Skip to main content

Maraton A.Ş.

Pazar sabahının şafağında, ötekileri uyandırmadan sıcak yataklarından sessizce sıyrılarak evlerinin sihirli buğusunu terk etmeyi başaran binlerce Filipides, bir eli kalkanlı, etekli ve yalınayak olmasalar da, sırtlarında renk renk çantaları, eşofman altında şortları ve cafcaflı renkli spor ayakkabılarıyla, elde kalan son ağaçları kesilmek üzere olan gri kentin soğukluğunda, çıkış yapacakları noktaya doğru kararlı adımlarla akın ediyor.

 

Elmadağ’da gece kulübü çıkışında birbiriyle kavga edenler, müdahale eder gibi yapan ama olan biteni izlemekle yetinen kolluk güçleri, geceyi tamamlayacakları son bir müşteri hayaliyle hâlâ köşe başlarından hız kesen araç içlerine umut dolu bakışlar atan ten yorgunu travestiler, nedense son yıllarda obesite sınırında havlayacak hâli kalmamış, ikiye katlanan balonumsu kütlesini taşımakta zorlanan köpekler, girişimcinin meydanı baştanbaşa kesen sunta plakaları; tüm engeller boşuna…

Filipides (ya da Yunanca Pheidippides) dediğimiz muhterem, Maraton Savaşı’nda koşarak tarihe adını yazdırmış ünlü genç Atinalı savaşçı ulaktır. Efsanenin Atina ve Maraton’lu birinci sürümüne göre insanlığın ilk maratoncusu, Perslilere karşı savaşı kazanan Atinalı komutan Miltiades’in emriyle Maraton’dan Atina’ya koşmuş ve dere tepe 42 kilometre koştuktan sonra soluk soluğa «Nenikekamen!» («zafer hepimizin») dedikten sonra ölmüştür. Muhtemelen antrenmansız olduğu için. İnsanların insanlık üstü bir çabası olan Maraton koşma geleneği de buradan türemiş. Yani başlangıçta işin özünde rekabet, para ödülünü kapmak, rekor kırmak, kendini kanıtlamak, ‘maraton da koştum’ diyebilmek için sınırlarını aşırı zorlamak yokmuş.

Dört ay süren ve haftalık toplam 130 kilometrelik koşuları bulan bir antrenman programı izlememe karşın, bu mesafeyi koşarken ben de, son on kilometrede bizim Grek haberci gibi Dünya olmasa da bir şekilde boyut değiştirmeye başlıyorum. Zaten yarı maratonda da uyuşan bacaklarımın yanı sıra bu kez vücudumun tamamı limbik sisteme kazan kaldırıyor. Engin’in armağanı jel ayakkabılar içerisinde ayak kemiklerim çatırdıyor gibi. Asfalta çakılmış kedi gözlerinin ve hafif kabarık duran kenardaki devamlı çizgiye takılan bakışlarım dahil hemen hemen tüm organlarıma garip kramplar girmeye başlıyor. Hani insanın zor anlarını anlatmak için derler ya ‘hayatım gözlerimin önünden geçti’ diye, bana biraz tersi oluyor: çocuklarımın rızkını çalan soyadı ağır akrabalarım yerine, karşı yönden güçlü esen rüzgardan, vücuduma çöken acıdan başka bir şey düşünemiyorum. Bu arada diğer katılımcılardan durup yarışı bırakanlar, yere düşüp ambulansa kaldırılanlar, koşmaktan vazgeçip yürümeye başlayanları görmek işimi hiç kolaylaştırmıyor. Akşam haberlerde 35 yaşındaki bir 15 kilometre katılımcısının bitişe az kala Gülhane Parkı içerisinde kalp krizi geçirip yaşamını yitirdiğini öğreniyorum. Çok üzülsem de, bu işi ‘yaşam kalitesini arttırmak’ değil, bir an önce dünya değiştirmek için yaptığını iddia eden biri olarak, göğüs kafesimdeki baskı daha da anlam kazanıyor.

Panayır yerine dönen at meydanındaki cümbüşte, bu kez benden önce bitirenlerin sayısı, koşunun uluslararası boyutu nedeniyle daha fazla; ama geride bıraktıklarımın sayısı da öyle. Bu işin öncüsü Filipides çok haklıymış: Zafer hepimizin!

