Şarkılarda
En sevimli, en zararsız ve yumuşak haliyle ‘yaşam’ olarak dilimize dolandırdığımız bu deli dolu, ilerledikçe anlam kaybeden varoluşta, annemizin ninnisiyle başlayan akışımızı, kimi zaman an itibariyle duyumsadıklarımızla çakışan sözcük dizimleriyle bezenmiş tınılar eşliğinde sürdürmeye devam ederiz, ta ki ‘nihai kurtuluşa’ çağıran öz selamızı –ne yazık ki- kendi kulaklarımızla ‘canlı’ duyamayacağımız ana kadar.
Üzerinden kırk yıl geçtikten sonra sevgili Başak ile birlikte anadilimizle söylüyormuşcasına, ezgideki gibi ayakkabılarımızı yıprattığımız uzun yürüyüşlerde yinelediğimiz “Un kilomètre à pied ça use les souliers” , “Au clair de la lune…” ya da çizik 45’lik plaktan dinletilen kızıl perçemli ayıcık Colargol şarkıları eril arzularımın yarattığı yürek kabarmalarına tercüman olma durumunda değildi henüz.
Yıllandıkça içimize düşerek cız katık ettiğimiz birçok acı gerçek gibi, ezbere bildiğim sözlerine çok dikkat etmediğim “Il était un petit navire…” şarkısının, açık denizde yiyecekleri bitip aç kalan denizciler arasında yapılan çekilişte kaybeden küçük denizcinin hangi sos eşliğinde pişirileceğinin tartışıldığı bir yam yam ezgisinden çocuk şarkısına dönüştürüldüğünü bilmiyordum.
Yurtdışında Magalie ve Isabelle’e uzaktan duyduğum Platonumsu ilginin şarkıları dahi yoktu anımsayabildiğim kadarıyla, olsaydı herhalde çok mesafeli, şaşkın, umutsuz ve çaresiz olurlardı.
Sonra gerçek ilk aşkım Gülcan ile ergen yüreğimde deli yürek bir fırtına koptu; çok da iddialı, kararlı ve hırslı olmadığı kadar inatçı, biricik, temiz, kirlenmemiş hayatımızı düzen müesses nizama ilk karşı duruşlarımızla başat giden upuzun destanımsı bir öykünün arka planında Gérard Lenormand’ın Michèle’i hiç hacim değiştirmeden uzun süre çınladı durdu. Herkesin gözü önünde yaşanan delikanlı bir aşktı bu.
Henüz on beş yaşındaydın, Sabah seni çağırıyordum ve birlikte trene binip liseye gidiyorduk.
Bir Aralık akşamı, çatılara kar düşerken, sen ve ben ilk kez birlikte uyuduk.
Evet, ilk kez. Bunca tekrarın, dejavünün yaşanmışlığıyla kalbura dönen bugünün pöstekisi için ne kadar anlamlı bir söz. İlk sefer.
Dış dünyadan daha gürültülü hareket halinde soluyan bir ev; boğaz küfü kokan örtü; saf duruşumuzu korkutmaya çekinen pişkin hayaletler, evliyalar…
Evinden çıkıp bakkala giderken, geri dönüşte yine düşmece sarktığım penceremin görüş alanına girdiğinde –hala çarpıntısı anımsadığım- hızla atan, çırpınan yürek, sanki tüm ilklerin yaşandığı bu aşkınlıkta beden bayrağını ele almıştı bir kez.
Lamartin Caddesindeki işyerimin cumbasından görünen, Cumhuriyet Caddesinin Taksim’e yakın bölümündeki çift sıralı devasa çınar ağaçları arasındaki gölgen. Kırpıla kırpıla, iğdiş edilerek insan hırsına yenik düşen Gezi Parkı mekanımız.
Bal gibi Michel Fugain’in Une belle histoire’ı yaşanıyordu.
Şüphesiz şanslı bir gündü
Gökyüzü parmaklarının ucundaydı
Kaderin armağanıydı bu
O halde, yarınları düşünmek neden?
Düşünmedik de zaten. Öylesine, geldiği gibi yaşadık, öyle kuralla filan kafamızı düzmeden, yaşamamız gerekenlerin hepsini; hem de fazlasıyla!
Küçük bıldırcın Irmak’ın Ah geceler sensiz geceler’i ile yüreğimize sönmeyen zehirli alevler taşıyan oklar saplandı, acı çok acıydı ama iş işten çoktan geçmişti, söz ağızlardan çıkmıştı bir kez…
-
Hiç küçümsemeden, o kısacık süre içerisinde beni ne kadar çok sevdiğinden emin olduğum Julie Benet’i de, yaşamıma değip de anılarımda dahi tutamadığım diğerleri gibi Georges Brassens’in Les passantes kategorisine kolaylıkla alabilirim.
