Skip to main content

Güller diyarı

Her şey Google’dan Orvieto kentini aramamızla başladı. Orvieto, Bari’den Floransa’ya giderken mesafenin çok uzun olması nedeniyle önce gezip sonra da konaklamak için seçtiğimiz bir ara nokta... Görsellerde yılan gibi kıvrılarak uzanan yayalara özel yapılmış ince uzun yoldan ulaşılan sarp bir tepe üzerinde kurulmuş kiremit rengi, açık kahverenginin hakim olduğu küçücük bir Ortaçağ kasabası olan Civita di Bagnoregio’nun görüntüsü bizi hemen büyülemişti. Biz burayı Orvieto sanmıştık. Oysa Orvieto’ya çok da uzak olmayan, 45 dakika mesafede olan topyekun bir müze gibi daha girişinden 5 Euro’ya bilet alınarak ulaşılabilen çok özel ayrı bir yerleşim söz konusuymuş.

 

Ama gel gör ki Google baba burada da attı bize kazığı. Bilgi, demek ki doğrulanmak istiyor daima. İster sanal, ister normal dünyada. Doğru her ne kadar çok kolay telaffuz edilse de ona ulaşmak her zaman mümkün olamıyor. Biraz üzerinde çalışmak gerekiyor.

Gelelim Orvieto’ya. Birbirini izleyen okları izleyerek Orvieto’yu bulduk, şirin bir Ortaçağ yerleşimi olmakla birlikte pek de aradığımız ya da daha doğrusu beklediğimiz şeye benzemiyordu, ne fotoğraftaki yürüyüş yolu vardı, ne de göründüğü kadar küçük bir yer değildi. İsmi doğru ama fotoğraftaki mekan burası değildi. Her Ortaçağ yerleşiminde olduğu gibi kuleli katedralleri, illa ki bir Duomo’su olacak, birden fazla ünlü meydanı olacak. Orvieto, kuleleriyle ünlü San Gmignano, Floransa, kaleler, daha birçok küçük köy ve hatta ve hatta sur içindeki Pisa, Pisa’dan La Spezia’ya giderken uğradığımız Lucca gibi büyüleyici Ortaçağ kentlerinden biri.

Muhtemelen fark etmeden ZTL tuzağına düşüp sur içine girer girmez elli metre sonra bir kilisenin önündeki park yerine aracı güvenli bir noktaya bırakıyoruz. Kilise, duomo, galeri filan aşıp biraz aykırılık yapıp Orvieto’nun yeraltını gezmeye koyuluyoruz. Gezinin konuşkan ve işini ciddiye alan rehberi başlangıçta kısa boylu Etrüsklerin yumuşak kayayı oyarak oluşturduğu yeraltı sığınaklarında uzun süren barbar kuşatmalarında burada bir yeraltı şehri kuran Etrüsklerin hayatta kalabilmek için güvercin besleyip yediğini anlatıyor. Bunun için kayalar oyularak yapılmış kuş yuvalarını gösteriyor. Gübre, tüyleri ve yumurtalarının yanı sıra, bizim meydanlarda para verip buğday attığımız güvercinleri yiyorlarmış da. Bizim Kapadokya’daki güvercin yuvalarına benzemiyor değil. Rehber bir ara Türkiye’den, Kapadokya’dan, güvercinlerden bahsediyor, hatta bana İngilizce siz güvercin yiyor musunuz diye soruyor. Ben soruyu sizde de güvercin var diye algılayıp heyecanla “yes”leyince, kadının suratına biraz şaşkınlık, benimkinde ise suçluluk duygusu yerleşiyor. Yaptığım hatayı anlayınca bu kez belki bir zamanlar bizde de yenmiştir diye avutuyorum kendimi. Martıyı tavuk niyetine arada tavuk göğüsü muhallebi içerisinde bize yedirdiklerini bilen biri olarak güvercinin tadı nasıldır acaba diye düşünmeye başlıyorum. Orvieto kaya bloğu oyulmuş, evlerin altı tüf, volkanik kayaç oyulmuş, sarnıçlar, depolar yapılmış. Belli bölümlerde ortaya çıkan kırmızımtrak taş da yapıların büyük bölümünde kullanılmış.    