Heredot tarafından da teyit edilen Spartalı ikinci sürüme göre ise yine aynı Filipides, bu kez Spartalıların yardımını istemek üzere Atina’dan Sparta’ya kadar toplam 246 kilometreyi aralıksız olarak 36 saatte koşmuştur. Bu ikinci sürümde koşu sonrası ölmüş olması, gerçeğe daha yakın gibi duruyor…

Spartalılar da rakiplerinden geri kalmamak için, 1983 yılından beri Atina ve Sparta arasındaki parkurda 246 kilometrelik  bir ultra maraton düzenliyorlar. Organizasyona katılabilmek için en az 100 km mesafeli bir yarışı 10 saat 30 dakikanın altında bitirmek; en az 200 km’lik bir yarışı tamamlamış olmak; daha önce Spartatlon’a katılmış olup 172nci km’de bulunan Nestani kontrol noktasını (check-point) 24 saat 30 dakikanın altında aşmış olmak şartı aranıyor. Genelde Eylül  ayının son Cuma’sı sabahın yedisinde Akropol öünden başlayan yarış güzergahı kıyıdan Eleusis, Korint, Megara ve Kineta’ya, Neme üzerinden Lyrkia ve Sagas arasındaki bir geçitten geçip Artemission Dağını aştıktan sonra Nestani ve Tege üzerinden Sparta’ya varıyor. Parkurun rekoru 20 saat 25 dakika ile Yunan koşucu Yannis Kouros’a ait.

Kimi izleyerek kimi koşarak kimi ise yürüyerek de olsa, işçi bayramı gibi kent halkının büyük bölümünün topluca katıldığı bu kabalık etkinlikte, asma köprü üzerinden nefes nefese ve heyecan içerisinde bir kıtadan diğerine geçmek, araçsız kara asfalt üzerinde kenti baştan aşağıya koşarak kat etmek, güzel ve çok farklı bir duygu. Normal günlerde, içten dışarıya doğru yönelen ilgi, bu özel anda tersine dönerek koşuculara, yani bizzat yolda olanın, koşanın üzerine yönelmekte. Yol kenarına dizilmiş olan ve tanıdıkları katılımcıları desteklemeye gelen çoğu yabancı izleyicilerin yürekten destekleriyle aktarılan enerji.

Yerine getirilen bedensel etkinliği ‘insanüstü bir çaba’ya dönüştürme düşüncesiyle, aslında hiçbir zaman ulaşılamayacak bir ‘olağanüstülüğü’ satarak sıradan insanlardan üzerinden para kazanma yöntemi koşu sporu alanına da fazlasıyla bulaşmıştır. Ayakkabı, giysi, özel işlevli saatler, enerji içecekleri, antrenman programları ve benzeri bireysel kullanım metalarının ‘performans’ ve sıra dışı başarı elde etme güdüsüyle pazarlanmasının yanı sıra, çok da fazla gider gerektirmeyen bir organizasyon olmasına karşın, katılımcılardan alınan paranın üstüne etkinliğin her bir alanını işgal eden destekleyici markaların abartılı egemenliği, koşu güzergahının tanıtım amacıyla teknik sakıncalara karşın zorlama bir şekilde, tekrar geçişlerle ve gelgitlerle tarihi mekanlardan geçirilmesi gibi olgular, hayatın her aşamasından olduğu gibi sermayenin bu alandan da fazlasıyla yararlanmaya çalıştığının göstergesidir. İşi daha da ileriye götüren ve utanmadan Türk sporuna hizmetten söz edebilen kimi tüccar şarlatanlar durumu, etkinliği ‘meşhur etme’ bahanesiyle düzenlenen bazı organizasyonlara getirttikleri Afrika kökenli koşucular üzerinden komisyon alma boyutuna dahi getirebilmektedirler.

Bu garip pazar, insanoğlunun içerisine sokulduğu, her ne pahasına olursa olsun kazanmak, yabancılarla olmazsa vatandaşlarıyla, elit sporcularla olmazsa amatörlerle, yaş grubundakilerle, yakın çevresindekilerle olmazsa arkadaşıyla, kısaca illa ki ötekiyle rekabet etme güdüsünden beslenmektedir. Birey için sporun bir serbest zaman etkinliği, bir oyun olma özelliğinden gittikçe çıkarak, giderek anlamsız yaşam ve yabancılaşma ikliminde sahte bir varoluş nedeni, bir toplumsal kimlik aracına dönüşmesi bu durumu desteklemektedir. Bu alanda ‘sağlıklı yaşam’, ‘yaşam kalitesini düzeltmek’, ‘güzellik’, ‘zayıflamak’, ‘genç kalmak’ gibi kavramlar üzerinden yürüyen biyoiktidar, bilinçaltından bedenlere doğru işlevini güçlenerek sürdürmektedir.

Bedeninin sınırlarının bilincine vararak, daha derinlemesine soluk alabilmek, sadece zevk aldığı için koşmak üzere, sporun yaşamla içiçeliğini, kapitalist pazarın meta haline dönüştürdüğü alanların tuzağına düşmeden, bireyin kendini aldatmadan ve pazarın cilvelerine aldanmadan rahatlıkla kendi kendine yerine getirebileceği bir pratik, insanca bir uğraş olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir.