Skip to main content

İtalyan usulü

Çok ulvi bir iş yapıyormuş gibi sağdan soldan topladığı broşürlerden, internet sitelerinden kaynak belirtmeden çalıp çırptıklarıyla yazdıkları Türkçesi düşük uyduruk satırlarla özgün “gezgin kitapları” pazarlayanların yaptıkları “ticareti” bir tarafa koyarsak, -edebiyat yönü olanlar hariç- gezi notu yazmanın asıl amacının, gezilen yere gideceklere, burayı olabildiğince kapsamlı ve iyi gezebilmeleri için öneriler getirme, uyarılar yapma amacı taşıdığını söyleyebiliriz.

Ama biz bu kez öyle yapmayacağız. Anlatacaklarımız, barındırdığı koskoca bir medeniyetin kalıntılarına ait tüm zenginliklere rağmen, turizm sektörü alanında, devlet kurumlarından en basit mekana dek her şeyin ülkeye gelen turisti yolmak ve soymak üzere örgütlendiği bir ülkeyi turist olarak ziyaret etme hatasına düşmemeniz çabasına yönelik olacaktır.

Evet, örgütlü turist tuzağı bu ülkeyi, turist olarak, geleneksel şekilde gezmeyi boykot edelim.

Yolculuk öncesi yaptığımız araştırmada başta Roma için olmak üzere astronomik fiyatlara sahip ören yerlerine, müzelere yönelik indirimli müze kartı uygulamasının olmaması, müzelerle ilgili turizm bakanlığı sitesinin çok da güncel ve ayrıntılı bilgi içermiyor olması, ulaşılan sitelerin de pazarlama amaçlı olarak kurulmuş olanlardan ibaret olması içimize kurt düşürmüyor değil.

Allahın ibadet yeri katedraline bile, adı Duomo olup biraz boyutu büyüdüğünde ya da popüler bir eser barındırdığında utanıp sıkılmadan haşırt diye bilet kesilen ülkede, bazı istisnalar hariç birçok yerde yakın zamana kadar uygulanan ve birkaç ören yerini içeren kombine bilet uygulamasına dahi çoğunlukla son verildiğini yerinde görüyoruz. Her şey oldukça karmaşık ve kafa karıştırıcı şekilde örgütlenmiş.

Colloseum yanı sıra, Roma Forumuna ve Palatini Tepesine ve açık havada sergilenen bilumum kalıntıyı görmenizi sağlayan 12 Euro’luk bilet, 20 Euro’luk “Süper Bilet”in kapılarını açtığı Palatini Müzesi, Neron Kriptoportiki, Isiacal Hall-Matte Lodge, Augustus’un evi, Livia House, Romulus Tapınağı, Santa Maria Antiqua’ya ulaşmanızı sağlamıyor. Colloseum’a girme telaşı içerisinde ayakçıların, resmi görevli yokluğunda yakalarındaki cakalı kartlarla devlet görevlisi gibi at koşturan acentecilerin hatalı yönlendirmeleriyle oradan oraya koştururken, mucizevi Süper Bilet’in varlığını güneşin alnında birkaç kilometre yürüdükten Forum içerisinde yer alan yukarıdaki mekanlara varıp içeriye alınmadığınızda anlıyorsunuz.

Meğer yanlış yer internet rezervasyonlulara bilet veriliyor diye kuyruğundan alındığımız Colleseum dışındaki gişelerde satılan bu süper biletlermiş. Aynı durum dördünü toplasan yarım müze etmeyecek Roma Ulusal Müzesi için de geçerli. Rastgele, sebepsiz yere ziyaretçilere kapatılmış bölümleri saymazsak, biri kent merkezinde cadde altında oyulmuş boş galerilerden ve birkaç çömlek oluktan ibaret “boş” bir saha olmak üzere merkeze dağılmış dört ayrı mekanı yüklü bir para ödeyerek gezme imkanı buluyorsunuz.