Dondurmacısı, hediyelik eşyacısı şucu bucu derken, biz de fazlasıyla yorulduğumuz günün sonunda park yerini bulalım derken biraz daha ayrıntılı gezdikten sonra Orvieto’da kalacağımız yere yöneliyoruz.

Yerleşim çıkışında yol sormamıza rağmen meçhul bir yöne giden tali bir yola yanlışlıkla saptıktan sonra, geri dönüp doğru yolu buluyoruz.

Ve şunu görüyoruz ki kalacağımız yer Orvieto’nun hemen dışında kalan küçük bir köy olan Rocca Ripesena’da (Müstahkem Kale) yer alıyor. Sora sora Rocca Ripesena’ya geldik ama hava kararmaya başladığı için yerleşime adını veren, Orvieto’nun karşısında yer alan tek parça küçük bir kayanın üzerindeki kaleyi çok da fark edemiyoruz. Yanından geçen yoldan hala tırmanmaya devam ediyoruz, çünkü gideceğimiz yerin kapı gibi bir numarası var, altmış bir, yani gerçekten de var, tescilli ve kapı numaralarının artarak yükselmeye devam ettiği bu dar yol üzerinde olmalı ve artık meraklanmaya başladığımız Sossogna’yı gösteren gösterişsiz, sanki bir çocuğun üzerine pastel boyayla yazdığı tahta bir oku görünce hem seviniyoruz, hem de biraz tedirgin oluyoruz. Niye böyle küçük, iddiasız bir göstergeye gerek duyulmuştu. Göstergeden de vazgeçtik, normalde karavan araçların da gitmesi gerek bu mekana doğru ağaçlar arasında yönelen toprak yolda bizim küçük Panda bile yer yer zorlanacak gibi. Yeşilliklerin gün sonu karanlığına daldıkça içinden aktığı arığı soluk beyaza boyayan bir suyu aktığı vadinin yamacına doğru yükselen yol sanki daha da küçülüyor gibi. Bir noktada ulaştığımız belli belirsiz ayrımda tercihimizi sağdan yana kullanınca, rampanın sonunda terk edilmiş gibi duran bir malzemeliğe varıyoruz. Evet burası olmadığı kesin. Yol ayrımına şaşkın bakışlarla geri dönüp, az önce şüphelenerek geri dönüş yaptığımız küçük düzlüğün yanından devam eden yola sapıyoruz.  

300 metre ilerledikten sonra pansiyon-kamping karışımı bir cennet mekana geliyoruz. Ne bir çadır, ne bir kamp, arabayı ağaç altına çekip indiğimizde uzun saçlı esmer bir bayan yanımıza süzülüyor. Fiziği iyi, İtalyancası da İngilizcesi de kötü olan bir hatun. Evet, burası Sossogna Agrocamping. Çok mutlu oluyoruz, hava kararmak üzere, tedirgindik, yorgunduk, yarı kaybolmuştuk, artık hedefe ulaşmış durumdayız.

Birlikte bir tanesinde yeşilin içerisinde maviliğini koruyan iki metre çapında küçük bir havuzun yanından iki yeşil kademe yükselip, kocaman meşe ormanının içerisinde ufak bir çimenliğin açıklığına yapılmış inanılmaz güzel iki katlı taş bir eve doğru yöneliyoruz. Derinde rahatsız etmeyen, çok yakından aktığını hissettiğimiz ama bir türlü tam olarak nerede olduğunu anlayamadığımız küçük bir suyun şırıltısı. Nefis bir cennet bahçesi. Ondan sonra resepsiyona dönüştürülmüş evin alt bahçesinde, kayıt işlemlerimizi yaparken tahta masa kenarındaki bebek arabasında güleryüzlü şirin bebek Linda ile oynuyoruz. Linda’nın hemen açığında çimenlikler arasında bulduğumuz yavru kedileri seviyoruz. Kedilerin tümünün gözleri akmış, hastalıklı gibiler, hatta ortamın güzelliğinin verdiği şaşkınlıkla kedileri sevdiğimiz ellerle Linda’nın ağzına sokup ıslattığı elindeki bebeği de elliyoruz, bebek dediğime bakmayın, benim çocuğun ilgisini çekmek için miyav diye seslendirdiğim küçük bir köpekmiş meğer, bozuntuya vermiyoruz, sonra çaktırmadan hav hav yapıyoruz. Neyse Annesi bir şey demiyor. Linda bizi çok seviyor, biz de onun gülüşünü. Ertesi gün erkenden yola çıkacağımız için ödememizi yapıyoruz ve esmer kadının gösterdiği yer yerine aracı park ettiğimiz, tuvalet ve duşlara yakın mevkiye hemen çadırımızı kuruyoruz.

