İstikamet
Kayıtlı tarihin en kurak yazı sonrasında, Çiftçi Kayıt Sisteminde olmasına karşın, bol çiçek açan, sonra hepsini dökerek hiç meyve vermeyen ama ülkenin toplam rekolte hesaplamasına dahil edilen yerli “Memecik” zeytin ağaçlarımızın şoku henüz üzerimizdeyken, bu kez üç aydır poyraz karayelle kemiklerimizin içine kadar işleyen kronikleşen bir ayazı aralıksız yaşamaya devam ediyoruz. Birilerinin belki de bir şekilde kendini ifade etme tarzı olan, “üst aklın vesayet savaşları” şeklindeki kolay açıklamaları halinde, her geçen gün kolay hedef sivil halka daha çok yönelen “terörü” henüz tam olarak kavrayamamışken, olaylar üstümüze üstümüze geliyor.
Kadınlarımızın rahim ağzı genişliğinden doların artmasına kadar her şeye kadir olan ve yurttaşlarından farklı olarak çok sık ‘hata yapma özgürlüğüne’ sahip olan ama cezasızlığın zirvesinde olan yüce irade, tribündeki yenilenmeyen sadece yer, yani koltuklarını değiştiren aynı eblek bakışlardan güç alan akıldışı iktidarını daha da pekiştirme yolundayken, aklımızdan çoktan vazgeçtik, umudumuzu ve ellenmemiş tek yerimiz olan kulağımızın arkasını yitirmeme çabasındayız.
Evlerinin önüne çektikleri araçlarla ve üzerinde kurgusunu anlamakta zorlandıkları dizileri izledikleri flat TV’leriyle çağ atladığı ve boğazın altında el parasıyla borçlanarak, birbirine katlanmış borulardan bir kıtadan bir diğerine servet karşılığı geçerek makus kaderini yendiği yanılgısına kapılan bir kısım insan, müesses nizamın bugünkü suretlerinin anlattığı hikayeler eşliğinde şükredip horuldamaya devam ederken, kafası biraz daha iyi basanların bir bölümü zaten alışkın oldukları yenilgiyi kabul edip çoktan beyaz bayrağı çekmiş görünüyor.
Gerektirdiği mücadele tarzından kaçınmak için elli yıldır ülkede “faşizm” tespiti yapmayanların, son dönemde bu lafı daha çok kullanmakla birlikte yavaş yavaş “imana” geldiklerini söylememiz de mümkün değil. Çoğunluğu örgütsüz, ama eşit güce sahip halk muhalefeti, en az düşman kadar cüretli ve örgütlü bir direniş cephesi halini alamadıkça etkili olamayacak gibi görünüyor.
Artık buz tutmayan Kuzey Kutbunda kürek, yelken yarışları düzenlenecekmiş, karbon izimiz kapkaraymış, kuyularda su kalmamış, endüstriyel ete pahalı olduğu için doktorların artık bize reçete etmediği antibiyotik zehri sızmış, yediğimiz içtiğimiz ne varsa hepsinin ruhu çıkmış, ne yazar?
Gezi Parkı’nda, Orman Mühendisi yönetiminde akla zarar “radikal budamalara” dayanan ağaçlar bu kez resmi ellerle zehirleniyor, o da olmadı çay bahçesi çevresindekilerin başına geldiği gibi kökün biraz üzerinden kesiliveriyor. Kimsenin haberi olmadan Maçka Parkının bir bölümü -hem de kapısı açılmayan yapay çimli sahaların kapısından boynu bükük döndüğümüzde biricik koşu alanımız olan- uydu fotoğrafı üzerinden kırmızıyla işaretlenerek akşamdan sabaha yok oluveriyor. Yirmi yıl taksitle satılan sitelerle, taş ocaklarıyla, ‘devasa’ projelerle, köprü bağlantı yollarıyla kıyısından köşesinden kemirilerek kent içi parka dönüştürülen koskocaman Belgrad Ormanlarının içinden yetmiyormuş gibi bu kez kimin, ne için, ne yapmak üzere olduğunu daha şimdiden kolayca kestirebildiğimiz tren hatları geçiriliyor. Dekovil azgınlığı, Rövanşist acizliğin yürütücüleri toprağa girmiş olan ya da ‘yüzü yere bakan’ “vesayet düzeninden” aldığı intikam, bu kez yeşil yapraklı ağaçlara ve Allah’ınızın emaneti doğaya yöneliyor.
Bir zamanlar korkunç bir fırtına sonrasında, “Çevre mevre tanımam” diyen, ama yolsuzlukların anasını cümle aleme tanıtan yavşak suratlı siyasetçiler karşısında, köye göçtük kurtulduk, yeni bir yaşam kuracağız filan deyip kendimizi aldatmayı denerken, “organik” üzüm ve böğürtlenle beslediğimiz umudumuzla birlikte her şeyin yıkıldığını, koca taşın tepeden aşağıya yuvarlandığını, her şeye yeniden başlandığını, bu aldanmanın çok da ‘sürdürülebilir’ olmadığını bizzat kendi pratiğimizle gördük.