Parklarda koyu tenli göçmenlere işkence yapan eli eldivenli Carabinieri’lerin küçümseyen tavrı, Doğu’dan gelme hatasına düşen uçağımızın alındığı özel karantina terminali girişinde daha ülkeye girmeden bir saat bekletilerek yine aynı eldivenli ellerin özenli titiz aramasından geçirilmemizi hatırlatıyor. Yeryüzüne zehir saçmak için ülkeniz topraklarında eşelenen efendileriniz yankee’lere de böyle mi davranıyorsunuz?

Kent merkezinin her noktasını, ön görünümü işgal eden üstü açık iki katlı otobüslere sınırsız olarak binme hakkı tanıyan kombine biletleri, internetten özel şirketlerce gişe fiyatının 4-5 Euro üzerinde satılan “kuyruk önleyici bilet”leri, rehberli tur tuzaklarını, planlamasını yapıp sabahları erken saatte kalkarak kuyruğa girmesini bilen kaşarlanmış eski turizmci turistler olarak zaten dikkate almıyoruz. Bazen 4-5 Euro fazla ödeyerek internetten “kuyruk kesici” bilet almış turistler için ayrılmış bölümün önündeki kuyruğun, normal giriş bileti almak üzere kuyruk yapanlarınkinden çok daha uzun olduğunu görüyoruz.

Zaten her şeyin ateş pahası olduğu İtalya’da, kafa bulandırmak için özellikle yaratıldığı anlaşılan bütün bu karmaşa içerisinde kimi zaman kopya eserlerin sergilendiği, asıllarının yine başka pazarlama cambazlıklarıyla başka mekanlarda başka düzenlerle satışa çıkarıldığı müzelere ya da ören yerlerine gitme iştahı kesiliveriyor birden.

ABD ile yakın ilişkileri nedeniyle nedense yeni nesil vekalet terörüne hiç maruz kalmamış olan bu ülkeye gelen turistler kimi yerlerde garip güvenlik uygulamalarına maruz bırakılıyor. X-ray diye bir teknolojik buluşun yapılmış olmasının üzerinden on yıllar geçmesine rağmen her turistik çekim noktası önünde görmeye alıştığımız özel kuvvetler, kimi yerlerde özel güvenlik yerine doğrudan arama faaliyetlerine katılıyor. Suratları asık askerler kadın erkek herkesin çantasını, orasını burasını kurcalıyor, karşısındakilerin zaten batmakta olan bir ekonominin can simidi olduğunu unutarak emirler yağdırıyor. Ne o küçük sırt çantaları içeriye alınmıyormuş ve yüz metre ötedeki emanetçiye teslim edilmek zorundaymış. İçeride fotoğraf çekmek yasakmış. Venedik San Marco’da yarım saat kuyrukta bekledikten sonra karşısına gelenin hafif tebessümü karşısında hiddete kapılıp turistleri azarlamaya kadar varabiliyor bu tutum. Mussolini’nin kel kafasının gölgesi güneşin altında kavrulan turistik meydanı şöyle bir baştan diğer başa geçiveriyor.

