Skip to main content

Yirmi saniyenin kıskacında

Sıfır rakımdan hatta kimi zaman derinliklerden çıkarttığım iri kaya, bu kez akarak düştü aşağıya, hem de henüz zirveye çıkamadan önce, tam da yarı yolda. Demek böylesi de oluyormuş. Yani aynı sıkıntılarla bir daha zevkle çıkarılmak üzere geriye yuvarlanması için illa ki tepeye kadar çıkması gerekmiyormuş. Bunu da öğrenmiş olduk.
Emin ve güven dolu adımlarla ilerlerken, dört yüz elli sekiz bölümlü bir yapının içerisine yuvarlandım. Langırt. Lübnan’da dev Aleksis’in güçlü kollarıyla masayı kaldırıp mızık geçtiği gibi.

 
 

On metrede bir, farklılaşan her perspektifte daha da artan, mutlaka değişen bir sayı bu. Toplamında belki milyonları bulacak, ama sürüklendiğim her bir sonraki durakta binin altında kalıyor kısım sayısı. Bölüm, kısım dediğime bakmayın siz, zifiri karanlık küçücük kara tanecikli kumlu kara akışın içerisinde ustaca gizlenmiş yuvarlanmış dörtgen kırmızı, kahverengi granit kayalar bunlar. Üzerinden akmam için özenle dizilmişler. Demir tozuyla yüklü akışkan, bazı yerlerde önüne çıkan taşa çarpıp bir buçuk metre kadar yükseliyor.Korkutsa da deli cesaretini kırmıyor.     

Bölünen, çatlayan, eriyen ve kumla çakıla dönüşen kipkirli, lekeli bir buzulun eteklerinde coşkun grinin gürültüsüne kapılıp aşağıya akıyorum.  

Su duruyor bir an için. Yazmayı, not almayı, düşünmeyi bırakıyorum. Zaten bırakmasam da bir işe yaramayacak. Nasıl olsa, her ne kadar istemesem de mecburen anımsayacağım olanları. Ya da çok ulu, çok rezil bir teslimiyet gibi bilinçüstüne çıkarıp dile getirmekten kaçınacak, ama için için çakışan anlıklarda mutlaka yaşayacağım. Süreci kısaltmaya yaklaştığım daha öncekiler gibi.

Çatırdayan omuriliğim üzerinden muhtelif boylardaki taşların üzerinde kirli bir çamaşır gibi dövüldükten sonra, tabut pozisyonunda mermi gibi ilerlerken ilk darbeyi sağ kulak arkasından alıyorum: Hale. Kafamda değil sadece vücudumun her yerinde. Kutsallaşıyor bedenim.     

Bu son ay içerisinde çekinerek içerisine girdiğim katedraller, manastırlar, şapeller, kiliseler, ikonlar, her birinin öyküsü birbirinden berbat ve gerçek dışı olan sahneler. Benliğimden çoktan elini eteğini çekmiş Tanrı.

Su buz gibi, ama aynı yere ve şakağıma aldığım üst üste iki darbenin beynimde yarattığı ısınma daha da soğuk. Ateşli uğultu. Gri demir tozlarının akarken çıkardıkları gıcırdamaya upuzun, anlamsız bir fısıltı ekleniyor. İç konuşma filan değil basbayağı beynin çatırdaması. Toprak kayması nedeniyle kapanan yolun açılmasıyla birlikte, göt göte Vladikafkas’a yönelen kamyonların gürültüsü de olabilir. Yok, öyle değil. Şekil değiştiren kıvrımların içerisindeki iletimin sıkıntısı bu. Sıkışan, sürtünen acı bu.  

Su, darbelerle ısınan beden için iyi güzel de, sanki nefes almam gerekiyor. Yuttuklarım yetmiyor.          

Eğri büğrü bir dağ patikasında kalıyor aklım. Ağaçlar arasında kurulmuş uzun ve boş bir adak sofrasının gerisinde yamaçtan yükselen bir suydu dün içtiğim. Çok uzaklardaki bir Avrupa dağının yamacından sökülüp getirilmiş eski arazi araçlarının patırtısının yokuş yukarı çıktığı yılan yolu dimdik kesmiştim. Hava serindi. Hacılar ısrarla yükselmek istiyordu.

İki yüz metre yukarıdaki manastırı çıplak bedenlerden ve ansızın patlayan kimyalardan korumak için, aşağıdaki köyden gelen kara sakallı adam, tapınağa girerken bana bir tuhaf bakıyor. Patikanın başındaki levha. Dağın kalbi olur mu? Yok tek başına gezenleri sevmezmiş. Varoluşumuz gibi bunların hepsi hikaye geliyor bana. Küçümsüyorum.    