Burnumuzun dibindeki ormana koskocaman ve yazın irin ve kusmuk kokan bir KUŞADASI metropolünün çöplüğünü getirmeye yeltenerek ‘modern tesis’ adı altında yutturmaya çalıştılar bir ara. Neymiş beyefendinin oğlu Amerika’daymış, onu ziyarete gittiğinde görmüş, çok temizmiş, üstünde çiçekler yetişiyormuş, muş muş da muş muş. Halkı küçümseyen, kendini bir şey sayan kibirli yüzlere rağmen, öyle sanıldığı gibi masa üstünde yapılan hokkabazlıklarla ya da lobi faaliyetiyle değil halkın bizzat kendi hareketiyle, eylemliliğiyle, sadece arkasına almakla kalmayıp bizzat mafyacılığın kendisine soyunan bir belediye yönetimine geri adım attırıldı. Maden Tepe çöplük olmaktan kurtuldu ama kafaların içini dönüştürmeye yönelik en küçük bir emek harcanmadığı için köy kurtulamadı. Dizginsiz, denetimsiz ve kuralsız yapılaşma, ilgisizlik köyü Kuşadası’nın denetimsiz eklentisi olmaktan kurtaramadı.
Akdoğan döneminde köyün tüm kanalizasyonunun Hayıtlı Boğazı’na, derenin kucağına yerleştirilen ve etkisiz kalan ve geceleri gır gır öten bir ‘konteyner arıtma’ya aktarılması, yaktığı yoğun prina ile her sabah köyü dumana boğan çamaşırhane, içerisinde neyin üretildiğini son günlerde daha da iyi anladığımız leş kokusu dışında kışları yoğun da duman yayan tavuk çiftliği, gelecekte meyve vermemeye başlayan ağaçların tüplerden çıkarılarak dikilmesi için iş makineleriyle sürdürülen maki katliamı, sağa sola köy içerisinden ve köy dışından bırakılan molozlar, çöpler, plastikler çevre adına çok da fazla yol alınamadığını açıkça ortaya koyuyor.
Yerelden küresele bir zıvanadan çıkış hali süregidiyor. Sultanlığa geçiş sürecinin tamamlanmasına beş kala, 11 Eylül’den beri dünyayı oyuncağa çeviren eli kanlı imparatorluğun başına geçen Trump ‘tek ümidimiz’ haline geliveriyor. Tarladaki işimizi yarıda keserek parlak camdan yıkılışını sevinerek izlediğimiz İkiz Kulelerin aslında müesses nizamın çevirdiği ucuz bir Hollywood yapımı olduğunu anlamamız için on yılların geçmesi gerekti. 11 Eylül’den 15 Temmuz’a hayatımız kimi zaman içerisinde figüranlık bile yapamadığımız sonu daha beşinci dakikasından kestirilen ucuz filmleri izlemekle geçti durdu. Severim böyle hayatı…
Ormanı ‘işleten’ kurum, ihaleyle kestirip kökleri dahil sattığı yetişmiş çam ormanının yerine ağaç dikecek mi, uydu teknolojisine göre kadastro yenilemesi için ihale yapılmış mı, zeytin ağaçları bu yıl meyve verecek mi, komşum ben yokken, elli kere söylememe rağmen araziye yine eşek mi soktu, orman şeridine biri beyaz biri siyah bağladığı iki at bağlarını koparıp zeytinliğe yine girecekler mi soruları birbirini izlerken bu kez karşımıza bir de patlatmalı taş ocağı ve kırma eleme tesisi hikayesi çıktı. Sakallının İbrahim bizim Hollandalıya söylemiş o da beni ağaç budarken üç metre yükseklikte bilgilendirdi. Adamın biri önce maden arama ruhsatı almış, sonra Atatürk’ün 1937’deki manevra sırasında tepesindeki mevzilerde makineli tüfek atışı yaptığı rivayet edilen Maden Tepe’de yola yakın masrafsız sömürmesi kolay koskocaman bir taş dağı bulmuş. Hem de 2007 yılında 200 hektarlık ağacın kül olduğu yangın felaketi sonrasında dönemin Orman Bakanının yanan yerlerin mutlaka yeniden ağaçlandırılacağı yönünde devlet adına verdiği söze rağmen, vatandaşa gelince bir odun parçası için aslan kesilen koskocaman Devletin kurumlarını ikna etmiş ve işletme ruhsatı almış. Başat görevi şehirler kurmak olan ama arada sırada sürdürülemez feci bir kalkınmanın önündeki engelleri kaldırmak için Çevremizle de ilgilenen bakanlık dinamit patlatarak, bine yakın insanın yaşadığı bir yerleşimin beş yüz metre yakınında koskocaman bir dağı devirecek olan, binlerce ağacın kesileceği tesis için “ÇED Gerekli Değil” kararı almış.
