ağaçları arasında kimsesiz kalmış antik yerleşiminde, özçekim için ilçe belediyesinin yakın zamanda anıt olarak diktiği Sparta savaşçısına ait teneke heykeli arayan şaşkın ve biri Fransızca konuşan Amerikalı gençleri geride bırakıp, Magula üzerinden Taygetos Dağı yamaçlarındaki yanlışlıkla saptığımız yoldan Tripi’ye kısa sürede ulaşıveriyoruz. Ziyaretlerimizi bitirdikten sonra, iri zeytinleriyle ünlü Kalamata’ya inmek üzere, baş döndüren bir kanyonla inatlaşan ve dik yamaçlardan düşen ve nedense temizlenmemiş kaya parçalarıyla daha da heyecan yaşatan daracık yola gireceğimiz yer burası. Ancak şimdilik hedefimiz dağın Batı yamaçlarındaki Mistra ya da Mystras (ya da Osmanlıların Mizistresi).
Bunun için Tripi’den güney yönüne giden yola sapıp önce iki kilometre ötedeki in cin top oynar yerleşimi Pikulianika’yı aşarak, bir kilometre sonra Mystras’ın üst kapısına varıyoruz. 38 derece sıcaklıkta aracı park etmek için gölgeli bir yer ararken, incecik akan ama buz gibi soğuk ve çok lezzetli suyu olan bir çeşmeyi keşfediyoruz. Bir bardağı ancak bir dakika hızla dolduracak su, mavi bir bidona boşalıyor. Çeşmenin kenarında, bidonun içinde ve taşan sularda onlarca bal arısı polene bulanmış ağızlarını çalkalıyorlar. Ara sıra aralarına dalan sarı vespula germanica yabanarıları da sıcağın etkisiyle onlarla hiç dalaşa girmeden, hatta bizim hareketlerimizi dahi dikkate almadan işlerini görüp gidiyorlar.
Mystras, Frank Prensi II.William de Villehardouin tarafından, dördüncü Haçlı Seferi sırasında 1205 yılında kurulan Latin Achaie Prensliğinin, 1249 yılında merkezi haline gelmiş ve yamaçtaki bir tepeye yapılan kaleyle birlikte bir saray inşa ettirilmiş. 1259 yılında Pelagonya Savaşında Guillaume’un elinden başka kalelerle birlikte burayı da ele geçiren Michel VIII Palelogus, Mystras’ı Mora Despotluğunun başkenti haline getirmiş.
Yerleşimi, tepedeki Frank kalesinin bulunduğu kısmı yukarı ve manastırların ve sarayın bulunduğu kısmı aşağı kent olarak ikiye ayırmışlar. Biz aracı bırakıp üst kapıdan biletlerimizi aldıktan sonra yukarıya yöneliyoruz. Bu arada gişedeki şirin bayanlara Mystras örenyeri içerisindeki yapıların açık ya da kapalı olduklarını belirtmelerini istemekte yarar var. Zira birçok noktada onarım çalışmaları devam ediyor ve bazen bu çalışmalar nedeniyle bazı yerler ziyaretçilere tamamen kapatılmış durumda. Zaten engebeli çok yayılmış yapısı itibariyle ziyaretçileri yıpratmaya fazlasıyla elverişli ören yerinde böylece boşuna bazı yerlere gitmek zorunda kalmamış olursunuz. Her ne kadar şirin taşlık eğimli patika yemyeşil ağaçların arasından yükseliyor olsa da, aşırı sıcak nedeniyle sıkça ara verip kişi başı birer buçuk litre olarak tedarik ettiğimiz sularımızı yudumluyoruz.
Kale, dağın yamaçlarındaki 600 metre rakımlı küçük tepenin en yüksek noktasında ve doğusundaki Sparta ovası olsun, diğer taraftaki dağın ağaçlık yamaçları üzerine olsun, muhteşem bir manzaraya sahip. Çeşitli kademelerden oluşan yapı çok iyi durumda olmasa da yılın en sıcak günlerinde dahi çıkılmaya değer. Buradan itibaren, tepeden yamaçtaki Mystras manastırlarının bir bölümünü ve sarayı da görmek mümkün. Kale, Mystras kentinin savunmasının kalbidir. Onu inşa eden Franklardan sonra Bizanslılar ve Türkler tarafından geliştirilmiştir. Görece olarak daha düz bir araziye yapılan ve aşağıda Mystras’ın çevresindeki surlar gibi iç ve dış olmak üzere iki sur sistemiyle korunan kaleye, ancak kare biçimli bir kule tarafından tek kapıdan giriş yapılabiliyor. Kalenin alt taraflarında Osmanlı döneminden kalma yapı ve muhtemelen de bir caminin kalıntıları bulunmakta. Surların güney-doğu ucunda aynı zamanda Sparta ovası ve Taygetus Dapının yamaçlarının izlenebildiği bir nöbetçi kulesi bulunuyor. Derin uçurum ve konumu nedeniyle kalenin bu kesimine dışarıdan ulaşmak ve saldırmak imkansızdır.
