Skip to main content

Bir solukta Atina

İlgili resim En iyi turist, elinde bulunan ve önceden çok heveslenerek hazırladığı mutlaka gezilecek yerler listesindeki bir yeri gezmek uğruna canını vermeyi dahi göze alan turisttir. Yani öyle sırf bir yere gitmiş olmak için uçağa binip, pasaporta mühür bastırtıp, geri döndüğünde gezmediği yerlerin girişinden aldığı broşürlerden, ucuz ve çalıntı bilgi kaynağı internetten, sağdan soldan aşırarak, gezdiği bilmem kaçıncı ülke hakkında nağmeler yazmaktan ibaret değil bu iş. Biz zaten her zaman olduğu gibi daha işin başındayız henüz; ‘yenilmez gezgin iradesi’ yolunda, Nafplion, Mystras’ın tepelerindeki kaleler filan ortada yokken her şey Syclabettus pardon Lycabettus Tepesiyle başladı.

Eskiden kurtlar (Lukios) çıkarmış buraya ve manzarayı izlermiş ya da güneşin ilk vurduğu tepe olması itibariyle ilkbaharın başlangıcı yani yılın başlangıcı anlamında Yunancada Lukabas’tan türemiş, etimolojisini sevdiğimin yeri.  Akropol’ün bulunduğu tepeye öykünen ve ancak üç milyon nüfuslu bu dümdüz kentin orta yerinde olur olmaz şekilde tencere kapağı gibi dikilen 227 metre irtifasıyla kentin en yüksek yeri sivri kireçtaşı yükseltiye, aslında çok da heyecanla üzerinde çalışmadığımız ama ‘listemizde yer aldığı için’ bir şekilde çıkmamız gerekiyor. Saat itibariyle terk edilmiş, bomboş bir Exarchia’nın içerisinden, baş döndürücü duvar resimleri ve afişlerle süslü duvarları izleyerek, mahalleye komşu tepelik alana yöneliyoruz. Bir vaftiz töreni için toplanan küçük ailenin hatıra fotoğrafını biz de ibadethanenin girişinden çektikten sonra, Aya Nikola Kilisesi’nin arkasından, gösterişsiz ve bakımsız çam ağaçlarıyla süslü yamaçta bulduğumuz patikadan yukarıya tırmanıyoruz. Bir ara paslanmış elektrik direklerini gösterip ‘burada teleferik var’ denilse de, çok hazırlıklı olmadan geldiğimiz bu noktada yürümekten başka çaremiz yok. Sapık, köpek dahi olsa karşımıza bir Allahın kulu çıkmıyor, yoksa yanlış yolda mıyız?   

Aslında Ege’de yaşamış ve yazın ortasında çam patikaları arasında yürümeye alışık olan küçük familyamızın aşina olduğu bir arazi türü ve meteorolojik ortam. Ama uçak yolculuğu, hava sıcaklığı, yorgunluk, unutulup içilmeyen haplar, uyuşmayan yaşam pardon gezi tarzı filan derken ‘tansiyon yükseliyor’. Ya da baş ağrısı ve diğer belirtilerle öyle olduğu yorumunu yapıyoruz. Çünkü ölçüm yapacak aletimiz yok elimizde. Tırmanırken attığımız her on adımdan sonra bir beş dakika dinlenme molası veriyoruz. Neyse ki geriye adım atmıyoruz.

