imgenin kıyısında
İnsanlar nasıl yaşadıklarının farkında olmadıkları, tam olarak tanımadıkları, bilmedikleri ya da daha doğrusu adam gibi seçemedikleri, göremedikleri kendi yaşamlarını başkalarına göstermek için neden bu kadar çaba harcarlar?
Gerçekle gerçekdışının birbirinin koltuğuna hop kalkıp hop oturuşunun en belirgin tezahürünü, ‘sosyal medya’ dedikleri ama özü itibariyle, nihayetinde külliyen toplumsalın dışına sürükleyen oluşumun pratiğinde belirgin bir şekilde görebiliriz.
Yabancılaşma ekseninde nesneye dönüşen insan varlığının toplumsallaşmaktan çok sanal bir tecride yuvarlanması sürecidir tanık olduğumuz. Var olmakla sahip olmanın koşut gittiği, ne kadar az ‘yaşarsan’ o kadar çok mal sahibi olabileceğin anamalcı düzlemde, sahip olduğumuzu sandığımız ama üzerinde bin bir denetim aygıtının cirit attığı birkaç megabitlik sanal boşluklarımızda, fiilen sahip olmadığımız, yaşamadığımız imgesel mutluluklar ve beğeniler üzerinden yürütülen yaşamlar tüketiyoruz.
Yaşanabilir bir yaşam duygusunu, destursuz yakalanmış ‘gösteren’ anların ‘üzerine tıklayarak’ yakalama çabası, giderek temas edebildiği, ulaşabildiği ötekilerden daha fazlasını istemek ya da onlardan bir adım daha ileride, daha çok mutlu olma çabasına dönüşüyor.
Bu çaba hemen hemen, her zaman zordur, hatta kısmen de imkansızdır, çünkü diğerlerinin mutluluk göstergeleri aslında hep ‘olduklarından’ çok daha fazlasını gösterir. Yapılan karşılaştırmalar sonucunda özünde “hep kaybeden” olduğumuz yanılsaması ya da bazı durumlarda acı gerçeği yüzümüze çarpıverir.
Çok seviyor göründüğün ve sık sık tek bir parmak hareketiyle yorulmadan ‘beğen’diğin ötekiler ne kadar mutluysa sen o kadar mutsuzsun, ötekiler ne kadar mutsuzsa ne yazık ki sen de o kadar mutlusun.
Bu megaloman örümcek ağına bir şekilde takılanlar, bağlananlar, güzel fotoğraflara, mükemmel biyografilere, muhteşem hayatlara bakınca ‘benden başka herkesin hayatı muhteşem’ diye düşünerek bir tür melankoliye kapılıveriyorlar. Ağ avın titreşimleriyle sarsıldıkça örümcek uyarılıyor. Özellikle de bu akıldışı illüzyona kadınlar takılıyor. Kadınların mutluluğu imgesinde ortaya çıkan rekabet olgusu daha da yıkıcı sonuçlar doğurabiliyor.
Ensestin bin bir türünün yaşandığı, kayın validesinden damadına, gelinine herkesin birbirinin kuyusunu kazmaya çalıştığı, birbirinden nefret ettiği, parasına mirasına el koyduğu bir geleneksel ailenin bir araya gelerek çektirdiği güler yüzlü fotoğrafla dışarı yansıttıkları ‘imge’, gündelik hayatın esrarengiz dehlizlerinde kendine bir türlü yol bulur: İmgenin yanıltıcı huzuru. Görüntüye yansımayan vampir dişleri, tırpanlar, mızraklar, oklar…
İstisnalar haricinde, bu kerhane ortamında mutsuzluklardan çok mutluluklar sergilenir ve ortamın tasarımı ‘nefret etmek’, ‘lanetlemek’ değil ‘beğenmek’ üzerine kurgulanmıştır. Mutsuz görünmek yasaktır.
Penguenin osuruğundan gergedanın taşağına, çakan yıldırımdan güneşin doğuşuna kadar her şeyin ticarileştiği, çok gecikmiş insan soyunun son günlerini hızla yaşadığı, tükenmekte olan çok yaşlı bir yeryüzünde, ilişkiler piyasasında kendine ‘değer’ biçme gereksinimi (teşhir aracılığıyla değer kazanmak, özgüven kazanmak) bir anlamda uzun zamandır yabancılaşma süreci içerisindeki insanın talebidir.
Dolaşıma sokulan gerçek olmayan kişilikler, dostluğun tekdüze sahte kodları üzerinden işler. İmge ile gerçek, soyut ve somut arasında gidip gelen, şaşkına dönmüş, özünü kovalayan kendilikler.
Ara sıra yüzümüzün de bize geri yansıdığı cam üzerinde görünüm ve gerçeklik birbirine karışır. Görünüm gerçekliğin üzerine eklenir, onu kapsar, onun yerine geçer. Yabancılaşmadan kurtulamayanlara tek gerçek gelecek olan şey “yabancılaşmış” dünyadır –toplumsal görünümler, bu görünümleri ifade eden soyutlamalar, bu hiçlik tiyatrosunda doğaçlama biçilmiş ama sıkı sıkı sarılıyor gibi yaptığımız, fiyatına bakmadan alelacele tezgahtan kapıp kişilik sepetimize attığımız uzak roller-.
Rol, yara bere içerisinde de olsa yerlerde sürünerek güdük hakikati sürdürmeye çalışır; zamanla gerçekliğin de yerine geçer.
Kendi yaşam koşullarına henüz uyum sağlayamamış modern insan, sinirsel düzlemde bir aşırı yüklenmenin kurbanı gibidir.
Yaşanan günün en ince ayrıntısına kadar işlemiş, sinmiş hoşnutsuzlukla yarışan, sürekli bir olağanüstülük beklentisi, daima hayal kırıklığına uğranılan ve daima yeniden ateşlenen usanmak bilmeyen, yüzsüz utanmaz bir umut.
Basur, karın ağrısı, gaz kaçırma, burun karıştırma… Herkes neyse odur, kesinlikle daha fazlası değil.