Skip to main content

Yağmur'u beklerken

attendre la pluie ile ilgili görsel sonucu Öğrenmenin yaşı yok derler ya, artık bu aşamada, biraz daha öğrendim diyebilirim ben. Bunları da görmek varmış kaderde.

Kime bilmiyorum ama, şükürler olsun ki, artık biraz daha biliyorum.

Kafasını taşa vurma hadisesi gibi bir şey değil bu. Tamam suya düştüm ve kafamı üç yerden, sonradan bir daha yüzünü göremeyeceğim üçten fazla taşa vurdum. Kara su içerisinde pembenin ötesini geçemeyen koyu kırmızı sıcak sızı uzaklaştıkça dağıldı gitti. Taşlar, buzulun parçaladığı küçücük başka siyah taşların karanlık bir girdaba dönüştürdüğü suyun içinde benim ağırlığımla kuma gömülerek ufaldı. Ağrımayan başımın içine gizlendiği kafamın hacmi ilk başta büyüdü, sonra toplanan suyun dağılmasıyla küçüldü. Kurtarma harekatını yürüten ve her on metre irtifa kaybettiğimizde cep telefonuyla fotoğraflarımı çeken iki kişilik ekibin üstün çabasıyla otuz derece eğim aşağıya ata binmeyi de öğrendim. Birbirilerine çok benzese de at değil bu resmen katır. Belimdeki yaradan barutla ısınan çeliğin dumanına benzer bir ısı bu kez belimde, üzerindeki eti kalkan kemiğin iliğinden yükseldi. Üzerindeki yükün ağırlık merkezini acemice kaydırmasına zaten sinirlenen katır da bu işe şaşırdı.     

 

Olan biten ne varsa, varoluşumuzun bizzat kendisi, ben diye başlayan her şeyin alayı, sınırları cetvelle değil ama dövüşerek çizilmiş çatlaklardan birleşen o ince anlamsız ceviz kabuğumsu kemiğin altında gerçekleşiyor. Gerekmedikçe kimlik değiştirmesem de bugüne kadar, o sırtüstü sürüklenişten sonra sanki biraz daha kendime geldim. Ama sadece biraz daha. Çünkü ben gelirken, kendim de her zamanki yol alışını sürdürüyordu. Sadece aramızdaki mesafeyi biraz daha kısalttım diyebilirim. Nefesim ensesinde ya da yakalamam an meselesi yani eli kulağında.

Metnin tam da burasında, kendimi bildiğim bileli diye başlayan bir cümle kurmak istesem de, bu bilme bilinci bende hiçbir zaman gerçekleşemedi. Ellisinden sonra birinci tekil şahısın, illa ki kucağa çıkmak, horladığını burnuma sokmak isteyen arsız bir kedi gibi cümle yerde daha fazla yer edinmesi normal bir süreç sayılırsa da, sadece benden başlayıp yine dönüp dolaşıp bende biten bu garip yolculuğun benim’senmesi anlamına gelmemeli.  

Gündeliğin, birbirini yineleyen girdabında ne mi öğrenilebilir? Asıl hazine –bu olağandışı süreğenliği daha da çarpıcı kılabilmek için böyle adlandırılabilirsek- en tek düze olanın bıktıran ısrarında gizlidir. Rüzgar olmadan tıkırdayan kepenk, öndekinin ayak izlerini incitmemek için parmakları üzerinden ilerleyen karınca, gece her kalktığımda biraz daha duvara dönen hatalı klozet, düzlemden düzleme sohbetleri bölünen gece yaratıklarının ışık yandığında verdikleri “flashing” pozları, mis gibi kimyasal kokan tertemiz giysilerin geleceğe yattıkları üst kattan aşağıya inişleri ama geri çıkamayışları, ömrü dolan ve bir daha dünyaya gelme şansını kaybederek kalem aşısına sarılan gömlekler, kapalı devre tesisatın soğuk sudan sıcak suya ters bağlanan musluğun mavi kanadını çevirdiğimde nereden geldiği belli olmayan, her seferinde yarım çay bardağı kadar akan ve sonra duran, bir dakika sonra yeniden akan su, günde iki fare yutan kedinin çoğul leş kokan ağzıyla yüzüme üflemesi, gümüşi yaprakların ardından saklambaç oynayan hasat kaçkını tek zeytin, rüzgarla birbirine sürtündüklerinde gıcırdayan ağaç gövdeleri.

Kalk altından kalkabilirsen.

Alçak’ı da yüksek’i de hep aynı şeyi yapıyor. Basınç bu, şişede durduğu gibi durmaz, yer değiştirirken birbirinin içinde, özerk, bambaşka hayali memleketler kuran, eşyükselti çizgilerinin ne yapacağı hiç belli olmaz. İlk ya da son olsun yağış mevsimi diye bize benimsettikleri bahara girdiğimizden beri, pırıl pırıl güneş altında geçen üç, dört haftalık aralıklardan sonra peydahlanan kapkara bulutlar, Davut Dağı ile Maden Tepe arasına gizlenip, koskocaman kalıplarından utanmadan çırılçıplak bir fashion defilesi gibi sırayla, bir öndeki adımın ayak topuğuna arkadaki adımın ayakucunu değdirerek, üzerimden dalga geçer gibi geçip duruyorlar.  

Tonlarca nem yüküne karşın, tek bir damla dahi bırakmadan.

Su yerine rüzgarda savrulan naylonların aktığı çay boyundaki kuyular boş. Ağaçların rengi dönmüş, kuşlar şaşkın, sivrisineklerin nesli tükenmiş, taş kesmiş kocayemişler leblebi boyunda.

Uyaroğlu uyar insanın uyum sağlama becerisi filan değil bu, bal gibi anın dayatmasına tam teslimiyet. Müebbet yaşam mahkumları olarak, her geçen gün daha da çıldıran Reisin sayıklamalarına alıştığımız gibi, yer yarılsa içine düşsek ve bilincimiz dimdik ayakta kalsa bile, utanmayıp buna da eyvallah diyeceğiz.

O da ne, yoksa Yağmur mu çişeliyor?