En zor bölümün kalenin bulunduğu tepede değil de bizzat Mystras’ın bir inip bir çıkan aşağı kentinin güzergahlarında olduğundan habersiz bir şekilde, yeniden gişelere vardığımız noktada keyfimiz yerine geliyor. Amacımız hazır yukarıdayken, ören yerindeki üst kapıya yakın yerleri gezip daha sonra da arabayla alt kapıya geçmek. Oysa alt kapıdan itibaren Pantanassa ve hatta Peribleptos’a gitmek için hemen hemen üst kapıya kadar çıkmış olacağımızın farkında değiliz.
Dolayısıyla yüksek moralimizle önce Birinci Mora Despotunun, Bizans İmparatorluğunun Başkentini ve oradaki büyük kilise Konstantinopolis Aya Sofya’sını hatırlamak için inşa ettirdiği küçük ve şirin Aya Sofya Kilisesini ziyaret ediyoruz. Bu kilisede İmparatorluk ailesinin en az iki üyesinin mezarlarının gömüldüğü biliniyor (XI.Konstantin Paleologus’un eşi Teodora Tocco ve Despot Teodosius’un eşi Kleope Malatesta). Mezarlarının binanın dışında bulunduğu tahmin ediliyor.
Sonra Küçük Sarayın kalıntılarının hemen altında, onca ıssızlığın ortasında iki Fransız’ı güneşin alnında mimarisini tartışırken bulduğum Aya Nikola.
Daha da aşağısına inmemeye karar verdiğimiz yoldan Despotların Sarayı ve büyük meydana varıyoruz. Kapıdaki görevlinin de uyardığı gibi devam eden (gerçi içeriden hiç çalışma sesi gelmiyor) onarım çalışmaları nedeniyle bariyerlerle erişim engellenmiş. Gölgeden azıcık sıyrılmamız, acımasız sıcağın, Sparti ovasının cesur nemiyle birlikte üzerimize çullanması için yetiyor.
İki kanat boyunca L şeklinde doksan derecelik açıyla birleşen farklı dönemlerde inşa edilmiş yapılardan oluşan Saray, yamacın ortalarında yer alan platoda (ya da plateia) bulunuyor. Sarayın avlusu (Latincede forum’dan Phoros, sonra Osmanlı döneminde Bozuk Pazar ya da Batıdan gelen ziyaretçiler için bazen Agora olarak adlandırılan) böylece rüzgara kapalı, güneşe karşı ve halkın toplanması için yeterince geniş bir alanda yer alıyor ve aynı zamanda pazar işlevi de görüyormuş. Yapının en eski bölümü olan Doğu kanadı, 1249-1262 yılları arasında II.Guillaume de Villehardouin tarafından yaptırılmış. Dışarıya açılımı az olduğu için ve gotik dönem izlerini içerdiği için, yapının bu bölümünün Franklar ya da ilk Bizanslı yöneticiler tarafından inşa edildiği düşünülüyor. Biraz daha kuzeyde bulunan ve mutfak, sarnıçlar ve ocakları içeren bir başka yapının da o dönemlerde inşa edildiği sanılıyor.
1350-1400 yılları arasında ilk iki yapı arasına, bunları birbirine bağlamak amacıyla bir başka bina daha inşa edilmiş. Yine aynı dönemde, kuzey-doğu ucunda despot ve ailesinin konaklaması için bir başka bina daha yapılmış. Bu yapının son katında bir şapel bulunmaktaymış.
Daha yakın zamanda, muhtemelen XVnci yüzyılda Paleologos’lar devrinde inşa edilen Kuzey-Batı kanadı, saray kompleksini tamamlıyor. Yapı üç katta oluşuyor: yarısı toprak altında kalan bir tür bodrum katı, birbiriyle bağlantısı olmayan sekiz daireden oluşan giriş katı ve Krisotriklinon ya da altın tahtlı salon adında, 36,30 metre uzunluğunda ve 10,50 metre genişliğinde tek ve büyük bir salonun yer aldığı birinci kat. Mimari olarak yapı İstanbul’daki Tekfur Sarayı ile birçok benzerlikler içeriyor. Yapının bu kanadının 1464 yılında kentin Sigismon Malatesta tarafından fethi sırasında yıkıldığı sanılıyor. Daha da batıda, muhtemelen saray soylularını ve resmi yetkilileri ağırlamak üzere inşa edilen başka binalar da yer almaktadır.
