Skip to main content

Ada vapuru yandan çarklı

 Üç kameranın üçü de hazır; omuz üstü değil fark edilmesin, iş çakılmasın diye en kalitelisinden ufacık el kameraları getirilmiş. İki tanesi çapraz çekim yapmak üzere olayın yaşanacağı alt katta, bir tanesi uzak ve genel planlar için balkon kenarında yukarıda. İki katlı bir alışveriş merkezi; birazdan ‘insanlığın geleceği’ için hayırlı bir eyleme imza atacak militanlar üst katın balkonlarının ardında, vitrin önlerinde, alt katın orta yerindeki oturaklar da dağınık bir halde, ‘çaktırmadan’ pozisyonunda konuşlanmışlar. Ama ortada yine de feci bir gerginlik, bir komplo havası hakim. Büyük dava insanlarının vakarlı onurlu dik duruşu bu.

 

Büyük bir çabayla yürütülen çalışmayla elliye yakın gönüllü örgütlenmiş. Öncünün vereceği işaretle birlikte, önceden belirlenen şekilde yapmaları gerekeni, sorgulamadan, hiç kimsenin gözünün yaşına bakmadan yapacaklar. Kararlılar, bunun için eğitilmişler. İnançlılar. Hepsi de inanmış birer dava insanı sonuçta, yan çizmek olmaz. Sonradan yapılan eylemi karalamak için satılık ‘sermayenin sesi’ basın maymunları, mevcut durumun özendirici yanını tersine çevirmek için belki de bunu yapabilmek için uyuşturucu hap kullandıklarını ya da amansız bir hastalığın pençesinde zaten ölmek üzere olduklarını yazacaklar utanmadan.

Propaganda hız kesmiyor. Dünyayı kurtarırken televizyon kanalı biraz da para kazansın, ne zararı var?

Eylem yeri başka bu kez. Belli ki, sermaye tarafından her yıl yayınlanan terörist örgütler listesine aday adayı olacak örgüt yöneticileri işi sıkı tutuyorlar, gözleri kara, yer, mekan, ortam dinlemiyorlar. Tertemiz gibi görünen kurşun ve cıvanın görünmeye dahi değer bulmadığı bir gökyüzü, ağzına kadar ağır element yüklenen boğaz sularının laciverdine öykünüyor. Seninki benden kara misali. Marmara’nın lağımıyla Karadeniz’in çamurunun buluştuğu, birbirine karışıp olağanüstü bir bileşim ortaya çıkardığı güzel Boğaziçi suları üzerindeyiz. Ada vapurunun kıç güvertesindeki ahşap banklarda toplaşan çoğunluğu genç kitlenin yüzünde garip bir anlamsızlık var. Gerilmişler. Gemiye nanik yapan yavşak yunusların bir görünüp bir yitmesi, simit manyağı martıların dişlerini göstere göstere attığı çığlıklar, tarihi yarımada, nereden gelip nereye gittiği bulunulan yerden çok da anlaşılamayan, irili ufaklı diğer gemiler filan hepsi unutulmuş, varsa yoksa her şey birazdan koparılacak fırtınayı bekliyor. Hani fena da rol yapmıyor değil bizim çocuklar! Yüz küsur gözü dönmüş militan, kafasına örgüt amblemli yeşil şapkayı geçirdikten sonra kişi çığlıklar atarak ortalığı alkışa boğacak.

