yarım günde Tiflis
Metro şirketinin Aksaray Emniyet Garajındaki semirmiş pazarlama uzmanı Türkçesi kıt yetkilisi bana neden otobüsle gidiyorsun uçakla git deyince, biletimi zorunlu olarak 10 USD daha ucuz olan Doğu Karadeniz şirketinden alıyorum. Bir deftere kayıt düştükten sonra elle çizittirilen buruşuk kağıt üzerinde yazanlara bakılırsa arife günü öğlen 12.00’de yola çıkacağım ve normal şartlarda saat 14.00 – 15.00 gibi Tiflis’e varacağım. Yolculuk günü mahşeri kalabalığın içerisinden 21 kg ağırlığındaki emektar sırt çantamı aracın gözle görülmeyen motor tarafındaki bir boşluğuna sokuşturan muavine teşekkür ettikten sonra, açıktan olan biteni izliyorum.
Emniyet Garajının hiç de Türk’ten daha çok, Gürcü, Azeri, İranlı, Ermeni atmosferi altında, Yenikapı girişinin yan tarafındaki çay bahçesinin gölgeliğine sığınıyorum. Pezevengimsi şık kıyafetli altmışlarındaki adama, bir başka genç ayakçı tarafından iki kaçak işçi adayı getiriyor. Adam onlara asgari ücret + yatacak yer + yemek dahil halı yıkama fabrikasında iş öneriyor. Gençler çok da düşünmeden şimdilik reddediyorlar.
Yeni gelenlerin kaygılı belirsizliğini göremediğimiz için, daha çok gidenlerin, hem de bir şekilde miktar para kazanıp, yanında bir şeylerle birlikte ‘geri dönenlerin’ rahatlığı hakim insan yüzlerinde. Herkes kaçak maçak ama bir şekilde bu devasa kentin varoşlarında kenarda kıyıda güvencesiz de olsa bir iş bulmuş ve kafasındaki gerçekleştirmiş.
Çoğunluğu Gürcü vatandaşı yol arkadaşlarım gayet sakin bir biçimde ülkelerine taşıma ümidi oldukları ‘yüklerini’ Mercedes otobüsün bagajına sıkıştırmak niyetindeler. Bisikleti ya da biçimsiz, asimetrik bagajları olanlar, otobüsün bagaj bölümüne oturmuş şirket yetkililerinin uyarılarıyla geri gönderilse de, yaklaşık iki saat süren itiş kalkış sonrasında bisikletler ve asıl yolcuların bagajları dışında yolcu beraberinde olmayan birçok kargo eşyası da mucizevi ‘bir şekilde’ otobüse tıkıştırılıyor. Tek bir boş koltuk yok, galiba hostes koltuğu ve yedek şoför yatağı hariç yaklaşık 58 yolcuyuz. Saat 13.20 civarı Aksaray’dan ağır ağır pısırdıyarak ayrılıyoruz ama daha 100 metre ileride, daracık yolda karşıdan gelen bir başka otobüs nedeniyle 20 dakika kaybediyoruz.
Gerede’yi aştıktan sonra Çerkeş’e gelmeden zaten olağandışı titreşimlerle düz asfaltta bile deliler gibi sarsılan araç aks kesiyor. Bolu’dan yola çıkan tamircinin gelmesi ve yeni aksı, yalama olan üç cıvatayı takmadan sadece yuvası tutan dört cıvatayla monte etmesi için dört saat tarlaların kenarında beklememiz gerekiyor. Bereket Gürcü hostes kız yol kenarında oyalanırken dahi çay servisini aksatmıyor. Araç patronunun aylardır otobüsü 24 saat bakımı için dahi olsa imkan vermediğini söyleyen şoförü, tamire gelen servis yetkilisinin radyatör kayışında da sorun bulmasını, ‘dönmeden önce mutlaka baktır, yoksa yolda kalırsın’ deyip araca ayrıca üç küçük bidon yağ eklenmesini, birkaç kilometre sonra gösterge panosunda olur olmaz yanan ışıkları söndürmek için uğraşan ikinci şoförü görünce, araçtaki Gürcü ve Azerilerle birlikte ortak bir kaygı üretiyoruz. Acaba sınıra kadar varabilecek miyiz?