Oysa o ana kadar her şey planladığımız gibi gelişti. Uçaktan öğleden sonra indik. Metro, aktarma ve ardından kiraladığımız ev, ev sahibi, şarap, duraklamaksızın kendimizi dışarıya atıp, on dakika ötede bulunan ve yarın sabah gezeceğimiz Akropol ve birkaç ören yeri ve müzeyi içeren indirimli bileti satın aldık, ardından Akropol’ün moderen Müzesini gezdik, oradan Olympia’lı Zeus’un tapınağı Olympeion’a, onarılarak tarihselliğinden arındırılan stadyuma, yemyeşil Atina Ulusal Parkından, poz yalaması olmuş ve yanlarında bulunan bir başka asker tarafından, ziyaretçilerin tuhaf alay etme girişimlerine karşı korunan Efsunların patiklerinin fotoğraflarını çektiğimiz Syntagma Meydanı, Eleftheriou Venizelos Caddesinden, Aya Diyonisos Katolik Kilisini gezip, Atina Üniversitesi ve Ulusal Kütüphanenin güzel yapılarının önünden Exarchia’ya kadar geldik. Hem de öğleden sonra, güneşin altında ve Atinalıların evlerinde uykuya daldıkları bir sırada. Siesta diyorlarmış buna. Millet sokaktan elini eteğini çekip evinde, gölgede demleniyor. Bizim Cibuti’de öğlen saatlerinde verilen ve 12.00’de herkesin anfetamin içeren bu defneye benzer gat denilen bitkiyi çiğnemek için duvar diplerine, gölgeliklere çökmesi gibi bir durum. Öğle uykusunu alan insanlar mahmur gözlerle 16.00 gibi yeniden piyasaya çıkıyor. Neyse ki mahallenin ortasındaki üçgen park, duvarlardaki grafitiler uyumuyor.   

Muhteşem Atina manzarasına ulaşmadan önce, bir süre sonra patika bizi tepenin belli bir noktasına kadar (son kayalık bölümüne yine merdivenle çıkılıyor) çıkan asfaltla buluşuyoruz. Önce araçların son park yerine oradan da merdivenlerle kayalık son bölüme, iki adımda bir oturarak çıkıyoruz.

Erken ölüm gerçekleşmeden vardığımız tepede, hemen Agios Georgios şapeline girip, bize kayıp vermeden bu anı bahşettiği için tanrıya şükrediyoruz. Aldığımız yaşamsal riske değiyor, üç yüz atmış derece başımız döndükten sonra denizi bile görüyoruz. Kolonaki’den buraya bir füniküler olduğu dedikodusu var ama zaten çekilen acı için çok geç olduğu için bu konu üzerinde yoğunlaşmamayı tercih ediyoruz.  

Syntagma Meydanı üzerinden tekrar Kolonaki’ye oradan da Plaka’daki dükkanlarda çok yakın geçmişte atlattığımız sıkıntıdan sonra yeniden yaşamın anlamını bularak kendimize geliyoruz. Yunan harfleriyle kolye yapan adam bize Yunancada ‘B’ harfinin olmadığını söylüyor; yıkılıyoruz.  

Sabahın köründe kalkıp koşarak Pire’ye gidip geliyorum. Artık kenti gezmeye hazır sayılırım. Dün öğleden sonra aldığımız indirimli biletle bize en yakın olan güney kapısından çok az bir kalabalıkla birlikte güney kapısından mekana giriyoruz. Dionysos Eleuthereus Temenos’u, Perikles Odeon’u derken hafif yükselerek sadece sahnesinin belirgin olduğu, seyirci sıralarının henüz arkeolojik kazısının yapılmadığı Dionysos tiyatrosuna varıyoruz. Sahnenin ortasına sanki birazdan bir gösteri sunacakmış gibi yerleşen çok ciddi müze görevlisi, halatlı bariyeri aşma cüreti gösteren turistleri düdüğüyle uyarmakla oyalanıyor. Biz kurallara uymamıza rağmen bir başka dallama ağaçların arasında gizlenen küçük asklepion civarında bizi ana yürüyüş aksına geri dönmemiz için uyarıyor. Ortada herhangi bir bariyer yok ve yürüdüğümüz patika da bu yolun işlerliğini teyit ediyor ama yüzüne bakıp, Batı kapısındaki Yunan polisine karşı sırf zevkten yaptığımız gibi yüksek sesle doya doya Türkçe ana avrat küfretmekten başka bir çaremiz yok.

Eumene de Cardia Stoa’sının sütunları bizi şaşırtıcı güzellikteki Atticus Herod’u Odeonuna çıkarıyor. Ama burayı da komple ziyaretçiye kapatmışlar bu kez. Sahnedeki donanımlar, kolonlar, kablolar, Akropol yamacının yapısına cuk diye oturan bu mükemmel odeon’da bazı etkinliklerin düzenlediğini gösteriyor. O halde niye turistlerin ziyaretine kapatmışlar. Etkinlikler sırasında biletsizlerin sızmasını önlemek için çekildiği anlaşılan tel örgünün arasında zorlanarak birkaç poz alabiliyoruz. İlginç adamlar şu Yunanlılar.