Yeşil aşkının yeşile boyadığı yeşil ekranın -aslında bize de çok uzak olmayan görüşlere sahip- ‘outdoor’ goretex yeşil bilge kişisi, dünyanın sonuna kadar varacak ‘kaderin cilvesine’ çelme takar edalarında, çaktırmadan pet şişeyi ‘ortalık yere’ bırakıyor. Bir tuzak bu! Bu bir tuzağı…   

Daha sonra kamera arkasındaki yönetmenlerden öğrendiğimiz kadarıyla ortaya serpilen, üç çeşit geri dönüşüm sepetinin yanına ‘tuzak’ olarak bırakılan pet şişeyi gören otuz kişilik kuzey Avrupalı medeni turist grubu ‘hiç oralı’ olmamış ve hepsi tuzağı görmezden gelip üzerinden bir güzel atlamış! Demek ki neymiş, bu iş de dönüp dolanıp eğitime dayanıyormuş. Tabi adamlar batılı, beyaz tenli, medeni ve eğitimli. Bizimkiler zenci, gayrı medeni ve eğitim almamışlar ya da 4 + 4 + 4 = 0 olmuş. Son dakikada karşılarına çıkan bir engelin üzerinden atlamayı dahi beceremiyorlar.

Sonra ne mi oluyor? Kim bilir kaç saat ya da kaç gün bekledikten sonra, hatta belki de mecburen düzenlenen bir mizansenle birlikte eylem amacına ulaşıyor. Yerden tuzak pet şişeyi eline alıp çöpe atan kişinin önce ödü kopuyor, yüzü bembeyaz oluyor, sonra bir anlamda yaptığına bin pişman oluyor, bu kez yüzü kızarıyor. Siz yüzündeki garip gülüşe, kafasına zorla geçirilen yeşil şapkaya aldanıp, övündüğünü filan sanmayın sakın, o içinden ‘hay elim kırılaydı da yapmasaydım’ diye geçiriyor aslında. Bunu buraya koyanın var ya, ya da hay kafamı seveyim niye elledim şunu cinsinden iç hesaplaşmalar…

Bu tür suya sabuna dokunmayan, fazla derine inmeyen zararsız türden faaliyetlere ‘farkındalık’ yaratma diyorlar. Görünen o ki, insanoğlu ne kadar gözüne soka soka göstersen de bir türlü ‘farkına varmak’ istemiyor, bu bilinçaltına dek işlemiş boz bulanık kuşatılmışlık ortamı içerisinde, gerçeklik ile insanların bilinçli görmezden gelme hali, kendini aldatma sevdası arasındaki suni denge süregidiyor!

Flash mob diyor gavurlar buna. Carrotmob, Subparty, kissmob gibi yeni nesil eylem türlerinden biri bu da. Ezildiniz yine değil mi? Tabi anlıyorum sizi. Biz molotof, yok bombalı bombasız pankart (kanatlı kanatsız leylek), kuşlama mıhlama, silahlı propaganda ile filan uğraşaduralım bak onlar neler yapıyor, eloğlu ne cici mücadele yöntemleri keşfetmiş…

Flash mob’muş bu. Yıldırım gibi iniyor yani. Hani yanlış anlaşılmasın, aldatıcı bireysel çağrışımlara yol açma gibi bir niyetim yok sırf daha iyi anlaşılsın diye söylüyorum geçmişte yaptığımız yıldırım korsan gösteri gibi bir şey bu. Bugün de yapılmıyor mu? Yapılıyor ama bugün artık genelde devrimci hareketlerin egemen olduğu mahallelerde, yol kapama, barikat atma şeklinde oluyor bu iş. YDG-H’nin post-modern hendek kazma ve gerilen çarşafın arkasında RPG7 - AK47 marifetiyle demokratik öz yönetim kurma muhabbetini de aşıyor bu etkinlik. Doğrusunu söylemek gerekirse eskiden yapılan bu değildi. Sistemin beklemediği anlarda, bazen en güçlü olduğunu sandığı yerde yapılan zamana karşı asimetrik bir eylemdi korsan. Hatta polise kuş uçurtmasın diye herkese değil, sadece medyanın ‘güven duyulan’ belli bir kesimine önceden haber verilirdi.   