“Bu şiiri sevdiğim tüm kadınlara ithaf ediyorum
Sır dolu birkaç dakika içerisinde
Ancak tanıma imkanı bulduğumuz
Kaderin bir başka yere sürüklediği
Ve bir daha hiç geri bulamadığımız”
Güzelliğin sadeliği ya da sadeliğin sadece güzelliği, hayallerimin sarı saçlı Başkırt Barbi prensesi Sveta ile Les Passantes, at arabası kırbaç ritminde Kızılordunun “Ovaların şarkısına” ya da Gilbert Bécaud’nun “Nathalie”sinin Ege kasabası sürümüne dönüştü.
İzniyle, onun istediği kadar doludizgin ilerledi at arabası. Nathalie araçtan kendi isteğiyle uygun yerde atladı gitti. Hiçbir kazaya yol açmadan. Beygir ardından aptal aptal baka kaldı!
-
Sonra üç sıkıntının aynı düzlemde aynı zaman diliminde kesiştiği kanlı bir kavşakta tüm ışıklar yeşil ya da kırmızı yandı bir anda: turuncu hiç olmadı sanki! Her şey son sürat birbirine girdi.
-
Ofis dolabına gizlenmiş araba teybine parmak ucuyla hafifçe “ittirilen” Leman Sam’ın, Bülent Ortaçgil’inkilerle başlayan ve Francis Cabrel’in şarkılarıyla devam eden ikinci en uzun gönül yolculuğum.
“O, motor gürültüleri arasında çiçeklerin boy atmasını dinliyor
Yağmur suyu ve tütsü kokularıyla bazen yolculuğa çıkıyor
Sokakta havlayan köpekleri hiçbir zaman işitmiyor
Her gün saat dörtte altın rengi ekmekler pişiriyor.”
Bir türlü kendi altın renkli ekmeklerimizi pişiremedik. Göz tuttu. İzin olmadı. Kuzinede pişirdiğimiz taş pideleri köpeklere attık, çürük kayadan kıvılcımlar çıktı.
“Ya zamanın geri kalanında ağaçların altında yatıp uyusak ne dersin?”
Geri kalan zamanın orta yerinde onu da yaptık, çam ağaçlarının altındaki pembe kibrit kutumuzda. Ağustos böceklerinin uykumuzda bir biri üzerinden atlayarak azalan cırcırları eşliğinde, altıntopla oyalanarak yaşadığımız an’ı yakaladık.
L’encre de tes yeux ile daha işin başlangıcında, bugünü görmeyi başarmış gibi, bugüne kadar yazamadıklarımızı sadece o gönül coşturan gözlere bakarak yazacak noktaya geldik.
Mademki bir daha hiç birlikte yaşayamayacağız
Mademki deliyiz, yalnızız
Mademki onlar bu kadar kalabalık
ya da
Seni bağlayan zincirleri fark etmemiştim.
Evet, fark etmemiştim.
Tarkan'dan birden araya giren bir “Hatasız kul olmaz”.
Son bir lodosla sürüklendiğimiz Kuzey Afrika topraklarında, başta Coldplay’in A sky full of stars filan havalanalım derken ayaklarımız çabuk çorak zemine inmiş bulunup Lena Chamamyan’ın müthiş sesiyle Yomma Lala ya da Lamma Bada ile dağa çıkma mevsimine kadar umutsuzluğun kıyısında oyalanıyoruz.
Lamma bada yatathanna
Hubbi jamalu fatanna
Awmâ bi Lahzihi asarna
Ghusnun sabâ Hina mal
Waadi wa ya Hirati
Mâ li rahîma shakwati
Fil hubbi min law'ati
Illa malikul-jamal
Hiçbir şarkı diğerinin önüne geçemedi, geçemez de. Hepsinin birbirinden tamamen farklı olan tınısı hala en derinimde capcanlı duruyor.
İçine işleyen ezgiyle birlikte ayakları kolayca yerden kopan biri olarak bu garip yazıyı
İnsan arzuladığı her şeyin kölesidir.
ben de sizlerin kölesi oldum, diyerek fazla dallandırmadan, tadında bitirmek uygun olacaktır.
Tabi biten sadece bu münasebetsiz yazıdır.
Şarkılar Georges Brassens’in Testament’(Vasiyet) ’indeki gibi;
Beni her yerde takip eden Tanrı
Elini omzuma koyup
“Git bak bakalım yukarıda mıyım değil miyim” dediğinde
Bir söğüt ağacı kadar üzgün
oluncaya dek devam edecek gibi görünüyor.