Biz tabi bunları görmedik ancak ipin gerisinden onarımı devam eden binaları izlemekle yetiniyoruz. Geldiğimiz yoldan geri dönüp üst kapıdan çıkarak araca geri dönüyoruz. Büyük bölümünü tükettiğimiz sularımızı yine aynı arısı bol cılız çeşmeden doldurup, bol dönemeçli ara yoldan Mystras’ın alt kapısına yöneliyoruz. Yukarıdaki biletlerimizi göstererek kentin aşağı bölümünün içerisine girdikten sonra müzenin de yer aldığı Metropolis binasına ilerliyoruz. Metropolis’i oluşturan yapıların tümü aşağı kentin iç surları boyunca yer alıyor. Binanın iki girişi bulunuyor, birincisi ve en eski olanı kadınlar galerisi ya da gynaikonitis’e açılıyor, diğeri ise binanın güney cephesi boyunca uzanan ara sokağa açılıyor. Binada yer alan bir yazıt yapının 1291-1292 tarihlerinde inşa edildiğini gösteriyor. İçeride el yazımı İncillerin ve bazı başka eşya ve ikonların yer aldığı iki katlı müzeyi gezdikten sonra, aynı yapılar bütünü içerisinde yer alan ve avlunun diğer tarafından bulunan Aziz Dimitrios’a adanmış bazilikayı geziyoruz.
Bir sonraki adımlarımızı Aya Sofya ve Peribletos’la aynı mimaride küçük bir kilise olan Evangelistra’ya yöneltiyoruz. Burası Mystras’ta hakkında bilgi sahibi olunamayan tek yapıymış. Türklerin burayı sonradan camiye dönüştürmediği sanılıyor. Bundan sonraki durağımız Aziz Theodoras, Grek haçı biçiminde sekizgen kubbesiyle diğer yapılardan farklı bir mimaride. Mystras’ın en büyük kiliseleri olan Aziz Theodoras ve Hodigitria bugün büyük bir bölümü yıkıntı halinde olan bir yapılar bütünüyle birbirine bağlanarak Brontochion Manastırı içerisinde yer alıyormuş.
Su içerken yamaçta gösterişli çan kulesi ve görkemli yapısıyla Pantanassa’yı görünce daha çok yolumuzun olduğunu anlıyoruz. Havaya öğleden sonrasının ağırlığı çökmüş durumda. Kentin güney ucunda yemyeşil bir çimenliğin gerisinde bulunan ve uyumlu bir taş rampayla girişine varılan Hodigitria’nin içerisinde karanlıkta sessizce oturan bir erkek müze görevlisinden biraz ürksek de yolumuza kararlı bir şekilde devam ediyoruz. Hodigitria (Aphendiko) en iyi korunmuş yapılardan biri. Birinci katı bir bazilika. İkinci katta ise her biri dört sütuna oturan baş kubbeli haç biçimli bir kilise yer alıyor. Metropolis ve Aya Theodoras’tan sonra inşa edilmiş olan yapıya Konstantinopolis’ten getirilen bazı sanatsal unsurlar yerleştirilmiş. Yapının kuzeyinde yer alan bir şapelde Despot I.Theodosius’un mezarı yer alıyor. Ama yine de kuzey tarafındaki bir dut ağacının dibine bağlanmış ve su dolu kovasını devirmiş güzel gözlü sessiz ermiş eşek, nedense inancına bağlı bizlerin ilgisini daha çok çekiyor (yoksa burası kadınlar manastırı mı?). Gerçi Lidya’nın eşeği ben her yok olduğumda arazime girip zaten can çekişen zeytin ağaçlarını dişlediğinden beri bu hayvan ırkına karşı biraz daha yabancılaşmış durumdayım ama buradaki yaratık manastırların arasında top oynayan in ve cinlerin bir parçası olmuş gibi. Koskoca şişkin karnına rağmen bağlandığı servi ağacının ardında, tamamıyla bir kaybolup, bir var oluyor.