Neyse ki onca gecikmeden sonra sabahın köründe Sarp sınır kapısına varabiliyoruz. Herkes otobüsten atlayıp koşar adım Türk tarafının gıdım gıdım ilerleyen pasaport kontrol kuyruğuna giriyoruz. Çıkarken de, girerken de Türk tarafındaki yetkililerde yoğun bir bıkkınlık hali gözleniyor. Bu tavır sanki hakkımız olmayan bir şeyden yararlanıyormuşuz hissi uyandırıyor biz Türk vatandaşlarında. Gürcüler ise beraberlerinde getirdikleri eşyaların Gürcü sınırında takılmaması kaygısı içerisindeler. Otobüsün içerisinde olan bir yolcu “cezalı” olduğu için Hopa’da araçtan inmişti. Kendisini “başka yollardan” Gürcistan’a geçirecek olan bir ilişkiye telefonla ulaştı ve indiği yerde buluştular. Türk eşi bizim araçta kaldı ve sınırı tek başına geçti.
Kimlik ya da pasaportla çıkış yapıyor olsun tüm Türk vatandaşlarından yurt dışına çıkış fonu alınıyor. İnternette okuduklarımdan sonra ve Türk tarafında gümrük ofislerinin camlarına asılan duyuruları okuduktan sonra, Gürcistan tarafında dağ için yanıma aldığım bir iki acil ilacın (ağrı kesici değil) sorun olmasından çekiniyorum. Bir ara gümrükte ilaçları ve vitaminleri beyan etmeyi dahi düşünüyorum ama sonra uzaktan herkesin tek tek aranmadığını görünce normal, gümrük beyansız taraftan geçiveriyorum sınırı. Gürcistan sınır kapısı çok düzenli, modern ve tertemiz. İlk haçapurimi yutuyorum. Çok beklemeden sınırı aşıp yeniden güzelim otobüsümüzle buluşuyoruz. Çantamı sorduğum muavin herhangi bir sorun olmadığını ve yine iç tarafa yerleştirdiğini söylüyor.
Batum’u aştıktan sonra daracık bir yoldan sahilden Khobuleti’ye oradan da yine tek şeritli bir yoldan ülkenin içerilerine yöneliyoruz. Ara sıra yağmur atıştırıyor. Kutaïssi’ye varmadan karşı taraftan sürekli çizgiyi ihlal eden bir araç tam önümüzdeki araçla kafa kafaya çarpışıyor. Sınır kapısında direksiyona yeni geçen genç Karadenizli şoför büyük bir ustalıkla sağa direksiyon kırıp önümüzdeki aracın ve ona çarpan aracın bize vurmasını önlüyor. Ancak yana yatan aracı toparlarken bir hayli zorlanıyor, zorunlu olarak karşı şeride geçiyoruz bereket başka araca denk gelmiyoruz. Türkleri çok seven Gürcü polisiyle sorun yaşamamak için şoför bir uyanıklık ve insanlık örneği daha gösterip hiç durmadan yoluna devam ediyor. Oysa kazada kesin yaralı ve belki de ölü var. On beş dakika sonra sağda müsait bir yerde durup araçta hasar olup olmadığını kontrol ediyor. Araç panelinde yine garip kırmızı ışıklar yanıyor. Bir kısmını kaptan da anlamıyor, Türkiye’deki tamirciyi arıyor. Otobüsün içerisindekiler az önceki şokla savrulan eşyalarını topluyor.
Saat 20.00 civarlarında Tiflis’e varana kadar bu kazanın etkisini atlatmaya çalışıyoruz ve sürekli olarak şoförü kutluyoruz. Yoğun trafik içerisinde biraz daha zaman kaybedip kenti Kuzey-batısından Güney-doğusuna bir baştan diğer başa geçerek Ortachala (Ortakale) Otobüs Garajına gidiyoruz. Kentte bir de taşraya giden dolmuş ve minibüslerin kalktığı Didube Garajı var ki o da kentin girişinde yer alıyor.
Varışımızda bütün eşyalar boşalıyor, herkes valizini alıyor ama benim sırt çantasından eser yok. Emin hareketlerle motorun önündeki ara bölüme yönelsem de muavin oranın boş olduğunu söylüyor. Daha henüz paniğe kapılmadan ikinci şoförün yönlendirmesiyle aracın teknik gereçlerinin konduğu bir dolaba yönlendiriliyorum. Neyse ki biraz dağılmış ve kirlenmiş görünse de çantam hala orada.
Kısa sürede çantamı taşınabilir hale getirip kent merkezine doğru yol alıyorum. Para bozdurmam ve daha sonra da kalacak bir yer bulmam lazım. Yarın öğlene kadar kenti gezip Kazbegi’ye devam etme düşüncesindeyim.
Hava kararmadan önce, Gia Gulua Caddesinden ilerleyerek Türkiye’de Ardahan Göle dolaylarından başlayıp, Azerbaycan’da Aras ile birleşerek Hazar Denizine kadar uzanan ve kenti bir baştan diğer başa yaran Kura Nehrinin (Gürcüler Mt’kvari diyorlar) kıyısına ulaşıyorum. Daha önce çalıştığım dersime göre biraz bulanık akan bu su beni şehir merkezine götürecek.
