Skip to main content

anı

 En iyi anımsadığınız yaşınız kaç sizin? Ne o çok mu ani oldu, biraz düşünmeniz mi lazım? Biraz gevşeyin; çok basit gibi görünüyor bu anımsama işi. Hiç anmak istemeyip bilinçli olarak unuttuklarımızdan dışında, hani bazı dönemler vardır ki, öyle en küçük ayrıntısına kadar, o anki yaşımızın duygusuyla şimdiki zamanda yeniden yaşanır. Yaşadığımızı sandığımız şeyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir sahneye koymaya, bir yeniden oluşturmaya, ‘yaşanmış gerçeklik’ etiketiyle çok da inanırız. Yere düşen asimetrik, birbirini hiç tamamlayacakmış gibi durmayan kırıntıları birleştirmeye çalışmak gibi, elektrik yumağı bellekte oraya buraya dağılmış parçaları bir araya toplamak, sonra da kafamıza göre bunları bir şekilde düzenlemek.

 

Anı dediğimiz şey, özellikle çocuk yaşlarımızla ilgili olanları, çoğu zaman ötekilerin bugüne kadar defalarca kez bize anlattıklarının, yüz bin kere bakılan ve aklımıza kazılan bir görüntüden ibarettir. Anımsadığımız şey o anın kendisi değil, sadece onların gözüyle zaten bin bir şekle girmiş gerçekliği çiğneyip yutan, yinelenen sözler, hep aynı sahneye saplanmış kalmış söze dönüşmüş simgelerdir.

Ne yedi, ne on beş, benim en iyi anımsadığım yaşım yetmiş dört. Ne yıllardı onlar, hala at gibi koşuyor, yılmak, durmak bilmiyordum. Balyozla iri iri taşları bir vuruşta kırıyordum. Şimdi bu genç yaşımda bir keseri bile tek elle kaldırırken zorlanıyorum.

Kazadan önce miydi, sonra mıydı ya da hangi kazanın söz konusu olduğunu çok da iyi anımsamıyorum. Kabuklarından sıyrılmış yara izleri, gecenin rastlantısal bir saatinde şeytansı bir şekilde kaşınıyor.  

Her anını, dakikası dakikasına yaşıyorum hala. Birlikte oturup fotoğraf albümlerimize bakmıştık seninle. Bugünkü gibi her açıdan, her saniye olur olmaz basılan türden değil. Hani şu sayısal olmayan dönemden kalma, otuz altılık pahallı filmi, bastırmasını filan düşünerek, kılı kırk yararak, özenerek çektiğimiz fotoğraflar.

Ağaçların meyve yüklü olduğu her halinden belli, dallar yere eğilmiş. Ağzının iki yani az önce yediği yiyecek artıklarıyla kirlenmiş sarı çocuğun hiç yaşlanmamış bakışları, şimdi olduğundan daha olgun, daha güngörmüş sanki. O her biri, ayrı bir yaşamöyküsünü yüklenmiş gibi hep kahkaha atarak bakan, tavuk evin camsız penceresinden aşağı atılan yavru köpekler. Zincire vurulmuş etkinlik alanlarının ot bitmeyen dümdüz edilmiş toprağı. Yaşamdan geriye göç. Zaten bize ait olmayan bakır darbukayla birlikte kaybolan, ‘yaşayıp, yaşayacağınız hayat bu ise ben yokum arkadaş’ deyip yokluğa geri çekilen kedi.     

Sırf benimle konuşmanı sağlamak için yanıtını merak etmediğim sorular soracağım sana. Çok çabuk sıkılacak, yine de beni kırmamak için ‘daha sonra bakarız’ diyeceksin. Burnumun dibinde fosur fosur sigara içiyorsun ama hiç rahatsız olmuyorum. Duman, koşarken olduğu gibi, sağımdan solumdan dolanıp kaçıveriyor. Zaten balkonun kapısı da açık. Kokuna sığınmış, sol tarafında ayakta dikiliyorum. Kıskaçla tutturduğun üçüncü hamur saman kağıtlarına çizittirdiğin tükenmez el yazını çözmeye çalışıyorum. Henüz doğmadığım için, daha anı dahi biriktirmeye zamanım olmadığı için, belki de radyodaki sesi bıraktığın yerden geri yakalayabilmek için benimle geçmişi konuşmaktan kaçınıyorsun.   

