Olympia
Rekabet gelişmenin anasıdır deseler de ben hiç aynı düşüncede değilim. Çünkü bugüne kadar bilimde ve uygarlıkta kaydedildiği iddia edilen ‘ilerleme’, varıldığı sanılan noktanın da çok açık bir şekilde ortaya koyduğu gibi bilinçaltımıza işlenmiş lanetli diğerini aşma duygusu kadar sahtedir. Bilim dediğimiz andan itibaren kutsallaşan ama birbiri üzerine eklemlenen ve doğru olduğu kabul edilen bulgular toplamından ibaret kabulün kapsamı geliştikçe, insanoğlunun varoluş etiği de bir o kadar geriliyor. Önce kendisine, sonra türüne ardından da diğer yaşam türlerine yabancılaşması çoğalıyor. Olan biten karşısında insanın ‘keşke bu kadar gelişmeseydik’ diyesi geliyor.
Kendini, en yakınlarımızdan başlayarak, her zaman bir başkasına göre ‘konumlandırma’ ve karşılaştırma çılgınlığı süregidiyor. Onun zeytini daha bol, şunun ceviz ağacı daha canlı derken aynı ‘rakip’ algısı kendini gezginlik halinde ve yolculuklarda da gösteriyor. Daha önce kimsenin aklına gelmemiş olan en çılgın projeyi gerçekleştirme yarışında, iş sadece keyif almak ve bohem yaşam tarzı olarak gezmekten çıkıyor, duyguların altı biraz eşelenince mide bulandıran basit bir rekabet duygusu burada da gün yüzüne çıkıveriyor. Görülen ülke sayısı scoreboard’a işleniyor, yabancı sınır kapılarında vurulan giriş çıkış mühürleri madalya gibi saklanıyor, vize sayfası kalmamış pasaportlardan ‘başarı belgesi’ gibi söz edilerek sağa sola hava basılıyor. Bunun karşısında bırakın yabancı ellere gitmeyi, insanın odasından çıkası dahi gelmiyor.
Bu psikolojik aldanmanın dışında kalmaya özen gösterip, yaşamının son günlerinde eşi dostu dahil insan türünden olabildiğince kaçmaya çalışan biri olarak, yabancı gözlerin varlığında, kalabalık içerisinde, sırf bana baktıklarını düşündüğüm için, kuşluk vakti ormanda olduğundan çok daha hızlı koştuğumu itiraf etmeliyim. Beşeri bakışın, boz tavşan ve kara tavuğun bakışına galip gelmesi halidir bu.
Kaynağını Trablus Platosundan alan, anakara değmeyen ama nedense yarımada olarak adlandırılan Mora’nın en uzun ırmağı Alfeios’a, Olympia yakınlarında kurulmuş baraj 135 000 Ha’lık tarım arazisinin sulanmasına olanak veriyormuş. Biz bir çuval portakal satın alarak daldığımız Kalamata’daki iri çakıllı olduğu için kıyısından denize girmediğimiz yeşillikler içerisindeki dingin kampingin buzdolabında unuttuğumuz suları sabahın köründe, on kilometre sonra geri dönüp aldıktan sonra vardığımız Alfeios’un yemyeşil suları kıyısındaki Olympia’nın otoparkına aracı bırakıp önce ören yerine yöneliyoruz. Aslında İyon Denizi kıyısındaki Pyrgos kentinin 18 km uzaklıktayız, ama nedense merak edip denizi görmek gelmiyor içimizden. Yolda Andritsaina adında üzerinde bir kalenin yer aldığı dağın kayalık yamaçlarına kurulmuş taş evleriyle şirin bir köyden geçiyoruz. Alt tarafta yol kenarındaki çeşmeden suyumuzu doldururken bir bahçenin duvarının üzerinden seslenen bir köylü bize bu suyu içmememizi öğütlüyor ve mataramızı alıp evindeki musluktan doldurduğu suyu bize veriyor. Köyü görelim derken olmayan levhaların azizliğine uğrayıp bir ara tepeyi aşıp tarlalara doğru sapsak da kısa sürede doğru yolu buluyoruz.