Beleştepe’den Papa

Bizimkinin aklına estikçe “Medeniyetler buluşması” ayağına sık sık telefonla görüştüğü ve en yumuşak sesiyle “size Papa diyebilir miyim?” diye yalvardığı beyaz pelerinli adamın bugün San Pietro Meydanında kabul günü var. Önceden hesaplanmış filan değil, şans eseri bizimle çakışan bir buluşma bu, hem de barkot biletsiz, yani bedavaya. Meydanı çevreleyen sütun aralarına kurulan X-ray’li arama noktalarından geçip, Latin Amerika, Afrika ve Avrupa’dan gelen çeşitli renk ve bayraklara bürünmüş sayıları on bini bulan hacı kafilelerinin arasına girmeden, meydanın tam göbeğindeki heykelin yakınlarında konuşlanıyoruz. Saat dokuz buçuk ama güneş daha şimdiden meydanın zeminini kaplayan tarihi taşları kavurmaya başlamış bile. Merkezdeki heykeli çevreleyen çeşmelerden akan soğuk suya kafalarını daldırıp çıkaran güvercinlerin San Pietro önündeki itiş kakışla pek ilgilendiği söylenemez. Mikrofon başında ziyarete gelen kafileleri tanıtan din adamının kimi zaman bildiğimiz dille çakışan söylediklerinden neler olup bittiğini anlamaya çalışıyoruz. Çığlıklar, alkışlar, bağırışlar derken sahne çevresi gittikçe daha çok dalgalanıyor. Birazdan Papa sahneye çıkacak. Uğultularla birlikte üstü açık motorlu bir tahtırevanın üzerinde beyaz bir gölgenin ağır ağır kitlenin arasında bir nehir gibi açılmış bulunan çitlerle bölünmüş aralık yoldan geçmeye başladığını anlıyoruz.

Ziyaretçiler yanlarında getirdikleri küçük çocukları havaya kaldırıp, Papa’nın korumalarının dikkatini çekmeye çalışıyorlar. Eğer durumu uygun görürlerse çocuğu güçlü kollarıyla kavrayarak beyaz gölgeye ulaştırıyor, o da kutsal öpücüğüyle neye uğradığını şaşıran çocuğu öpüyor. Adamın döne dolana kitle arasında çitlerle ve Vatikan’ın streç kostümler giymiş şatafatlı muhafızlarıyla açılmış bulunan yollardan geçip bizim bulunduğumuz noktaya gelmesi için yarım saatin geçmesi gerekiyor.

Başak’ı bir şekilde kucağa alıp havaya kaldırmayı başaramasam bile, süre kısıtlılığı nedeniyle son noktalarda “çocuk öpmekten” vazgeçtiği anlaşılan kutsal liderimize beş metre kadar –hem de hiç kimseye para ödemeden– yaklaşmış olmanın huzuru ile yetinmeye karar veriyorum. Tanrı Türk’ü korusun!

Büyüklüğü ve içerdiği eserler ile baş döndüren Vatikan Müzesinin Papa’nın kullandığı tahtırevanlar, at arabaları ve modern binek otolar barındıran bahçe altındaki kısmında, gladyonun yüz akı eli kanlı faşistimiz Mehmet Ali Ağca’nın suikast girişimine ilişkin video görüntüleri izlerken, hele Papa’mızın elini öpüp alnına koyarken “ulusal damarımız” kabarıyor. Demek ki biz Viyana’dan sonra daha önce de buralara kadar gelmişiz ve alnından vuramasak de Baba’mıza saygıda kusur eylememişiz.            

Gelataria, pizza, capucino için İtalya’ya gidilse dahi “ben İstanbul’da araba kullanmış cengaver bir Türküm, bana bir şey olmaz” diyerek hiç yapılmaması gereken bir şey daha olan araba kiraladıysanız vay halinize. Hele belli ritüellerin illa ki yinelenmesinden ibaret bir hac farizasına dönüşen “turizm” faaliyeti öncesinde muhtelif aptal turist tuzaklarının cazibesine kapılmak yerine, araç kiralamak üzere forumlarda yazılanlara hiç göz atmadıysanız durum daha da ağırlaşıyor.

Aracı aldığınız andan bıraktığınız ana kadar daimi teyakkuz halini korumayı başarsanız dahi, ülkelerinde araba kullanmaya cüret eden yabancıları düzmeye yarayan düzenekten kurtulmak hemen hemen imkansız gibi. Yarım saat ortadan kaybolduktan sonra aracı kasten yol üstünde alelacele formda tam gösterdiği depoyu ¾ teslim etmeye çalışan yakışıklı kiralık araç şirketi görevlisini depoyu kontrol ederek aracı dört dönerek en küçük çiziğin dahi fotoğrafını çekerek alt ettiniz (ama ancak aracın altına yatarak fark edilebilecek bir vuruğu fark etmediniz) diyelim, daha ilk kilometrede “oyunun” heyecanına kapılıveriyorsunuz.