Sıcağın altında öylesine bitkin düşmüş durumdayız ki, su kovasını 100 metre aşağıda turistler için gayet isabetli olarak konulmuş soğutuculu çeşmeden doldurmak için aramızdan tek bir gönüllü dahi çıkmıyor. Bu işi manastırın içinde, gölgede meditasyon yaparak nadir ziyaretçileri ürkütmekle meşgul görevliye bırakıp, ulvi hac ziyaretimizi sürdürüyoruz.
Mystras için namaz vaktı!
Yalnız, tempomuzu düşürmememiz gerekiyor çünkü daha kamp atacağımız Kalamata’ya kadar Taygetus dağını aşmamız gerekiyor yani bir hayli yolumuz var. Sadece su içmek için mola versek de nedense ziyaretin sonuna doğru herkes sık aralıklarla su içmeye başlıyor. Ev kalıntılarının yanı sıra yamaçtan tatlı bir eğimle yükselen ve hemen hemen sarayın irtifasına yaklaşan bir noktada onarımı devam eden ve halen kullanılan Pantanassa Manastırı’na varıyoruz.
Mystras evleri derken, biraz intihal yapıp Şatzidakis’e göre burada üç tip konutun bulunduğunu hatırlatalım:
* iki ya da bazen üç katlı sade evler;
* cephesinde vadiye bakan bir tür kemerli balkon olan loggia’sı olan evler;
* yapıyı korumak için bir kuleye sahip olan ve köşk yapısında olan evler.
Bu evlerin giriş katları ahır, depo ve mutfak olarak kullanılıyormuş ve güvenlik nedeniyle dışarıya çok küçük açılımlara sahipmiş. Aile, triklinon adı verilen geniş pencereli ve eşyaların istiflenmesine yarayan birçok nişe sahip tek ve bölmesiz büyük bir salonun bulunduğu birinci katta yaşıyormuş. Yapıların çoğunluğunda içme suyu ve kanalizasyon sistemi mevcutmuş. Evlerin çok azı günümüze kadar sağlam kalabilmiş. Yer sıkışıklığından ötürü çok az evde avlu ve bahçe bulunmuyormuş.
Hac farizası gibi yorucu gezinin ortasında, verandasından güzel ova manzarasını izleyerek soluklanan nadir turist çiftin aramızdaki diyaloglardan uyruğumuzu çıkarsamaya çalışan bakışları altında yine sularımızı içiyoruz. Avluya açılan küçük odacıkların kapılarının önlerinde terlikler duruyor. Yeni sulanmış çeşitli çiçeklerle süslü bahçe, derli toplu avlu ve kilisenin içindeki metal adaklar en güzel Manastırın halen faal olduğunu fısıldıyor gibi.
Tepenin doğusundaki keskin yamaçta bulunan Panassa Manastırı, Mystras’ın en iyi korunmuş ve halen on iki rahibe tarafından kullanılmaya devam edilen (biz sadece altı çift terlik gördük) tek yapısıdır. Manastır, 1428 yılında, Mystras’ın bir ünlü ailesine mensup Jean Frangopulos tarafından, son Paleologoslar döneminde yapılmış. Hodegetria ile aynı modele göre inşa edilen kilisesi, girişte üç nefli bir bazilika ve katta ise haç biçiminde bir kilise şeklinde tasarlanmış. Yapı, yerel, Bizans ve Frank olmak üzere üç mimari geleneğin buluştuğu güzel bir örnek. Ben bildiğimden değil, kaynakta öyle yazıyor.
Bakışlarımız hücre kapılarının önlerindeki terliklere takılı bir şekilde manastırın diğer kapısından çıkıp, kentin doğu ucunda dış surların kenarında çok güzel yüksek ağaçların arasındaki iri kayalık yamaca muhtemelen XIVncü yüzyılda inşa edilen Peribleptos Manastırına varıyoruz. Bu manastırla ilgili de çok fazla bilgi yokmuş. Ancak Mistras’ın saygın ailesi Mavropapas’lara ilişkin yazıtlar bulunuyormuş ki bu da muhtemelen bu aile tarafından yaptırıldığı şeklinde yorumlanmasına yol açmış. Binanın Batısında yer alan ve bugün Azize Katerina şapeli olan küçük mağaranın eski bir Hıristiyan tapınma yeri olduğu sanılıyor. Sona doğru yaklaşmanın verdiği güçle yirmi otuz metre ötedeki küçük Aya Yorgi’de alıyoruz soluğu.
