Skip to main content

Küçük ölüm uyku

martı ile ilgili görsel sonucu Radyo kapanmış; sigara dumanı birazdan açılacak pencere ve kapıdan çıkmak için son hazırlıklarını yapmakta. Sabahın beşinde atıştırdığın ekmeğin kırıntıları, parkeye damga vurmuş sandalyenin dört ayağının çevresine yayılmış.

En küçük ilanına kadar hatim edilmiş gazetenin kenarındaki boşluğa, tükenmez kalemle çizittirilmiş eski bir gemi, taşan direk çizgileriyle alttaki üçüncü hamur kağıt yığının en üstüne doğru sıvışmaya çalışıyor.

Gazete kenarına çizilmiş bir gemi resmi istemiştin; bu seferki biraz büyük oldu. Çoktan hurdaya çıkarılan ve ”eritilen” ‘Antalya’, sözüm ona yolcu gemisi bu. Biraz daha büyük gibi görünüyor, ama aslında, zaman zaman Zonguldak-İstanbul arasında çalıştırılıyor, bazen de Tophane rıhtımından Mudanya’ya gidip geliyordu.

Büyücek denizlere kıyısı olan yerlerden kalkan gemiler, sanki bilinmedik yerlere gidiyor gibi ufka doğru açılır, uzun süre, bazen sadece dumanları görününceye kadar gözden kaybolmazdı. İnsanlar, ayrılığın keyfini daha uzun süre çıkarmak fırsatını bulurlardı. İzmir’e gidenler ise Ahırkapı’yı döndü mü ara da bul. Nerede o eski uzak ufuklar ve nerede ağır ağır uzaklaşan o eski gemiler?

(...) Ha, unutmadan söyleyeyim, o Antalya gemisi var ya, Annem beni Bursa Erkek Lisesi’ne tam kırk yıl önce götürürken, o vapurla Bursa’ya gitmiştik.

İki dirseğin sürekli dayandığı masa, basıncın yerinden kalkmasıyla sanki büfeye, dengesi sağa doğru iki işaret parmağı ucu darbesi kadar bozuk guguklu saatin istikametine doğru biraz esnemiştir. Çam kozalağı ağırlıkların zorladığı kuş, açılmayan koyu kahverengi kapının ardından vuracağı saatin iki misli kadar haykırsa da artık işe yaramaz. Sol ağırlığın halkası sağ kozalağın kancasına, sağ ağırlığın halkası sola geçirilmiş. Düzeneğin basireti bağlanmış, artık tıklamıyor.   

Ne anlam yüklemek istersen iste zaten özü itibariyle hiçbir önem taşımayan varoluşunun ağırlığını iyice yitirdiğinin hissedildiği dönemler gelip çatmıştır artık. Yazılan yazı, söylenen söz, daha sık bakılan ufuk çizgisinin daha da anlam kaybedişi.

Öğleden sonrasının hep aynı tükenmiş boşluğunda, istenmeyen –zaten hiç beklenmeyen ve arzu edilmeyen ve öznesi olmaktan da kaçınılan- misafirliğin en can alıcı noktasında, bıkmak usanmak bilmeyen bol sayılı sıkıntıların yığıldığı ve “yarın hallederim”lerin tıkandığı noktada, beklenmedik bir anda, ya karşılık beklemeyen çok kısa bir açıklamayla, ya da çoğu zaman hiçbir şey söylemeye dahi gerek duyulmadan, sönük bir terlik şıpıtığıyla ricat edilen kurtuluş noktası. Döşeği, yayları limon ahşabı birbirine geçmiş basbayağı, bal gibi içbükey yatağın biçimine hemen öykünen, yatak odasının ortasındaki ‘derin çukura’ düşen beden.

Kafanın, kulağın altına sığınan kalem ve sigara yorgunu el. Sararmış ama mis gibi kokan yastık kılıfı.  