Nehir üzerine kurulmuş altı ayaklı ve üst kemeri kapalı değişik mimarili Aragveli Köprüsünün yanı başından şehir merkezine yürümeye devam ediyorum. Onarım çalışmaları devam eden ve sanırım halka henüz açılmamış olan köprünün hemen bitişiğinde yenisi üzerinden araçlar işliyor. Geride modern mimarisiyle Tiflis Evlendirme Sarayı görünüyor.
Nehrin hemen kenarındaki ağaçlık alandan geçen yaya yolundan hızlı adımlarla ilerliyorum. Kentin bu kesimi biraz tenha görünüyor. Havanın hafif kararmaya başlamasıyla birlikte kentteki tarihi yapılar rengarenk aydınlanmaya başlıyor.
Aragveli’den birkaç yüz metre sonra nehrin karşı yakası yükseliyor ve mahalle nehre doğru yirmi otuz metrelik bir kayalık üzerine çıkıyor. Metekhi Köprüsüne gelmeden yine karşı tarafta ve yine kaya üzerine oturturmuş pırıl pırıl aydınlanmış Metekhi Katedralini görüyorum. Bir bölümünün restorasyonu devam eden Katedralin birkaç metre açığında bir atlı heykeli (Kral Vakhtang heykeli) dikkat çekiyor. Artık şehir merkezine geldiğimi hissediyorum. Bu kez benim tarafımda tepede yine aydınlatılmış anıtlar yükseliyor. Kale, Narikala Kalesi yine başka kiliseler. Bir elinde kadeh, diğer elinde kılıç tutan devasa Kartlis Deda heykeli.
Otobüse bindiğim günün sabahı koşmuş olmama karşın uzun yolculuktan sonra nihayet hareket edebilmenin coşkusuyla hiç yorulmuyorum. Hava da çok güzel, ortalıkta biraz fazla Amerikanvari polis aracı ve polis memuru var ama yine de keyfim bozulmuyor. Otuz saati aşan otobüs yolculuğunun ağırlığıyla bir an önce dinlenip yarın sabah erkenden turist rolüne soyunma niyetindeyim.
Caddenin karşı tarafına geçip Gorgasali meydanından eski Tiflis’e giriyorum.
Kentin her yerinde, bakkallarda, marketlerde, manavlarda döviz büroları var. Ama kurları farklı. Çevreden merkeze yaklaştıkça döviz kurları daha da uygun hale geliyor. Küçük bir miktar bozduracağım için kura çok da fazla takılmadan uygun bir yerde işimi hallediyorum ve önce Kote Afkhazi Caddesinden Freedom Meydanına (bu meydana adını veren Gül Devrimindeki ABD parmağı nedeniyle Özgürlük Meydanı demek nedense gelmiyor içimden, Freedom daha uygun düşüyor sanki) oradan da Şota Rustaveli Caddesine yöneliyorum. Ağaçlıklı, yer yer banklarla ve oturma mekanlarına sahip geniş kaldırımdan meydanı geçip parlamento ve opera binalarını da aşıyorum, yaklaşık iki kilometre sonra bir ara sokakta bulduğum “lüks” hostels’de nihayet başımı yastığa yaslıyorum.
Bütün yorgunluğa karşın sabah yedi buçukta çantamı hostels’e emanete bırakıp kendimi dışarıya atıyorum. Artık “hafiflemiş” bir turistim. Ama biraz aceleci bir turist; bu güzel kenti yarım güne sığdırıp çok geç kalmadan Kazbegi dolmuşlarına binme hesapları yapıyorum. Fransızlar bu tür gezilere “aperçu” diyorlar, yani kısa ve özet bir bakış.
Kentin Bağdat Caddesi sayılabilecek Rustaveli caddesinden yeniden Freedom Meydanına kadar yürürken, cadde üzerinde kaldırımda binaların önünde yer alan yaklaşık bir metre boyundaki yaklaşık elli metrede bir yerleştirilmiş küçük heykellerin teker teker fotoğraflarını çekiyorum. Kimisi gitar, kimisi saksafon çalıyor, kitap okuyanları var, ayaklarını uzatmış oturanları, tabureye tünemiş olanları var, hepsi de şapkalı, kukuletalı, sanıyorum yakın zamanda bir proje kapsamında yaptırılmış, ama boyutları ve farklılıklarıyla hiç rahatsız edici değiller ve kent yaşamının ayrılmaz bir parçası haline gelmişler bile.