Ben yine hava iyice kararmadan koşmaya koyuldum. Su sesini izleyerek, belki bir göl, bir su kaynağı, bir şelale görürüm diye Sossogna’dan daha da yükselerek devam eden yolu tercih etmeyi denediysem de yol yukarıda bir özel mülkün duvarıyla sonlanıyor. Geriye kalan tek seçeneği izleyerek Rocca Ripesena’ye iniyorum, hatta oradan Orvieto yönünde daha da aşağıya, sonra geri dönüyorum.

Yol kenarındaki Rocca Ripesena lehvasının altında “Le paese delle rose” yazdığını görüyorum. Kayaya yükselen hafif basamaklı patika boyunca yükselen beyaz çiçeklerin gül olduğunu daha sonra ertesi gün fark edeceğiz. Güllerin arasında çeşitli tarihlerde yaşamını yitirmiş kişilerin adlarının yazılı olduğu toprağa saplanmış uzun çubukların ucundaki küçük hatıra plakaları göz çarpıyor. Ayrıca bahçeli evlerin duvarlarında, sağında solunda rengarenk güller dikili.

Dönüşte Rocca Ripesena’dan geçerken araçla fırçayla alelacele kahverenginin yamaca oturtulan beyaz bir çiçek çizgisinin kıvrılarak ulaştığı kayanı tepesine koşarak tırmandım. Koşulları daha da zorlayıp eskiden kule ya da olan kayalığın ağaçlarla örtülü tepesinden Orvieto yönüne koştum. İlk olarak Etrüsklerin yerleştiği daha büyük kayalığın soluk sarı ışıkları yanmış bile.

Gece çok da uzaktan akmayan küçük suyun şırıltısı ve yaprakların sesiyle doğanın tam içerisinde uykuya dalıyoruz. Dışarısıyla aramızda sadece incecik çadır bezi var. Linda’nın güler yüzü, kırk metrelik daracık tünelden kan ter içerisinde yukarıya çıkan kısa boylu Etrüskler, gözü çapaklı kediler, ölülerin adını fısıldayan beyaz güller, yumuk göz kapaklarımın tavanında geçitlerini sürdürüyor.

Uzakta ya da pek yakında bir kapı açılıp kapanıyor.    

Ertesi sabah “imge” avcısı turist kalabalığının işgali altındaki Firenze’ye doğru yola çıkmadan önce aynı kayalığa bu kez gün ışığında maaile çıkıyoruz. Güller diyarı daha uyanmamış. Yeni yükselmekte olan güneşin pırıl pırıl ışığıyla aydınlanan kayalığa çıkan patikanın eğimi dünden bu saatte sanki biraz daha azalmış gibi.

Güneş tam da arkasından yükseldiği için Orvieto'nun uzaktan fotoğrafını çekemedik. Ama zaten fotoğraf çekmek değildi sabahın köründe niyetimiz. Bu cennet mekan, Sossogna, Güller diyarını görmek belki de bize Orvieto'dan daha çok zevk verdi. Kimi zaman turizm bu sade şekliyle dahi yeterli olabiliyor. Kimi zaman gerçekten herkesin yapmadığını yapmak bazen ilginç olabiliyor.