Perde kapatılmamış olsa da olur. Aralık ya da çoğu zaman kapalı kapının ardında, sırtını geçici olarak şimdiki zamana dönmüş yorgun bedenin, bu iradi periyodik geçici uzaklaşma için ışıksızlığa ihtiyacı yoktur. Karanlık, kaçışa kapatılan gözkapağının hemen içinde gizlidir. Ete ve kemiğe bürümüş yaşayanların ve dokunamadığımız ölülerin ruhları uykuda buluşur, birbirine sarılır ve hasret giderir.

Haberler. Bugünün yığılan ve yinelenen sıkıntılarının alt edilmezliği arttıkça, belki de uykuya daha çabuk dalabilmek için, iğne deliğinden sıyrılan ayrıntıların önemi artar.   

Merdiven kedilerinden biri, işi gücü çocuk öldürmek olan doktorun hışmına uğradı ve sokağa atıldı. Ama kapıcının karısının tembelliği yüzünden, pek de ‘atıldı’ sayılamaz, karşıdaki yeşilliklerin içinde gününü gün ediyor ve bir türlü eskiden yaşadığı evin kapısının tam karşısında olduğunu hesaplayamıyor!

Evde kalanı da ötekinin atıldığının farkında değil, bu yüzden Annenin attığı istavritlerin ikisini birden çaprazlama ağzına yerleştiriyor ya da bizi kandırıyor olmalı, ikincisi ötekisine götüreceğim diye. Ama, neylersin ki istavritler Ağustos’un son haftasında Kireçburnu’nda tutulanlar kadar küçük ve taze değil. İki ay içinde ne kadar da büyümüşler!

33’lük plağın kıvrımlarında titreşen “dilencinin” inatçı ve hece uzatan lanetli sesi, tam da uykuya daldığı sırada hemen odanın içinde tangır tungur çalan telefon, gereksiz şekilde uzun “zırrrrlayan” kapıdakini görmek için illa ki o odanın penceresini açıp aşağıya bakmalar, iradeli bir şekilde el yapımı üretilen sessizliğe sığınan uykuyu bozmaya yetmez. Bazen de aksine küçücük bir kapı gıcırtısı, yerinden oynayan bir eşya, tavşan uykusundan birden havaya fırlayarak uyanmasına neden olur.

Büyüme ve adam olma ve koskocaman yoksul özneli cümlelerle başka dünyalara ulaşma umuduyla kendini yuvadan dışarıya atlayanların boşalttığı ev gerçek sessizliğine ulaşsa da bu kez ıssızlığın yankısı rahatsızlık yaratır.   

İstavritler büyüyedursun, bizim ev de gitgide büyüyor. Çocuklar birer ikişer büyüyüp gittikçe, eskiden her bir yanından ayrı bir sevgili sesi gelen evler de kalanlara büyük gözüküyor. Boşluk, onların bıraktığı şeyler yerli yerinde durmasına rağmen, her gün biraz daha sessizliğe bürünüyor.

Açık bir tercih değil mi bu topyekun sırt dönüş, kısa vadeli kaçış? Üstümüze gelen gündeliğe çekilmiş koskocaman, kadifeden ağır kara perde. Şimdiki zamanın ayaklar altına alınıp, gel-gitlerle, geri dönüşlerle, hayallerle birbirine giren iradi zamansızlık arayışında bir tür umutsuz yolculuk.

Sürdürülebilir insan yaşamının yapıtaşı uykuya dalarken, geleceğe dair tasarıların, bir türlü alınmayan ve bir kriz anının son demlerine ertelenen intikamların, adalet fiillerinin, hayallerin koşar adım geçişi, bilinçten kopuşun sonuna yaklaşırken, hızlanan istemsiz gözkapağı hareketleri, yakın geçmişte yaşanmışlıkların belleğe kazındığı (bilincin yedeklemesi), sonradan anımsanamayacak kadar hızlı resmigeçidiyle yeniden uyanmanın kuşluk vaktinde soluklanan nabız.       

Küçük ve zamansız uykularımın sayısının gittikçe çoğaldığı bu son günlerde, bu düzenli kaçışları şimdi biraz daha iyi anlıyorum.