Odeon’la birlikte bir hayli yükselen patika bizi Akropol’ün Batı kapısına çıkartıyor. Kutsal kayanın asıl ihtişamlı girişi burası. Kalabalık birden artıyor, turist gruplarının birçoğu zaman kazanmak ve yolcularının fazla yormamak için otobüsle bu kapının altına kadar otobüsleriyle geliyor.

Propileus adı verilen büyük kapı tepeye hakim surlarla çevrili alanın asıl girişi. Burada bulunan silahlı müze görevlileri ve hatta polis, gelen gideni gözleriyle takip etmekle meşgul. Biz akın akın yürüyen turist kafilelerinin akıntısına kapılmadan küçük ve şirin, sapasağlam onarılmış Athena Nike tapınağının yanından devasa Parthenon’un seviyesine çıkıveriyoruz.

Onarımda olan Parthenon’u güneyinden dolanıyoruz. Bir anlamda Akropol’ün terasından yer yer kenara yaklaşıp, güney, doğu, kuzey, batı dönerek önümüzde uzanıp giden Atina manzarasına bakıyoruz. Batıya doğru bir gemi burnundan arada başkalarının da pozlarını çektikten sonra kuzeye Erechtheion’a oradan da girdiğimiz ana girişten bu kez batıya çıkış yapıyoruz. Daha önce de söylediğim gibi Akropol’ü gezen tüm turist grupları buradan giriş yapıyor. Çipras’ın kendisine hediye ettiği cankurtaran yeleğiyle poz vererek “Bu önemli hediye için teşekkürler. Birçok insan buna ihtiyaç duydu. Benim de ihtiyacım var çünkü yüzmeyi bilmiyorum" diyerek, görevini yerine getirmemesi nedeniyle Akdeniz’de yaşamını yitiren binlerce mülteciyle dalga geçen Ban Ki Moon birazdan Akropol’ü gezeceği için, polis Akropol’ün bu bölümünde önlem almış. Yakışıklı polislerin yanından geçerken Türkçe selamlıyoruz kendilerini.

Hedef bu kez yüz metre ötemizde yer alan Aeropagus denilen küçük kayalık tepe. Bugünkü Yunan Anayasa Mahkemesine adını veren bu yer, Milattan Önce 500 ila 300 yıllarında “Demokrasi” döneminde Atina’nın dokuz Arkhon’dan (oligarşik kökenli yönetici) oluşan yasama organı burada toplanırmış. Halkın alışveriş yaptığı ve yoğun olarak bulunduğu agoraya hakim bir tepede bulunması, halka tepeden bakması bu yüzden. Aile olarak Atina’nın en güzel tarihi yapısı olarak tescillediğimiz, yeşillikler içerisindeki Hephaestus Tapınağı da buradan çok güzel görünüyor.

Yüzeyi tırtıklı kayalardan düşmeden inip Müzler Tepesi’nde (İlham Perileri Tepesi) bulunan Philopappos Anıtına yöneliyoruz. Yol üzeri ayıp olmasın diye Sokrat’ın Zindanı olarak bilinen yere uğruyoruz. Kireçtaşına oyulmuş üç bölmeden oluşan Atina’nın zindanı burası. Kocaman kentin ufacık cezaevi. Bir ülkenin uygarlığı zaten cezaevlerinin durumuyla ölçülür demişler. Ya da dememişler ben söylüyorum. 85 milyon halkı teslim almak üzere 175 yeni cezaevinin yatırım programına alındığı müstakbel imparatorluk topraklarımızdaki uygulamanın tersine, zamanında, Atina’da hapis cezası çok yaygın kullanılmazmış. Suç işleyenlere genelde yıllarca siteye yani kente girmeme cezası verilirmiş. Bazı nadir durumlarda isyancılar infaz da edilirmiş. Bu durumda cellat kullanılmaz, mahkumun bizim Sultan’ın da dilinden düşmeyen baldıran zehirini kendi kendine içmesi beklenirmiş. Bizim Sokrat da kaçma imkanı bulmasına karşın, demokrasiye ve kent sakinlerinin kararına saygıyla kendisine verilen Baldıran zehrini içerek 70 yaşında ölmüş. Yok hayır bu kez Federeler Duvarında yaptığımız gibi sol yumruklarımız yukarıda selamlamada bulunmayıp yolumuza devam ediyoruz.