Rustaveli üzerindeki büyük binalar gündüz gözüyle şimdi daha da net seçiliyor. Opera binası, Parlamento binası, Kaşveti Kilisesi, Ulusal Müze, Vorontsov Sarayı… Parlamento binasının alınlığındaki orak çekiç kaldırılmış olsa da izi hala belirgin bir şekilde duruyor.
Fridom Skar’a ulaşıp oradan kuzey yönünde, yani Kura nehrine doğru inen Aleksandr Puşkin Caddesinden, Kura Nehri kıyısındaki çok çarpıcı mimarisiyle adalet sarayına oradan da Shavteli sokağından yeniden eski Tiflis’e dalıyorum. Yaya yolundan yaklaşık yüz metre ötede bir masal kitabından sıyrılan asimetrik saat kulesiyle karşılaşıyorum. Kulenin alt tarafı kukla tiyatrosu için kullanılıyor. Gürcistan’ın ilk kukla tiyatrosu Gabriadze 1981 yılında kurulmuş. Yamuk yumuk, her an yıkılacakmış gibi duran kule yandan dayatılan demir desteğiyle ve saat başlarında çıkarttığı seslerle dikkat çekmektedir. Guguklu saat gibi her saat başında kulenin gövdesinde minik pencere açılıyor ve kuklalar kısa bir oyun sergiliyor.
Anchiskhati Kilisesi, Shavteli Parkı derken tekrar Kura’ya kavuşup Barış Köprüsü’nden karşı yakaya geçiyorum. 6 Mayıs 2010’da resmi olarak açılan yaya köprüsü eski şehir ile karşı yakadaki yeni yerleşimleri birleştirmek amacıyla yapılmış. Ama çelik konstrüksiyon ve cam kullanılarak yapılan modern tasarımıyla eski şehirde değil de biraz daha uzakta inşa edilmiş olsa sanki daha iyi olacakmış gibi. Süleymaniye Camiinin ve eski şehrin mimarisiyle tamamen tezat, bizim haliçteki modern metro köprüsü gibi. Barış Köprüsü beni nehrin öte tarafında bulunan ve günün bu saatinde bomboş olan Rike Park’a taşıyor. Bu kez parkın kuzeyinde iki ana yapıdan oluşan ve yine çok özgün modern mimariye sahip Rike Park sergi ve konser salonlarını dışarıdan seyrediyorum. Yapının hemen üst tarafında, biraz yüksekte set üstünde Cumhurbaşkanlığı Sarayı yer alıyor.
Baratashvili Caddesinden Avlabari Meydanına gidiyorum. Burası kentin eski Ermeni mahallesi. Ancak Freedom Meydanı ile Kutsal Dağ arasında kalan Sololaki gibi zengin Ermenilerin malikaneleri yok burada. Meydanın batısında yer alan Surp Eşmiyadzin Ermeni kilisesini gezdikten sonra ara sokaklara dalıp Sameba Katedraline yöneliyorum. Sokak arasında baraka gibi küçük bir mekanda pişirilen sıcacık yerel pideden alıp kısa sürede yutuyorum.
Paris’teki Montmartre tepesindeki Sacré-Coeur Bazilikası gibi, Sameba Katedrali (İngilizler Holy Trinity, Gürcüler de Tbilisis cminda samebis skatedro tadzari diyorlar) de kentin hemen her yerinden görülebiliyor. Bizim çakma Sultan’ın Çamlıca’ya yaptırdığı camiye benziyor biraz. Yani kamu paraları çarçur edilerek sonradan gösterişli olsun diye yapılmış. Tiflis’in daha önceki katedrali eski şehirde, Sionoi Sokağında, MS 575-639 yılları arasında yapılmış eski bir kilisenin kalıntıları üzerinde 1112 yılında inşa edilen Sioni Katedraliymiş. Daha henüz bahçesini süsleyen kimi heykellerin yapımı devam eden yaklaşık 15 bin kişi kapasiteli, en uzun Doğu Ortodoks katedrallerinden biri olan Sameba, 68 metre yüksekliğinde (en tepesindeki 7,5 metre yüksekliğindeki hac hariç), doğudan batıya 77 metre, kuzeyden güneye 65 metre uzunluğunda ve yaklaşık 5000 metre karelik bir yüzölçümüne sahip. Hıristiyanlığın ikinci bin yılı dolayısıyla inşa edilen Katedraldeki ilk ayin 23 Kasım 1995 yılında kutsanmış ve ilk ayin 25 Aralık 2002 tarihinde gerçekleştirilmiş. Batıda yer alan ana giriş kapısının yanındaki farklı kademeli büyük çan kulesi yapısı da ilgi çekici. Katedralin bodrumunda da ilahiyatla ilgili eğitim salonları bulunuyor. İçerisindeki süslemeler, freskler henüz tamamlanmamış.
