Skip to main content

Vincennes Şatosu

vincennes chateau ile ilgili görsel sonucu Kent merkezinde gezmeyi planladığımız yerleri gezdik, yakın çevrede ya da hatta daha da uzaklarda bulunan, aklımıza işlemiş şatoları görmeyi, bir “araçlı” gezmeye erteleyerek, metroyla kolaylıkla ulaşabileceğimiz elimizin altındaki Vincennes Şatosuna gitmeye karar veriyoruz. Vincennes Hayvanat Bahçesini ve içerisinde yer aldığı ormanı gezmeye zamanımız yok. Zaten çoktan toprağa dönüşmüş zürafalar önünde 1967 yılında çekilmiş renkleri soluk bir fotoğrafı yeniden canlandırma niyetinde değiliz. 

 

Paris’in Doğusunda yer alan ve XIVncü yüzyılda inşa edilmiş olan Vincennes Şatosu’nun Fransa’nın bugün hala ayakta olan en büyük kraliyet şatosu ve merkezdeki 52 metrelik ana kale burcuyla Avrupa ovasının en yüksek kalelerinden biri olduğunu bilmiyorduk.

Şato, Notre Dame Kilisesi’nin de yer aldığı eski şehir merkezi “Cité” Adasına sekiz kilometre uzaklıkta. Kale, alışıla geldiği üzere yüksek bir tepeye, uçurum ya da nehir kenarına değil havaalanı gibi dümdüz kireçtaşı bir plato üzerine yapılmış.

Vincennes ormanında başta kuş olmak üzere av hayvanlarının bolluğu nedeniyle 1150 yılına doğru Kral VII. Louis tarafından burada yaptırılan sade av köşkü, Philippe Auguste döneminde 1180 yılında bir kraliyet konağına dönüştürülmüş. Ortaçağın ortalarında, Vincennes bir askeri kale niteliğinin ötesine geçmeye başlamış. III. Philippe burada evlenir ve XIVncü yüzyılda iki kral burada ölmüş. Kral VI. Philippe, Vincennes Şatosunun bugünkü haline yaklaştıran ek binaları, kale burçları, merkez binayı, Şapeli ve Kraliyet rezidanslarını inşa ettirmiş ve çalışmalar 1380 yılında tamamlanmış.

Biz zafer takına öykünen ana kapısını aşar aşmaz Ortaçağ havasına girmeye çalışıyoruz ama içeride 1988 yılından beri sürdürülen restorasyon çalışmaları bu zaman tüneli durumunu biraz bozuyor. Şatonun Kraliyet Rezidansları, ahırları, hizmet binaları, iç kale içerisindeki bazı burç ve kuleler gibi birçok bölümü ziyarete kapalı. Kale içerisinde yer alan görkemli Sainte Chapelle Kilisesi’nde ise iskeleler kurulu. Biz zırhlı muhafızlar filan beklerken çoğunlukla karşılaştığımız ve hiç de Ortaçağda yaşıyormuş gibi görünmeyen, onarım çalışmalarındaki görevli mimarlar, mühendisler, sanat tarihçileri ve işçiler buranın daimi aksesuarları haline gelmişler, bir anlamda onları da ziyaret ediyoruz.

Sanki o dönemler çok matahmış gibi (gerçi Türkiye’den geliyoruz ama) moralimizi bozmuyoruz ve görkemli kulesiyle bizi Ortaçağa çağıran ana kaleye gitmeden önce Sainte Chapelle’i geziyoruz. Kral II. Henri, Sainte Chapelle’in inşaatını tamamlatmış ve buranın açılışı 1552 yılında yapılmış. 

Kraliyet rezidansları ziyarete kapalı. Zaten buraya artık yerleşerek kurumsallaşmış restorasyoncuların ofislerinin işgali altında, pek ayrılmak niyetinde olmayan adamlar kapılara levhalarını dahi asmışlar.   

1500’li yıllardan sonra burası kraliyetin ikinci adresi haline gelmeyi başlamış hatta genç Kral XIII. Louis babası IV. Henri’nin öldürülmesinden sonra buraya sığınmış ve gençliğinin bir bölümünü daha güvenli bulduğu Vincennes Şatosunda geçirmiş.

Şatonun avlusu çok geniş ama rezidanslar, mutfak ve hizmet binaları kapalı olduğundan biz çağrılara daha fazla dayanamayıp, bir tür “kale içinde kale” olan ve Fransızların “donjon” diye adlandırdıkları iç kale’ye yöneliyoruz.  