Olympia Müzesinde karşılaştığımız dört kişilik küçük genç Türk grubundan uzun boylu güzel kızının elindeki ‘profesyonel’ fotoğraf makinesiyle çektiği yakın pozlar mı, Türklerde hiç alışkın olmadığımız üzere antik eserleri ayrıntılı bir şekilde gezme tarzları mı, buraya kadar gelmiş olmaları bilmiyorum ama –benim genç kıza hayranlığım dışında- bizde uyandırdığı ilk duygu yine rekabet oluveriyor.
Modern tarzda düzenlenmiş müzenin çeşitli bölümlerine peşi sıra giriyor, aynı eserlerin fotoğraflarını çekiyoruz. Günlerdir bunca gavur sohbetin içinde kendi aralarındaki Türkçe muhabbete dikkat kesiliveriyoruz. Ne diyorlar? Kedileri öldüren merak içimizi kemiriyor. Acaba nereleri, kaç gündür, nasıl gezdiler, nereye gidecekler, bizden daha iyi mi daha kötü mü geziyorlar, biz daha çok yeri mi gördük, onlardan daha güzel fotoğraflar mı çektik? Gördüğümüz yerleri onlar da bizim gibi mi gezdiler?
Çıkarken bunlar araç parkına yönelirken içimizi hınzır bir sevinç kaplıyor. Olympia Ören Yeri Müzesi dışında bir de Olimpiyat Oyunları müzesi var burayı kesin gezmemişlerdir diyerek hemen kendimizi avutuveriyoruz.
İlginç bir şey ama hiç de öyle milliyetçi coşkulara kapılmadan, devletin arkeolojiye çok az önem vermesine ve hemen hiç bütçe ayırmamasına rağmen (tabi bu toprak altındaki taş, çanak çömleğin Türk-İslam kültürü ve Sultan Abdülhamit ile fazla bir ilgisi görülmüyor), Türkiye’deki Grek ve Roma tarihi eserlerinin hem nicelik hem nitelik açısından Yunanistan’dakilerden çok daha iyi durumda olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim (al sana yine rekabet).
Mora Yarımadasındaki Alfeios’un sağ yakasında Kronion tepesinin yanı başında yer alan Olympia eski Yunan’da bir dini merkezmiş. Yerleşimin kurulduğu yerde Altis adı verilen bir kutsal orman ve Zeus Sunağı bulunuyormuş. Stadyumun bulunduğu yerde bir delice zeytin ormanı yer alıyormuş. Buradaki ilk yerleşimlerin Milattan Önce IIIncü bin yılın başlangıcı kurulduğu tahmin ediliyor. Zamanla gelişen sitede Milattan Önce 776’dan itibaren (bu Sparta Kralı Lykurgos ve Kral İfitos arasındaki barışın tarihi) burada dört yılda bir oyunlar düzenlenmeye başlamış. Oyunların festival havasında geçtiği dönemde yerleşimin nüfusunun buraya gelen atletler, seyirciler, tüccarlar, esnaf, şairler, heykeltıraş ve mimarlarla birlikte 40 000’in üzerine çıktığı tahmin ediliyormuş.
Milattan sonra 400’lü yıllarda küçük bir Hıristiyan topluluğunun yaşadığı yerleşimin, her ne kadar bir taşkın sonucunda yok olduğu düşünülse de, 522 ve 551 yıllarında yaşanan depremler sonucunda yıkıldığı genel kabul görmektedir. Geniş bir araziye yayılan ören yerini, turist gürültüsünün etkisini kıramadığı ağustos böceklerinin gürültüsü eşliğinde Daire biçimli Philippeion, Kronion Hamamı, Olimpiyat ateşinin yakılması töreninin yapıldığı Hera Altarı derken Heraion ve Attika’lı Herot Nympheum’u yanından küçük hazine yapılarını geçtikten sonra Kript adın verilen eskiden üstü kapalı olan tünel geçitten stadyuma varıyoruz. Dört yanı doğal çimenlik tribünlerle çevrili 192 metre uzunluğundaki (efsaneye göre bu Herakles’in ayak uzunluğunun altı katına eşdeğermiş) stadyumda şeref konuklarının oturduğu küçük bölüm hariç taş mermer görmüyoruz. Hava sıcaklığı ve tepemizdeki güneş 3 500 seyirci kapasiteli stadyumda birkaç tur atmamı engelliyor. Eskiden pistin bir turundan oluşan yarışa dromos, iki turluk olana diolos ve ve 7, 14 ya da 24 turdan oluşan orta mesafe koşularına ise dolikos denilirmiş.