Nedense günümüzde direniş güçleri “Breave Heart” türü karşılıklı dizilen türden cephe savaşlarını tercih ediyor. Kameralar önünde kılıçlar kalkanlara vurulurken sevecen bakışlarla, iki taraf asimetrik bir göz göze kesişmeye girişiyor. Eline mikrofonu geçiren konuşuyor, gücü olan borusunu öttürüyor. Tehditler savruluyor. Dağılmazsanız... Bazen karşılıklı elçiler gönderilip, iktidarı alaşağı etmek istiyen kölelerle varlığı iktidara bağlı olanlar efendinin hizmetkarları nezaket dolu garip müzakereler yapılıyor. 

Kuşkusuz ‘delikanlı’ bir düşmana karşı cesur bir tavır alıştır bu da ama çoğunlukla ‘eli kanlı’ düşmanın söz konusu olduğu bizim gibi geri bıraktırılmış ülkelerde karşımıza dikilen ejderha Tomalar ya da içerisinden dışarıya hedef gözetilerek çelik kurşunların sıkıldığı canavar Akrepler, savaşın yürekli estetiğini fazlasıyla bozuyor.

Belçikalı dostumuz Serge Blondiau’nun “Bizim çocuklar işbaşında” diye çevirdiğimiz “Quand les Goss Boss” romanında da, gelişmiş batının metropollerinde sisteme karşı direnen kenar mahallelerin sistem atığı göçmen gençleri, Flash mob benzeri bir eylem tasarlıyorlar. Plaka gerektirmeyen mobiletlerle vardıkları kentin meydanlık, turistik ve Nişantası gibi (benzetmek gibi olmasın) üst tabaka kesimin toplaştığı noktasında, açık hava kafeteryalarının masalarına (cambaz Ramazan senin işyerin geliyor hemen aklıma) saldırıyorlar. Burjuvazinin kendini en güvenli hissettiği noktada, hiç ummadığı bir anda, ‘kansız’ ama şiddetli bir terör simülasyonu söz konusu. Silahların masalara indirilen kararlı tekmelerden ibaret olduğu bir tür yıldırım propaganda bu; bir tim masaları ters yüz ederken, bir diğer tim pankart açıyor, sonra geldikleri gibi önceden kararlaştırdıkları şekilde, 'emniyetin' müdahale süresinden önce üslerine ‘geri çekiliyorlar’.    

Dönelim, bizim kimsesiz, yetim kalan zavallı pet şişesine.

Dünyanın geri dönüşüm endüstrisi yoluyla geri dönüştürülmesi mümkün mü? Bu kez biraz değişiklik yapalım ve kendimizi aldatmayalım. Artık dönüşü olmayan noktadayız diyor buna ciddi tavırlarla kimi bilim insanları. Peki, gerçekten de Dünyanın vardığı noktadan geri dönüşü söz konusu olabilir mi? Hayır.

Tıpkı insanoğlu gibi yerkürenin de bir solukluk ömrü vardır. Biz ancak zaten kaçınılmaz olan yok oluşu hızlandırabilir ya da biraz geciktirebiliriz. Aynı insan yaşamında olduğu gibi.     

Bir pet şişe doğada kaç yılda yok olur, biliyor musunuz? Kapaklı mı kapaksız mı? Tamam kapağı tekerlekli sandalyeye dönüşüyor diyelim. 400 yıl mı? Cam şişe peki? Ne? Dört bin yıl mı? Ne oldu, benzin mi soldu? Hani cam daha çevreciydi? Şimdi ne yapacağız, nereye gizleyeceğiz bu kadar çevreci camı? Nasıl yani nasıl kutu kola on yıl mı? Hem toprağa alüminyum olarak gübre de mi oluyor? Ha demir değil miydi o? Alüminyumdan gübre olmaz mı? Aldattılar mı bizi yine?  

Göbeğimdeki biriken püçürüğe kadar her şeyde, her yerde olduğu gibi çevrenin de metalaştırılması süreci yaşanıyor.

Cam şişeyi oturak yapmış insanlık ha kurtuldu, ha kurtulacak.

Tanrı pet şişeyi korusun!