Su hendeğini aşan asma köprüden geçiyoruz. Artık Ortaçağın içerisinde sayılırız. İç kale giriş kapısının iki yanındaki kulelerden birine merdivenlerden tırmanırken aydınlatma açıklığında karşımıza çıkan ve bir karganın taşıdığını düşündüğümüz parçalanmış ciğer parçası içimize kurt düşürüyor. Yoksa çok da ziyaretçiyle karşılaşmadığımız bu yapıda, çok da arzuladığımız bir yaratık, kuytulardaki zifiri karanlığına sıcaklığını serpiştirerek ağzından payını mı düşürdü?  

Eskiden kralların ikametgahı olan donjon bölümü, uzun süre VİP tutsaklar için zindan olarak kullanılmış. Avusturyalı Anne’ın emriyle buraya hapsedilen Beaufort Dükü 1648 yılında buradan kaçmayı başarmış. İçeriden yardım aldığı kesin. Daha başka kimler mi konaklamış bu güzelim yerde? Kral IV. Henri, Nicolas Fouquet, Mirabeau, marquis de Sade ve Père Lachaise’de mezarının üstündeki bronz heykel aracılığıyla gönül birliğimizi göstermek için elinden tuttuğumuz, Mayıs 1848’den, 1849 ilkbaharına kadar Vincennes zindanlarında konaklayan pirimiz Blanqui.    

« Temmuz barikatlarından özgürlük kuşanarak çıktığımızda (…) Çok bedel ödediğimiz özgürlüğü vatanseverliğinize emanet ediyoruz; o şimdi Fransızların ortak malıdır; bunu onlara özenle bölüştürmek sizin görevinizdir »

İç kale’deki hücreleri gezerken, ‘dışarıda’ maruz kaldığımız acıyı artan sayılardan takip etmeyi bırakan yetişkin gözlerimiz, duvarlarda mahkumların biricik yaşam takvimi olan tüketilmiş maarif umut çubuklarını nafile arıyor. Marki’nin fantezi çizimleri filan da yok.

Yükseldikçe Kralların Kraliçelerin çok eskiden kullandığı mekanlara gelsek de ortada o dönemden pek de eşya kalmamış gibi görünüyor. Kraliyet Ailesine ait odalardan birinde, odanın üç köşesindeki üç farklı düğmeye basınca çalmaya başlayan enstrümanlardan çıkan ortaçağ müziğine eşlik eden dans hareketlerini terk edemiyoruz bir türlü. Yüksek tavanlara çarpıp yankılanan ses ne kadar da güzel. Sırasıyla sürekli olarak düğmelere basıp duruyoruz. Nöbetçiler, nöbetçiler! Kralı gelse bizi durduramaz artık… Neyse ki seyrek ziyaretçilerden biri mekana doğru yönelince bu saygıdeğer dans havasından sıyrılıyoruz.

Dördüncü MC’nin egemenliği altındaki ana akımdan ortalığa sürülen beşinci sınıf bilgilerle beynimizin pörsümeye başladığı bugünlerde, Kral Charles’ın Bylock kullandığına, kaleyi koruması için bir ejderhayı asgari ücretten işe aldığı, danışmanlarının kanatlı hayvanlardan ve en yakın yoldaşlarının bir Aslan ailesi olduğuna dair dedikoduları dikkate almıyoruz.

1670’lere doğru Kral Versailles’a yerleşince Vincennes artık Kralların ikinci konutu haline gelmiş. XVIIInci yüzyılda burada bir dönem porselen üretimi dahi yapılmış.

1796 yılında ise şato, birçok kalenin başına geldiği gibi cephaneliğe dönüştürülmüş.

Müziğin sarhoşluğu mu yoksa dönen merdivenlerin etkisi mi bilmem başım dönmeye başlıyor. Sainte-Chapelle’e uzaktan bir kez daha bakıyoruz.

Adıyla dişi casusluğun simgesi olan Mata Hari 1917’de bu kalede kurşuna dizilmiş. Kaleye yerleşen Nazi’ler Paris’in kurtuluşunda buradaki mühimmatları 30 rehineyle birlikte havaya uçurmuş ve o sırada çıkan ve sekiz gün süren yangın yapıya büyük zarar vermiş. Élysée Sarayını beğenmeyen Charles de Gaulle bir ara Cumhurbaşkanlığını buraya taşımayı düşünmüş ama proje daha sonra terk edilmiş. Ama Fransızların « Escale » adını verdikleri plan kapsamında ve Paris’te Seine nehrinde yaşanacak bir taşkın sırasında Élysée Sarayının tahliyesi durumunda buraya taşınması öngörülüyormuş.

Ortaçağ filan hikaye, kaleden çıkar çıkmaz kendimizi yemyeşil ağaçlıklı ve ne kadar da güzel bir şekilde bank da konulmamış olan parkta bir ağaç dibine çöküyoruz. Sahipleriyle oynayan tasması çözülmüş köpekler, tasmalı sevgililer, pırıl pırıl ejderhasız bir gökyüzü…