Olympia’daki diğer spor yapıları arasında Fransızları Palestre adını verdikleri beden eğitimi salonu gymnasium gibi kare planlı ama daha küçük. Burada fazla yer gerektirmeyen güreş ve yüksek atlama gibi sporlar yapılırmış. Ortadaki geniş açıklığın çevresinde yer alan küçük salonlarda atletler çalıştırıcılarıyla özel olarak idman yaparlarmış. Doğu ve batı köşelerinde yer alan küçük bölmeler ise hamamlarmış.
Bu yapı ile gymnasium arasında kalan yapı ise bir güreş okulu işlevi görüyormuş. Burada bütün yarışmacılar oyunlardan bir ay önce çalışmalara başlıyormuş.
Helenistik dönemde yapılmış gymnasium’da ise atletler daha fazla alan gerektiren cirit, disk ve koşu sporlarını yaparlarmış. Kenarlarında Dor tarzı revaklar yer alan merkezde 120 metreye 200 metrelik dikdörtgen bir alan bulunuyormuş. Revaklı alanın uzunluğu hemen hemen stadın uzunluğuyla eşit olduğundan koşucular burada yağışlı havalarda da çalışma imkanı buluyorlarmış.
Devasa zeytin ve pırnal meşesi ağaçlarının arasında kalan mermer kalıntılar üzerindeki arkeolojik çalışmalar yer yer devam ediyor. Turist rolüne kendini bir hayli kaptıran eli kameralı tanrıça, çekimin yanı sıra gördüğü şeyleri de seslendirerek, ortasında eskiden büyük bir havuzun yer aldığı üst düzey konuk ve atletlerin konakladığı, çeşmeler ve bahçeler içerisinde küçük dairelerin yer aldığı Leonidaion adlı büyük yapı içerisinde, çimenler üzerinde eskiz çalışması yapan arkeologlar arasında kendini kaybederken, biz Başbaş ile gölgede Atina’da ev sahibinin ikram ettiği tuzlu krokan kaplı Cruspies’i kıtırdatıyoruz.
Atina dışında kurulan ilk müze özelliğini taşıyan Olympia Arkeolojik Müzesi Yunanistan’ın en önemli müzelerinden biriymiş (bence içerdiği eserler açısından en güzeli). Burada bulunan özellikle minyatür sunak bronz heykeller antik bronz buluntu varlığı dünyadaki en büyük bronz koleksiyonuymuş. Müze ilk başlarda halen Antik Olimpiyat Oyunları Tarihi Müzesi’ne ev sahipliği yapan 1888 tarihinde yapılan binada hizmet vermiş, daha sonra da 1982’de bugünkü modern yapıya taşınmış.
Zeus Tapınağının devasa alınlıklarındaki süs heykelleri, Nymphaeum’da bulunan heykeller, mermer boğa heykeli müzenin dikkat çeken eserleri.
Rekabet bu ya, çok yorulmamıza rağmen son düzlükte bir atak yapıp gözden kaybettiğimiz Türk dostlarımızı geride bırakarak tarihi yapısıyla bizi kendine çeken Antik Olimpiyat Oyunları Tarihi Müzesine dalıveriyoruz. Müze çıkışında sergilenen mermer üzerindeki oyuktan hareketle kameralı tanrıçayı görüntülü kandırma girişimimizin başlangıçta kazandığı başarı çok uzun süreli olmuyor.
Rakiplerimizi alt etmiş olmanın rahatlığıyla, bitmek bilmeyen yarışımızı sürdürmek üzere yola devam ediyoruz. Daha önümüzde verilecek çok sınav, ekarte edilecek çok rakip, pardon gezilecek çok yer var.