İstavrit Günleri
Hava yine bu saatte gümüşe dönmüş. Bulutlar üstümüzde; deniz, zeytin yaprağı tersi rengiyle köpüre köpüre asfalta çıkmaya hazırlanıyor. Bir elimde eski plastik boya kutusundan devşirilerek tel sapına alelacele ip bağlanmış bir kova, diğerinde upuzun kuru sazdan oltamla denizin yanı başı ‘baba’ların daha da sıkıştırarak yürünmez hâle getirdiği daracık kaldırımdan ilerliyorum.
Yol zemininin karanlığı suyun koyulaşan rengiyle bütünleşiyor, göz yanılsaması denizdeki kabarcıklı devingenliğin kıyıdaki düzlüğe bulaştığı izlenimi veriyor. Rüzgâr poyraz karayel arası kararsız ama etkili; son kısmında iyice genişleyen boğaz girişinde birbirilerine sokularak biriken ve şekillerini yitiren yuvarlak dolgun kütleler kararlı bu kez yağmur yağacak.
Façyo’nun önü henüz olağan hareketliliğine kavuşmamış. Dışarıda ‘mıntıka’ temizliğine gönderilen bir iki genç garson, kaldırımı ve park yeri olarak ayrılan deniz kenarındaki asfalta bölümü ıslatıp süpürmekle meşgul. İçeride bir iki masa dolu. Yolun bu bölümü toplumsal adaletsizlik kokuyor.
Her zaman durduğum yere varmak için hızlı yürüyorum. İki kurşunlu ‘salyama’ iğnenin peşi sıra takılı olduğu oltayı denize atıyorum. Salyama, küçük bir kuş tüyüyle birlikte en küçük balık iğnesine incecik kurşun plakasından kesilmiş bir parçanın kerpetenle sıkıştırılmasıyla çok hafif bir ağırlık kazandırılan iğneler. İstavritler bu tüylü düzenekleri çok hoşlandıkları küçük balıklar zannederek aldanıyorlar. Hem de ne aldanma! İğnelerin peşinden bir an önce bu devingen yiyecekleri kapmak için eksiksiz bir kopuyor.
Sıyırta sıyırta, oltayı titrete titrete yoluma devam ediyorum. Eski ilkokul, şimdiki vilayet konukevinin önündeki bekçiyle selamlaşıyoruz. Perihan evde değil; pencereler perdeler kapalı; evin tam önüne yanaşan bir tekneyle balığa açılmadığı zamanlar kendi başına çaparisini denize sallarken görmeye alışık olduğum heybetli Yılmaz (rahmetli Yılmaz Zafer) da yok. Evde olsa böyle balık kokan bir havada mutlaka dışarıda olurdu. Omzumdaki küçük askeri çantada Rıfat Amcanın kitabının sayfaları arasına sıkıştırılmış yedek salyamalar, değişik ağırlıklarda kurşunlar, bitmiş bir bisküvi paketinden taşmış kırıntılar (muhtemelen küçük boyutlarıyla köpeklere vermesi kolay ve eğlenceli olan ‘piknik’ türünden , hatta küçük poşetlere özenle sığdırılmış sarı tüylü çapari iğne takımları var. Annemin sınıf arkadaşı oltacı güzel suratlı Murat Amca bugün tezgahını açmamış. Tekerlekli mavi arabası Façyo’nun girişinde asma kilit altında uyuyor. İğneleri takmamaya, dolandırmamaya dikkat etmeliyim, yenisini satın alacak kimse yok bugün.
Yerime varıyor, demir sapına taktığım pek de sağlam olmayan naylon iple denize sarkıttığım boya kabına taze deniz suyu alıyorum. Birazdan bu küçük kaba doluşacak balıklar hemen ölmeyecek en azından gelip geçenin ilgisini çekecek kadar bir süre hoplayıp zıplayacaklar ve taze kalacaklar. Yol boyunca denize sarkıttığım oltama balık takılmasa da, yerime yerleştikten sonra gümüşi sırtlarının yansımasından istavritlerin yavaş yavaş kıyıya yöneldiklerini görüyorum. Misinanın ucundaki iğneleri altı yedi metre uzağa fırlatmak üzere kamışı her salladığımda kuru sazdan çatırtılar geliyor.
Hemen arkamdan geçen sahil yolunda, ara sıra Hacı Osman bayırını ‘çıktığı vitesle inen’ 40:Taksim-Sarıyer ya da 25:Eminönü-Sarıyer otobüsler ve ikinci vitesi aşmadan seyreden siyah beyaz Ford ekip otoları çoğunlukta olmak üzere çok zayıf bir taşıt trafiği var. Hafta içi. Boğazdan geçen orak-çekiçli gemiler, uzak bir düşün zorlukla anımsanabilen bölük pörçük bölümleri gibi belirdikleri hızla birden gözden kayboluyorlar. Yakın geçen balıkçı ya da gezi teknelerinin içindeki farklı devinimlerin kıyıya vuran yansımaları.
Gündelik sıkıntılarım, umutlarım, sırlarım, intikamlarım, zulalarım askeri bölgelerin korumasında boğazda nadiren yeşil kalabilmiş karşıdaki güzel koylardan da uzak şimdi bana. Zamansız ve mekansız, kendimi unuttuğum an’lara yeniden kavuşuyorum, bahtiyarım...