Şimdilik neyse ki aracı aldığımız tren garından kent merkezi yerine evimizin bulunduğu şehrin kısmen dışına gidiyoruz. Hani o sabahları tren yolu boyunca uzanan dere kenarındaki yemyeşil dar patikaya uzanan sazlıklara sürüne sürüne koşma imkanı bulduğum Nomentana mahallesi. Aracı nereye park etmeli? Mavi boyayla işaretlenmiş park alanları gündüz paralı iken (çoğu zaman çalışmayan otomatik makinelerden yerine göre saatine 2-3 Euro ödeyip bilet almayı başardıysanız bunu arabanın ön camına yerleştiriyorsunuz) akşam 8 ile sabah 8 arası ücretsiz. Turuncu renkli olanlar ise o yörede yaşayanlara ayrılmış durumda. Aracınızın buraya park ettiğiniz tespit edilirse çekiliyor. Ya da anı için fotoğrafı çekiliyor. Bizim mahallede ister iş, ister tatil günü olsun genellikle tek araçlık dahi olsa hiç yer olmadığından, akşam şans eseri bulduğumuz yere inanamayıp, araçtan inerek ellerimizle de kontrol ettikten sonra, küçük oyuncak aracımızı hemen boşluğa sokuveriyoruz. Çizgiler mavi mi, turuncu mu hiç dikkat etmiyoruz. Eğer ben çizginin rengini algılayamam, bunlarla uğraşamam, işimi sağlama almak istiyorum derseniz ve kazara bir özel otopark bulursanız gecelik 20-30 Euro’yu gözden çıkarmanız gerekebilir. Güvenliğin de bir bedeli var.

İstediğiniz kadar trafik kurallarına ve yerleşim yerlerinde yol kenarına tuzaklanmış küçük kutulara gizlenmiş kameraları atlatıp hız sınırlamalarına uyun, en karmaşık bilgisayar oyununun en yüksek aşamasından dahi karmaşık bir düzenekle karşı karşıyasınız. ZTL (Zona Trafico Limitato) yani Sınırlı Trafik Bölgesi adlı turist yiyen canavar her an karşınıza çıkabilir. Genellikle şehir merkezlerinde sadece yörede yaşayanlara açık, yerel yönetimden özel izinli araçların girebildiği kısıtlı alanlar bunlar. Turizm merkezlerinde bu düzenek üzerinde özenle çalışıldığı hemen anlaşılıyor. Ana yoldan okları izleyip söz konusu merkeze saptığınızda otopark filan arayayım, merkeze çok değil biraz daha yaklaşayım derken birden ZTL kapanına giriveriyorsunuz. Levhayı fark edip kısıtlılık saati ve günü çözeyim derken her anı kayıt altına alan kameraların altından geçiveriyorsunuz bile. ZTL bölgesine giriş ve çıkış yaptıkları kamerayla tespit edilen ZTL Pass kartına sahip olmayan araçlara bölgesine göre her bir ihlal için (aynı günde aynı bölgeye giriş ve çıkış tespit edilmişse iki kez olmak üzere) 100 ila 150 Euro arasında değişebilen cezalar tahakkuk ettirilmektedir.

Biz ne darbeler gördük, ben Z kuşağıyım bu düzeneği de bozarım diyerek ZTL haritalarının yer aldığı sitelere bakarım diyorsanız dahi, işiniz o kadar kolay olmayacaktır. Çünkü bu sitelerde genellikle İngilizce dil seçeneği sunmamaktadırlar. Biz tabi ki bunu da yapmadık, ancak döndükten ve anayurtta kabus gibi bir seçimden sonra gelecek cezaları beklemeye koyulduğumuzda geriye doğru araştırma yaptık ve http://www.accessibilitacentristorici.it diye bir site olduğunu ve buradan gittiğiniz her yerleşim için ZTL bölgelerinin ayrıntılı olarak gösterildiğini gördük. İlla araba kiralayacağım ve bu düzeneği alt edeceğim diye ısrarcı olanlar için yapılacak şey kesinlikle bu bölgenin dışında aracı kurallara uygun bir şekilde park edip yola yaya olarak ya da yerel ulaşım imkanlarıyla devam etmek olacaktır.