Sanki bütün bu olan bitenin, bu her taklada karmakarışıklaşan tepetaklak akışın basit bir sırrı varmış da bunu çözmenin kıyıcığına varmışız hissini senin de duyumsadığın oldu mu? Öyle çok zorlu bir erme, hidayet hali filan değil. Aksine s.boktan bir oluşun tülden ibaret bunkerlerini üfleyerek yıkma durumu gibi bir şey. 

Yaşamımın bu son on yıllık döneminin ortalarında, dış görünümüme gösterdiğim özen iyice azalmıştı. Kendisine mağazadan giysi almak konusunda çok da beceri sahibi olmayan, genelde annesinin, eşinin aldıkları ile idare eden koskocaman adamın ağzında üç kesme dişi, tam takım dört köpek ve küçüğü büyüğü, parçalanmışı olmak üzere topu topu beş azı dişim kalmıştı. Çok sevdiğim kuruyemişleri köpek dişlerimin arasındaki metrekaresi düşük karşılıkta öğütmek konusunda uzmanlaşmıştım.    

Kazık kadar adam olmuşum, kalsiyum eksikliğinden artık kemiklerim eriyor ve eklemlerimden çatırtılar geliyor, prostat diz boyu, işemeyle ilgili tüm kontrol elden gitmiş. İçeriden yükselen Annemin sesi direncimi hiç kırmazdı. Kafam bozuldu mu, bu yaşta dahi olsa illa ki yemek sopasıyla cezalandıracaktım kendimi. Birinci çağrıyı hiç de önemli olmayan önümdeki işle çok ilgileniyor gibi yapıp geçiştirirdim. Aklım kulağım hep içeride olan bitende: çatal bıçak porselen sesleri, ara sıra benim adıma da değen sesler. İkinci çağrı, aslında acıkan karnımı bir kez daha uyarır. Karar kesindir, geriye dönüş olmayacaktır. Üçüncü çağrı, kısa süre içerisinde daha da ümitsiz bir ses tonuna kayan dördüncüye akıverir. Sonraki çağrıları tek tek anlatmayacağım, ama toplanan sofra sesiyle kazanılan zafer, bir iki saat sonra gizlice girilen mutfakta atıştırdıklarımla tuz buz olur giderdi ellerimin arasından.   

Hepsi benimle dalga geçiyordu. Kendi aralarında fısıldamalarına gerek yoktu, ayrımcı sözcükleri çatır çutur suratıma vuruyorlardı. Sanki çok umurumdaymış gibi tarih dersinde en ince ayrıntısına kadar incelediğimiz Birinci Paylaşım Savaşında Osmanlı’nın (isim benzerliği o ya) yaptıklarını, teslim olmasını, yenilmesini yüzüme vururlardı. Niyetleri farklı olduğundan seve seve kışkırtmaya uyardım; sabır, yabancı dilde bir süre sonra karşılığını yitirir, tekme tokat kafa göz dalardım önümde durana. Uyluk kemiğine ayağımın burnuyla attığım tekmeler en gözde darbelerimdi. Ondan sonra da suçlu ben olurdum. Yarısını anlamazdan geldiğim upuzun azar cümlelerinden sonra, buz gibi havada tek ayak üstü bahçede bekletmeler. Bu yaşa gelmiş varlık, bu şekilde yuvada adam edilir mi?  

Yetmiş dört yaş, vücudunuzda beyazlamayan tüy kalmamış. Canım kadar seveceğim ilk kızım henüz doğmamıştı o dönemlerde. O gün okula gitmemiştim. Dost canlısı birisi olsaydım, belki de rastgele bir gazeteyi katlarken istemeyerek gördüğüm bir haberden hareketle onun cenazesine gidecek, ama cemaatten ayrı durarak saf tutmayacak, namaz kılmayacaktım. Ama öyle olmadı.