Önümüzde, sıcağın alnında devrim yolu gibi engebeli yüksek bir tepe var ulaşılacak. Atina’nın en güzel ve turist kalabalığından en uzak yeri burası. Çam kokuları eşliğinde, her on metrede bir çakıl ve parçalı mermer taşı kaplı zeminde farklı çömlek şekillerin bulunduğu antik yoldan yukarıya tırmanıyoruz. Romalı senatör adına yapılan Philipappos Anıtı, 114 ila 119 yılları arasında, en güzel manzarasına olanak sağladığı Akropolün güney batısında bulunuyor.

Gerisin geriye, tırmanışa başladığımız noktada bulunan minnacık gizemli Aziz Dimitri Şapelinden dışarıya sızan dua seslerini bahçesinde biraz dinlendikten sonra hemen arkasında bulunan Pnyx’e yöneliyoruz. Antik dönemde burada Ecclesia dedikleri, yasaların, bütçenin el kaldırılarak oylandığı halk meclisi toplanıyormuş. Bu tepelik alan agora’ya göre daha sakin olduğundan toplantılar için burası tercih edilmiş.

Aşağıdaki Apostonou Pavlou caddesine inip, bahçesinin kenarından dolanarak Agora’nın girişine yöneliyoruz. Yukarıdan bakıp güzelliğine doyamadığımız, yeşillikler içerisine gömülmüş sapasağlam Hephaestus Tapınağının önündeyiz. Yapı onarımda olduğu ya da tavanından yapı taşları düştüğü için içerisine giremiyoruz.

Agora’da alışveriş kalabalığından uzak, dükkanların arasına sıkışmış bir zeytin ağacının gölgesinde Başak bize Theodorakis’ten bir Yunan şarkısı söylüyor.

Sto perigiali to krifo

ki aspro san peristeri

dipsasame to mesimeri?

ma to nero glifo

Aldığımız enerji, onarılarak müzeye dönüştürülen antik dönemin AVM’si sayılan büyük Stoa’yı gezmemize ve ardından Kerameikos’a kadar yürümemize yetiyor.

Keramikos, Atina’daki çömlekçilerin mahallesi. Herodot’a göre semtin ismi antik dönemde burada yer alan çömlekçilerden geliyor. Ortada çömlekçi filan kalmamış zaten, bizim gezdiğimiz yer semtin mezarlığında bulunan Kerameikos Müzesi ve hemen girişindeki Arkeolojik Müze.

Bir kilometre doğudaki Monastıraki Meydanına giderken bit pazarı, seyyar satıcılar derken yeniden kent kalabalığına gömülüyoruz. Burası aslında az önce iki katını da gezdiğimiz Büyük Stoa’nın hemen arkası. Meydanın gerisindeki Hadrien Kitaplığını ve Agoranın bu bölümünde bulunan ve M.Ö. Inci yüzyılda inşa edilen altıgen suyla çalışan Rüzgar Kulesini (Andronicos Saat Kulesi) görüyoruz. Antik dönemde Rüzgar Kulesi yurttaşlarla kent fahişelerinin biricik buluşma mekanıymış.

Bugün Pazar olduğu için girişine kadar gittiğimiz Atina meyve halinden yolumuza devam ediyoruz. Monastiraki ile Plaka arasını ayaklarına kara sular inen bizimkiler uçarak kat ediyor. Burası araç trafiğine kapalı ve karşılıklı turistik dükkanların yer aldığı upuzun ve güzel bir yol.

Zeytin ağacıyla yapılan eşyalar, dondurmacılar, çanak çömlek derken evimize geldik sayılır.