Skip to main content

Kediyi bekleyen fare

souris et le chat ile ilgili görsel sonucu Yıl 1977, yani Brüksel'de gitmediğim Chirico sergisinden, tramvay yolunda atkestanesi savaşları yoluyla bireysel aydınlanmamın ilk çabalarını göstermemin üzerinden tam bir yıl sonra. Tüpün geldiğine ilişkin aldığımız istihbaratla Boğazkesen’deki Aygaz bayiinin önündeyim. Aslında görebildiğim akranlarımdan hareketle bütün mahalle orada sayılır. ‘Fuel Oil’ tankeri yine gelmemiş. Evdeki havagazı borusundan bir türlü tutuşmayan düşük basınçlı bir ‘hava’ sızıyor. Teli sıklıkla kopan elektrik ocağında altı kişiye yemek yetişmiyor. Küçük tüp gaz illa ki dolacak. İndiğim Arnavut kaldırımı dik yokuştan, kontağı kapalı eski Amerikan arabası Karaköy dolmuşları, hibrit araçlar gibi sessizce süzülüyor.

Her şey böyle başladı.

 

Firuzağa İlkokulunun altında, sıvası dökülmüş hafif rutubetli duvara yazılı duvardaki kırmızı yağlıboya iz, bir an önce dağıtılması gereken küçük dergiler, havadan yere serbest düşen çift tarafı yazılı küçük kağıtlar, pastel boyalar, dil değince duvara yapışan kağıtlar, köşe başları, gazete kağıdına, poşete sarılı ağırlıklar, nöbetler, kaçışlar…

Bekçi bakışlı kahverengi bıyıklı tosuncuk kedilerin aşındırdığı cam kırıklı duvar üzerileri. 

Ya hep, ya hiç üzerinde dizginlenmeye çalışılan keskin ergen kararsızlığı.   

Hep nihai vuruşun geleceği anı bekledim. Dışarıda ve savunmasız. Kendisi de çok gerçek sayılamayacak yaşamımı, aslında sonuna kadar gerçekleştirme tercihini göstermediğim ikincisine göre biçimlendirdim, gerekçelendirdim.

Hep olamadan içten hiç’e upuzun, kıpkısa bir yolculuk. Başladığında bitmeyecek gibi gelen, gittikçe hız yitiren sebepsiz bir koşu. Farenin kendini feda ederek kediyle oynaması hali.

-

Kuşluk vakti ya da akşam gün batımında arazideki fare deliklerinin başında dikilen kediler kendilerinden oldukça emin duruyorlar. Er ya da geç, kemiksiz lezzetli küçük gri bir tarla faresini ele geçirecek, patileriyle havaya atıp tutarak bir süre deliler gibi oynadıktan sonra yutarak ‘etkisiz hale getireceklerdi’. Bir yuvanın bir bölümü hendekle kapatılmış en az on’a yakın çıkışı var, ama yine de kedilerden kaçış imkansız gibi. Sabırla farenin kafasını çıkaracağı deliğin gerisinde dikiliveriyorlar. Fare daha kafasını uzatır uzatmaz çevreye bakınmayı denerken çöküveriyorlar üstüne.

Acele etmeden karanlığı bekleyen ‘garantici’ fareler çoğunluktayken, gündüz gözüyle sırt üstü çimenlere uzanıp, masmavi gökyüzünün bağlantısızlığında şekle öykünen bulutları izleyenler de var. Şu yalnız salınan içi su dolu pamuk şekeri ne kadar da koyuna benziyor. Şu dışkı kıvrımlı koyu gri kütle, gelmişini geçmişini sevdiğim beynini yitirmiş, bal gibi hakkımı çalan akrabam. Aa, bu beyaz küçük kütle, bir kedi patisine ne kadar benziyor?

Kaderinin üstüne giden çoğul olduğu kadar benzer ama yapayalnız ve tekil bir tarla cesareti. 

-

Ömrünü yitirmiş koskoca bir orman devriliyor yere.

Her şey yerli yerinde gibi duruyor gibi görünse de, aslında tam anlamıyla yavaşça kayıyor mekan. Koskoca ağaçlar, taşlar, gölgeler, güneşin doğduğu nokta, paftalar, noktalar, uygulamalar, hafifçe yer değiştiren bir nirengi noktasının şaşırtmaca oyununa ayak uyduruyorlar. Kibrit kutusu gibi tasarlayıp en güçlü anlarımızı vakfettiğimi ev bile olduğu yerde rahat değil. Çevresini sarmalayan trotuardan, boğazını sıkan bir tasma gibi kurtulmaya çalışıyor. Yaşlanan ağaç, eriyen patika, toprak altında yürüyerek çoğalan kanyaşı, fütursuz hamile tilki, dikildiği yerinden oynamaya girişen ağaç. Artık verandanın üstünü örtmeyen yeşil tahta. Yararsız bir kıyamet gibi, gittikçe çoğalarak yıllardır ertelediğimiz, o hepsinin bir çırpıda alınacağı intikam günü.

Yere düşen çam kozalağına sığınan bir karınca, aniden sobaya düştüğünde ‘kaderi’ mi suçlar? Koloninin bize ulaşmayan ses kalabalığında baktırdığı kahve falında iki yol görünmüş müydü önünde? Avluya kondurulan heykel, elinde paket olan adam, önüne akıp treni geçen kara duman, çiçek, gökyüzü, mutluluk, fincanın kıyısına yükselen şu telveli göz, koskoca, gürül gürül yanmakta olan bu iç cehennem?

-

Halsizlik, henüz patlamamış kanser, azalan hız, yorulan bacak, içi boşalan ciğer, kırılan parmak, çürüyen diş, kayan bel, gittikçe eksilen varoluşumuzla içerisinden öznemizin ağır ağır çekildiğini gözlemlediğimiz ortam. Son dakikalarda ağlamasını bilmeyene gözyaşı üretmeyi öğretme çabası. Bir budala Lacrymosa ısrarı.

Selçuk’tan sonra girdiği üçüncü tünelden çıkan son trenin merhabası. Artık limana uğramayan gemilerin on kilometre uzaktan süzülen eyvallahı. Duyulmaz olan seslerin üzerine kaydolan sessizlikler.                   

Az önce cama vursa da almayacağım içeriye onu. Gönüllü yoksunluk en eğlenceli sıkıntıya dönüşüyor. Sırf şu acıklı cümleyi daha gerçek kılabilmek için. 

Sonya yine gelmedi bu akşam.