Su bir an için yine akıyor.

Islanmış bir kağıt kayık, çağalın görünmeyen derinliğinde dibe batıyor. Küçük siyah çanta, parçalanan büyük kırmızı çantadan ayrılıyor. Küçük birleşik kaplar birbirine varlık aktarıyor. Gürültü patırtıdan, ampul çıkan alnımdan kendi varlığımı duyumsayamıyorum. Çürük suyun içinde tepetaklak gölgem kayboluyor.     

Su belki hala akıyor, ama bu kez kesin kulak yerinde ama ses kesiliyor.  

Daha bir süre önce, işaretsiz, yönsüz ikiye ayrılan patikada kendinden çok emin adımlarla yönümü seçmiştim. Bir süre sonra yeniden birleştiklerini görüyordum daha henüz hangisinden gideceğime karar vermeden. Sırttan giden, bir süre sonra, fazla yükselmeyi tercih etmeyen rododendronlara sürtünen çimen.

Takip eden dağ.

Damar damar umut körfezine boşalan eğim. Dibine yaklaştığımda tüm azametini yitiren arkası olmayan uçurum. Kuruması için taşa uzanan rüzgar. Sırtüstü sürüklenen anlık. Her bir sol adımımda karnımdan çıkışa doğru yönelen basınç. Gönülsüz kapıldığım bu hızlı intikalde sırtımdan bir türlü sıyrılamayan ağırlık yüzünden dönemiyorum.

Tam da son haftalarda beynime kazındığı gibi: Hac işareti. Hem de kendi el ve ayaklarımla. El ve ayak bileklerim hızla taşlara çarpıyor. Kemik sesi, su sesine karışıyor. Kafama bir granit darbesi daha.

Namluya sırt üstü düşen mermi, felaketin tam da ortasındaki bir sığ adacıkta nihayet durabiliyor.  

Hasar tespiti olmasa belki de her şey daha iyi olacak. Boğulmanın, boynu taşta kırılmanın, omuriliğini kırmanın tadı, fişek gibi geçen yirmi saniyenin zevki daha yoğun yaşanacak. Yok olanlar, var olanlar, uçanlar, kaçanlar, girenler, çıkanlar, şişenler, ısınanlar, uğuldayanlar gittikçe daha yüksek bir dalga aralığında titreşiyor. Hakim olabildiğim, vücudumdan geriye kalan her bir şey bir gidiyor, bir geliyor. Ve ben bir ara kararda bir türlü yakalayamıyorum. İyi güzel bedenim kendini ısıtmaya çalışıyor da ben ayakta dahi duramıyorum.     

Parçalanarak da olsa geçmeyi başardığım öte tarafa iki adımlık uzaklıktayım ama tek adım dahi atamıyorum. Her zaman olduğu gibi iki ayağımın altındaki kırmızı ve kan karası granitlerin varlığına şükrediyorum. Kulaklarıma ve burnuma dolan gürültüyle ve suyla birlikte ince gri toz da geri boşalıyor. İzinsiz girdikleri yerden yine aynı şekilde çıkmaya başlıyorlar.  

Bitiş anındayım ama başlangıç noktasını bulunduğum yerden bir türlü seçemiyorum. O kadar uzakta olabilir miyim? Bu kadar kısa sürede bu kadar ilerlemiş?

Daha yarım saat önce üzerine basınca çöken buz kütlesi, onun az üzerinde, elimle destek aldığımda parçalanıveren eriyen karın suyuyla çürüyen kaya, buzula doğru süzülen kartal, denemeden önce tek tek incelediğim geçiş noktaları, hepsi yok olmuş, ya da belki de yer değiştirmiş.

En tiksindiğim sözcük olan normalleşme süreci daha işin başından beri geçerli sanki. Yani darbeleri yerken bile aslında beden durum ya da oluş sonrasının hazırlığını yapıyor. Artık kimsenin bulunmadığı bir ortalıkta ölümün deneyim hali olması. Geberirken dahi üzerime bulaşan insan saplantısı hakikat arzusu, ne olup bittiğini açıklamaya koyuluyor. Şöyle, böyle, öyle… Sonradan bulma sözcüklerle kurulan hiçbir cümle sahadaki mevcut gerçeklikle örtüşmüyor. Koskoca kayalar, sular, tepeler, dağlar, basit, iki üç heceli ucuz sözcüklerle yer değiştiriyor.   

Dışımda kalan gökyüzü, dalga geçen dağ, yemyeşil otlar tanıklıklarını geri çekiyor.

Tıpkı yaşam gibi abuk sabuk bir öykünün öznesini, çok da fazla yıpratmadan, gizemli bir anlatımla kendi kendime kurtarmak yine bana kalıyor.