Pekmez kazanını koyacağımız büyük taşları yuvarlak düzende dizdik. Sonra henüz sobaya göre baltayla küçültülmemiş uzun odunları karşılıklı olarak üst üste koyup ateşimizi yaktık. Bağın son üzümleri, hiç yıkanmadan, tozu toprağı, çarçöpüyle birlikte sabahın serinliğinde toplanıp verandaya yaydığımız naylonun üzerine serilmişti. Çizmeyle onları çiğneyip, eğim verdiğimiz noktadan kovaya aktararak oradan kazana döktük.

Önce hangimiz ölecek diye bahse tutuştuğumuz o gün, yolun kıyısına terk edilmiş, taş duvarla çevrili yeni oluşturulan boş alanda mezar taşıma bakmaya gitmiştik. Çevremdeki son dallamalar hakkımda arkamdan olur olmaz şeyler söylemesin diye bugüne kadar bu oyunu sürdürmüştüm. Artık onu da önemsemediğim için ben kazanmıştım. Ama Allah kahretsin, ölümümü bir türlü anımsamıyorum. Belki de çok önemsemediğim, üzerinden yirmi beş bin kez geçmediğimiz için. Kimse, her fırsatta burnuma sokar gibi defalarca anlatmadığı için. Fotoğrafı olmadığı için. 

Ya da olan biten her şey yaşamdan da hızlı bir şekilde gelişti. Film şeridinin ışığın önünden çok hızlı akması, ya da ışığın önünden geri çekilmesi gibi bir şey.

Kitaplığıma eklenen kitaplar, okunan, okunmayanlar, yarıda kalanlar, on kere okunanlar, sayfaları hiç açılmayanlar, ya da sırf okunmuş görünsün diye birleşik sayfaları yırtılanlar. Nasıl birkaç ay önce kestiğim odunları şekilleri ve hatta yerleştirilmeleriyle birlikte tek tek anımsıyorsam, kitapların tüm halleri, kutulara girişleri, hapis kalmaları, sayfa aralarına sıkıştırılanlar, çok önemliymiş gibi altı çizilenler, yamulmaları, buruşmaları, sonra özgürleşmeleri ve benden sonra kilo hesabı gittikleri alıcının bunları ayırırken tavırları da hala aklımda.      

Satırı satırına, bu kutlu günü yineleyip durmanın önemini bugün daha iyi anlıyorum. Siz sakın böyle yapmayın. Keşke o anın değerini daha iyi bilseydim ve hiç unutmasaydım. Ölümüyle ilgili yazacak bir şeyi anımsayamamak ne kadar da kötü. Elimle, mezar taşımın üzerindeki çam yapraklarını temizlemiştim. Zaten doğduğumdan beri kendimi en çok vererek yaptığım şey değil miydi, akraba mezarlarını temizlemek.  

O güzel günlerimin hiç değerini bilemedim. Akıp gitti parmaklarımın arasından. İlk torunumu doya doya sevemedim. Şimdi kazık gibi oldu, neresini seveyim artık? Oysa tam da çocuksuzluğumuzdan yakındığımız bir döneme denk gelmişti. Nasılı nedeni bir kenara itilmiş, birden kucağımızda peydahlanmıştı sevecen sıcaklık. Tam da vazgeçeceğimiz bir anda yeniden bir ivme kattı varoluşumuza. Sokakta bulunan, terk edilmiş sahipsiz kısırlaştırılmamış yaşlı ve bezgin bir beyaz Rothweiller gibi.    

Keşke anımsamakla bitseydi tüm sıkıntı. Ama öyle olmayacak. Bu yazı da uçup gidecek. Benim adımı da unutacaksın, yüzümü, ismimi, ranza yatağın alt katında oynattığımız kuklaları. Sonra, hiç yaz görmemiş soğuk bir esinti esecek, içim içim ürpereceğiz. Geleceği anımsamak da yetmeyecek çözmeye koskocaman kördüğümü. Hayat bu ya, bok varmış gibi, sanki ortada salladıklarımızı yutacak balık kalmış gibi upuzun misina yumağını elimize alıp çözmeye girişeceğiz yine de.

Hadi baba yapabilirsin…