Yine geldiğim gibi ara sokaklardan Avlabari Meydanına çıkıp oradan Ketovan Dedefali Caddesinden 700 metre doğudaki Kral Parnavazi Heykelinin yer aldığı parka kadar yürüyorum ve yukarıdan Kura Nehri ve karşı yaka manzarasını izliyorum. Meydana geri dönüp, meydanın hemen altında otellerin çoğunlukta olduğu mahalleden Metekhi Kilisesine varıyorum. Kilisenin bahçesi ve konumu eski şehre ve Kura Nehrine muhteşem bir manzara sunuyor. Hemen altındaki Metekhi Köprüsünden karşı tarafa geçip, dün gece hızlı adımlarla aştığım bölgeye yoğunlaşıyorum.
Abanotubani dedikleri bölgede, kırmızı tuğladan hamam yapılarıyla iç içe geçmiş halen de yoğun olarak kullanılan doğal kükürt kaplıcaları yer alıyor. Bu bölgede cumbalarla süslü birçok eski Gürcü evi ve bir de kırmızı tuğladan yapılmış Cuma Cami yer alıyor. Kaplıcaların arkasından 4ncü yüzyılda savunma amaçlı olarak inşa edilmiş Narikara kalesine ve hatta Gürcülerin Anası Kartlis Deda’nın devasa heykeline kadar çıkılabilir.
Bu bölgeden itibaren, Botanikuri sokağının dik yokuşundan Botanik Bahçesine de çıkılabilir. Ama tabi ki en azından 3-4 günlük bir gezi programı kapsamında olabilir ve çok güzel bir doğaya sahip güzel düzenlenmiş parka ayrıca bir yarım gün ayrılabilir.
Sırasıyla hızlı bir şekilde St.George Katedrali, Jviris Mama ve Sioni Kilisesini gezip yine Rustaveli’den emanetimi geri almaya gidiyorum.
Ben zaman kıtlığından yapmadım ama daha normal bir kent gezisinde, Sameba Katedralı sonrası Başkanlık Sarayı oradan yine nehir boyundan kuzeydeki Aya Nikola Kilisesi, yüz metre ötedeki aynı adlı köprünün bağlandığı Zaarbriukeni Meydanı, nehrin öte tarafındaki Kuru Köprü (Dry Bridge) çevresinde kurulan bit pazarı ve tekrar karşıya geçip meydandan başlayarak stadyuma kadar uzanan çok güzel tarihi binaların ve geçitlerin yer aldığı, kentin en uzun (yaklaşık 2,5 km) ve en şirin caddelerinden biri olan David Agmanashebeli Caddesi yürünebilir. Yine daha önce sözünü ettiğimiz parlamento binasının arkasından yamaca doğru yürüyüp Mtatsminda Tepesine çıkan Fünikülere binerek televizyon kulesine ve arkasındaki eğlence parkına sırf şehrin en yüksek yerinden manzarasını görebilmek için dahi gidilebilir. Araç kiralanarak ya da Didube’den dolmuşlarla kent çevresinde de gezilecek yerler var. Kentin kuzey doğusunda Tiflis Denizi olarak adlandırılan ve halkın piknik alanı ve yüzmek için de kullandığı suni gölün kenarındaki Gürcistan Tarihi Hatıra Anıtı gezilebilir. Yine kentin on kilometre kuzeyindeki Mtskheta ilçesi ve çevresindeki kilise ve manastırlar, yine yaklaşık 60 kilometre kuzeydeki Zinvhali baraj gölü kıyısındaki Ananuri Kompleksi olarak anılan kale ve kilise ve hatta yine Vladikavkaz yolu üzerindeki Kazbegi Köyü günübirlik olarak gezilebilir.
Ben Didube’de minibüsümü buldum ve çantamı yerleştirdim bile. Tiflis bir kez daha geri dönülmeyi fazlasıyla hak ediyor.
Artık gittikçe klasik gezilerin dışına çıktığımın farkındayım. Dilini bilmediğim bir yurtdışı da olsa, önceden çok hazırlık olmaksızın, haritasız, ‘akıllı’ yardımcı araçlar olmaksızın, günü gününe program yapmadan biraz sürüklenme tarzı bu. Anti-turistin gelişine yaptığı son gezilerin vardığı son nokta. Üstünkörü yazarken bile yoran bir yaşamın son çırpınışları.