Havanın kararmasına bir saat kala bu istavritlerin kıyıya yönelişleri artacak; açıktan çapari ile ancak tutulabilen balıklar, öbek öbek kütle halinde kaynamalar yaparak kıyıya vurmaya başlayacak ve asfaltla deniz arasında çok da uzun sürmeyecek bir telaşa yol açacak. İşte gözümün önünde suyun akıntısı içerisinde seğiren iki iğneyi yutmak için birbirine omuz atmaya başlıyor istavritler. Birini bir balık yutunca misinayı suyun derinliklerine çekiyor, ama o anda iğneleri kovalayan gruptan bu kez ikinci başka bir arsız balık diğer iğneye niyetleniyor. İki iğnede de balık yakalanmış halde oltayı sudan çıkarabilme başarısı için ilk balıktan sonra oltayı hemen sudan çekmiyorum. İlk iğneyi yutan izin verir de oltayı çekiştirmez ise bir seferde iki balık çekmek daha kolay oluyor. Sonra olanca hızıyla balık ‘cık’laması eşliğinde iğneden kurtarıp kovaya atma işlemi. O on dakika gibi geçen koca saatte getirdiği kabı kolayca dolduruyor, hatta bir kısım balığı yanımda yedek getirdiğim torbaya aktarıyorum.
İnsanoğlunun her zamanki aç gözlülüğü burada da kendini gösteriyor. İhtiyaç fazlasına çoktan yani ‘Lanetli Pay’ın uğursuz alanına çoktan geçmiş durumdayım. Kova doldukça doluyor. Hava iyice kararmasına karşın cadde kenarındaki lambaların aydınlığının cazibesine kanan istavrit sürüleri hâlâ kıyıdan ayrılmıyor. Ancak bu kez karanlık su içerisinde onları fark etmek olanaksızlaşıyor. Oltayı atar atmaz küçük bir gümüş parlaklığını izleyen çırpınma ve ağırlıkla birlikte balığın geldiğini anlayıveriyor insan. Tarabya Otelinden önceki son koyda akşam boyunca kıyıda demlenecek olan profesyonel lüferciler tüp gazları ve denize atıp beklemeye koyulacakları birden fazla oltalarıyla her zamanki yerlerine konuşlanıyorlar.
Arkada yaşlı ıhlamurların düzenli yürüyüş parkurlarının üzerini örttüğü bilmem kaç dönümlük, içerisinde yapay göllerin, mağaraların bulunduğu yabancı sefaretin yazlık bahçesi var. Benim kıyıda genelde konuşlandığım yer de bu arazinin iki üç kayık için çok eskiden öngördüğü küçük bir iskelenin hizasına denk geliyor. Önceleri yol için deniz doldurulmadığından bu iskeleden şirin bir taş menfez yardımıyla kayıklar eski ve dar yolun altından süzülerek denize açılıyormuş. Yol yapılırken bu geçiş kapatılmamış ama yolun çift şerit ve kaldırımları nedeniyle ulaştığı genişlikten ötürü bu iskeleden denize geçiş derin ve karanlık bir tünelden sağlanmış. Zaten bazen dönüş sırasında karşı tarafa geçtiğimde baktığım bu çok özel yerde hiçbir zaman kayık da görmemiştim.
Façyo’daki dolu masaların tam önünden geçerken servis edilen yiyeceklere, bardaklardaki içeceklere, rutin bakışlı garsonların sıkılgan hallerine ve bizden çaldıklarını yutmakta olanların kursaklarına bakıyorum. Dönemin ruhuna da uygun olarak çok da ‘barışçıl’ olmayan duygular yüklenmiş bakışlarla elimdeki yamuk ve uzun kamışı sallaya sallaya önlerinden geçiyorum.
Saat ilerledi; elde en az üç metrelik kamış olta telefon tellerine ucundan değdirerek troleybüsçülük oynayarak eşek anırtan kestirme yokuştan eve tırmanıyorum. Yamaçta yıkılmaya yüz tutmuş evin ön cephesinde kurulu siyah üzümlü asmayı taşıyan çardağın altında, küçük tüpün cüretli ateşinin üstüne yerleşen kapkara bir tavada kızan, kocaman çiçeği plastik şişesinde mutfağı aydınlatan ayçiçek yağıyla birazdan çıtır çıtır kıvrılacak balıklar. Ayıklarken balıkların bir kısmının hâlâ canlı olduğunu göstermemeye çalışıyorum; şarkı söylüyorum. Arada, bahçeyi çevreleyen ve aşağılardan, ana yoldan beri peşime takılan fosfor gözlü ısrarlı kedilerin kışkırtıcı bakışlarına dayanamayarak, kızarmış, kızarmamış balıkları onlara veriyorum. Karşıda Büyükdere sırtlarında yamaçtaki seyrek bahçeli evlerin dağınık ışıkları çoktan yanmış bile. Avlanamamış istavritler, koyu laciverdin siyaha dönüştüğü noktada uykuya dalmış. Ellerime ve tenime sinen balık kokusu şimdi düşlerimde gümüş-gri tanımsız devinimlerin arka planını oluşturuyor.
Gerçeklik geçmişin şimdi oluşundadır.
Geçmiş sürekli olarak ardımızdan gelir ve şimdiki zamanda her dile getirilişinde belleğimizin ta kendisi olan bilincimizde şekillenerek farklı bedenler kazanır. Kovadaki istavritler, çiğ düşmüş otların arasında gizlenen dip zeytinleri ya da sabah çiyinin serinliğini bedeninde gizleyen yeşil incirler, dar sokakların sürprize açık keskin dönemeçleri, sıyırıp geçen merminin yanımdaki çelikte çıkarttığı sinsi sekme ıslığı, yükseldikçe daralan uzamlarıyla son kısımlarında önünde diz çökerek secde etmek zorunda kaldığım dağlar, koşarken iki yanımdan akıp giden manzaralar gibi, her anımsamada daha da güzelleşen yaşanmış anların birikimi...