Harita marita da olsa karşınıza içi beyaz boş kırmızıyla çevrili bir levha ve ZTL yazısı çıkarsa bu yola kesinlikle girmeyin. Bu yol, yol değil, adamı bozar. Kimi zaman ZTL uygulamasının uygulandığı gün ve saatlere ilişkin bilgiler de yer alabiliyor ancak rastlantı sonucu fark ettiğiniz bir levhanın önünde dörtlüleri yakıp bunu anlamaya çalışma riskini almamakta yarar olacaktır.

Turist gibi gevşek durmak yerine yurtdışı operasyonuna çıkmış özel harekatçılar gibi tetikte davranıp, ayağınızı yerden kesmek üzere kiraladığınız aracı kent merkezine 5-6 kilometre uzakta park ederek ZTL düzeneğini saf dışı bırakmayı becerdiniz, pompacının bulunmadığı benzin istasyonlarından paranızı kaptırmadan ya da yanlış hesap yapıp fazla parasını ödediğiniz yakıtı pompada şirkete bağışlayıp benzin almayı başardınız diyelim, Autostrade adı verilen kabusumsu paralı otobanlara verdiğiniz ve 100-150 kilometre için 20 – 30 Euro arasında değişen astronomik ücretlere psikolojik olarak hazırlıklı olmanızda yarar olacaktır. Yok ben zaten ödeme garantisi verilen ve halkın cebinden ödediği altyapı yatırımlarının eloğluna seçim kazandırdığı ülkeden geliyorum, otobana girmeden diğer tali yollardan gideceğim derseniz tamamen kayboldunuz demektir. Bir süre ara güzergahlardan hedefe doğru yol almayı başarsanız dahi güneş altında gevşeyip dikkatinizin dağıldığı bir anda, döndükçe çıkışları çoğalıyor gibi gelen bir döner kavşağı bilmem kaç kez tur attıktan sonra bütün oklar bir şekilde sizi dönüp dolaştırıp paralı otobana sokacaktır.

Navigasyon da almadık üstelik. Kılavuzu karga olanın burnu otobandan çıkmaz. Otobana girmesi, otobanın size girmesi de çıkması da dert. Kart vermeyen büyük kağıt para kupürlerini kabul etmeyen cansız ve anlayışsız makineler, iki ayaklı elemanların bulunmadığı, arızalı gişeler.

Zorla mı getirdiler sizi bu diyara? Beyninizi seveyim sizin. Her şey bu kadar da mı kötü bu ülkede? Hayır, kadınların zehir saçan karışımlar marifetiyle saçlarını sarıya boyama saplantısı burada da göze çarpıyor. Ama mavi ya da yeşil gözlü bu güzelim –Allah için- doğurgan ve temiz aile çocuğu kadınlara çakma sarışınlık bir değişik yakışıyor. Ev yaparsan tuğladan, kız alırsan İtalya’dan.    

Vicenza’dan Aviano’ya, Napoli’den Sigonella’ya dünyaya kan kusturan ABD/NATO üsleri dahil nükleer silahlara ve 6ncı Filoya ev sahipliği yapan İtalya’ya yönelik sevgimiz, Kuzey Afrika’dan daha iyi bir yaşam umudu ve tok karın umudu ile ölümü göze alarak gelenleri Akdeniz’in derin sularında boğarak “denizde önlemeyi” başarı sayan koalisyon iktidarına yerleşen yeni nesil faşistlerin varlığıyla biraz daha pekişiyor.

Neymiş?

İtalyanlar her daim şık giyinirlermiş…