Osmanlılar döneminde despotlardan, onların saray erkanından ve bunlarında arasındaki aydınlardan uzak kalan kent Mora Sancağına bağlanır. 1540 yılına kadar paşaların tercih ettiği bir mekandır. 1540’tan itibaren ve Nafplios’un fethinden sonra Mistra önemini yitirir.
Türklerin kentin yukarı bölümüne yerleştikleri tahmin ediliyor. Paşa despotların sarayında yaşıyordu. Sarayın eski kilisesi Aya Sofya camiye dönüştürülmüş (zavallı Aya Sofya kiliseyle cami arasında gidip gelen makus kader…). En tepedeki kale güçlü bir garnizon ve askeri komutanlığa ev sahipliği yapar. Yunanlılar kentin aşağı bölümünde yaşarmış. Kent dışında yabancı tüccarlar yerleşikmiş. Mistra o dönemde ipekçiliğin ekonomik merkezi olmayı sürdürür. Osmanlılar bölge halkının yaşamına çok müdahale etmese de devşirme uygulaması yerel halkı rahatsız eder. Osmanlılar döneminde, devşirme uygulamasına karşı çıkan bazı ailelerin meydanda asılması dışında halkın barış içerisinde yaşadığı belirtilir. Rimini Prensi Sigismond Malatesta diye bir Allahın kulu 1464’te Mistra’yı kuşatır. Kenti ele geçirir ama tepedeki kaleyi bir türlü alamaz. Kuşatmayı kaldırmak zorunda kalınca da kenti ateşe verir.
1768 yılında Osmanlı İmparatorluğu Rusya’ya karşı savaşa girer. 1770’te Aleksis Orloff komutasındaki bir Rus donanması Baltık Denizinden yol çıkar ve Cebelitarık Boğazını aşarak Pelopones’in güneyindeki Mani bölgesine Aleksis’in kardeşi Feodor’un komutasında 80 000 asker çıkarır ve bölge halkının bir bölümünden de destek alarak bölgedeki Türkleri Mistra’ya sıkıştırır. Birkaç gün direndikten sonra Türkler ailelerini götürebilecekleri sözü karşılığında teslim olurlar. Ancak kent teslim edildikten sonra verilen söz tutulmaz ve Türkler katledilir. Mystras Metropoliti ve kentin rahipleri Türklerin katledilmesine müdahale ederler ve işi Türklere saldıranların dinden aforoz edileceğini ilan etmeye kadar vardırırlar. Bu arada Türklere ve Yunanlılara ait birçok ev Ruslar tarafından yağmalanır. Ruslar daha sonra Pelopones bölgesinden çekildikten sonra Mystras bu kez Arnavutların saldırısına uğrar ve yakılır. Kentteki birçok ev, manastır, kilise ve diğer yapı ve hatta tepedeki kale bu sırada büyük zarar görür.
1821’de Yunan Bağımsızlık Savaşı patlak verir. Patras’lı Germanos isyan bayrağını yükseltir ve tüm kıtada Yunan halkı ayaklanır. Türkler müstahkem kentlere sığınırlar. Ancak Mystras da isyandan nasibini alır ve buradaki Türklerin Tripolizza kentine çekilmelerine izin verilir. 1824 yılında Mısır’dan Mehmet Ali Paşa’dan bölgede durumu düzeltmek için yardım ister ve onun oğlu İbrahim Paşa’yı Mora Sancağı Paşası olarak atar. Eğitimli e donanımlı ordusuyla İbrahim Mora’da kolayca ilerler ve 14 Eylül 1825’te Mystras’ta Türk’ün acı intikamından nasibini alır. Yapılardan yükselen dumanların arasında sendeleyen bir kedi ve bir köpek dışında eski Bizans kentinde yaşayan kimse kalmamıştır. Bugün UNESCO’nun Dünya Mirası listesine kayıtlı Mystras’ın sonudur bu.
Çıkış kapısına yönelmeden önceki son düzlükte Mystras’ın soylularına ait bir iki evin kalıntısını da gördükten sonra çıkış yapıyoruz.
Mystras, yıkıntıları ve müstahkem konumuyla Yunan iç savaşında komünistlere de ev sahipliği yapmış.
Bizans tarzı tuğlalı yapılara, biraz yıpranmış fresklere ve kubbelere neflere doymuş bir şekilde, Mystras’ı cırcır böceklerinin ve iki üç şaşkın turistin taşlarda oyalanan ayak seslerinin bozduğu sakin yalnızlığında bırakıp, Mora Sancağındaki bir sonraki mekana yola koyuluyoruz.
Allah kabul etsin!