Yani Şehircilik Bakanlığı, şehre, köye, çevreye zararı hiç olmayacak, tartışmaya, zaman kaybetmeye bile gerek yok demiş. Gerçi biz daha önce ÇED süreci dedikleri maskaralığı de gördük ve yaşadık. Köyde olması gerekirken, projeye itiraz eden köylünün katılmaması için toplantı ‘güvenlik’ nedeniyle Kuşadası’na alınmıştı. Belediye Düğün Salonunda sivil polislerin telsiz vızırtıları eşliğinde toplantıyı yöneten daha sonra İstanbul Eminönü’ye atanarak ödüllendirilen Kaymakamın ‘dışarı atarım’ tehdidi altında da olsa bangır bangır görüşlerini kayda aldırmış olan, yerel yönetim, merkezi yönetim devletin tüm temsilcilerinin sermaye adına çıkan laflarını ağızlarına geri tıkarak, asıl söz sahibinin kendilerinden başkası olmadığını el aleme gösteren ‘Engelleme Komitesi’nin içerisinde yer almış köylüler olarak, ÇED olsa ne fark eder ki diye düşünebilirsek de, taş ocağı olarak seçilen yerin köyün burnunun dibinde, 500 metre berisinde olması gibi ana yola da çok yakın olması, sorunun ÇED’ten daha çok bu işin bir oldubittiye getirilerek, köylü uyanmadan ‘en masrafsız’ şekilde çözülmek istendiğini anlamamız çok da zor değil.
Adam, 25 dönümün üzerindeki yerler için bu tür katakullilere meydan vermek elli kere değiştirilen kanunun zorunlu kıldığı, masraflı ve her şeye rağmen zorlu ÇED sürecine girmemek için, 93,29 hektarlık işletme ruhsatına sahip olduğu sahanın 7,33 hektarlık kısmında üretim yapacağını bildirmiş devlete. O zaman niye 93 hektar için işletme ruhsatı aldın dememiş devlet. Belli ki uyanık el oğlu, zamanla yavaş yavaş kapasite artırımına gidip tesisi genişletecek.
Dikkat ederseniz Lozan’ın, Cumhuriyetin, Atatürk’ün ilkokul kitaplarından başlayarak tartışıldığı bugünkü ortamda, ‘hayatımıza girmeye’ hazırlanan girişimcinin dinamit patlatacağı Maden Tepe’de bugün hala ayakta olan taş mevzilerden Atatürk’ün 1937 yılında hasta hasta katıldığı büyük askeri manevra (Ege Manevraları) sırasında makineli tüfekle atış yapmış olmasından, Atatürkçülükten filan hiç bahsetmiyoruz artık. Hatta dağın tepesinde bir türbe var (Menfaat Baba) diyenler bile çıkmış, belki işe yarar.
Bol KHK’lı Olağanüstü Hal’de halkı, köylüyü örgütlemeye ise hiç yeltenmiyoruz, Aklımıza dahi getirmiyoruz. Çöplük örneğinde olduğu gibi, direnişi yönetecek olan olası bir Taş Ocağını Engelleme Hareketi’nin kurulmasından söz eden de yok. Mücadelenin ‘konjonktürel’ şekillenişi diyorlar buna.
Topyekun teslimiyet çağında, burnunun dibinde patlatılmaya çalışılan koskocaman bir bombanın varlığını öğrenince insan ne yapar? Alışmayacağız filan derken maalesef buna da alışmak da var galiba. Koskocaman bir ilgisizlik kol geziyor. Çöplük işinde olduğu gibi ‘duymamış gibi yapan’, suya sabuna dokunmayan, hiçbir şekilde katkı sunmayan utanmazlar da var. Bakla yetiştirmekten, tavukkarasına kadar her konuda söyleyecekleri bir şeyi, cüsseleri, ‘erkeği çağrıştıran’ bangır bangır ağaçların ardından duyulan gür sesleri vardır ama ortak gelecek için en küçük bir adımı atacak yürekleri yoktur bunların. Nasıl olsa birileri ‘heyecana gelip’ bir şeyler yapacak, zaman ayıracak, kendini boş yere paralayacak, risk alacak, masraf yapacak olduğundan, parmağını bile oynatmanın gereği yoktur. Oysa kendisi dahil bahçesinde yetiştirdiği ve her sabah yumurtasını yediği tavukların ilk dinamit patlamasında ödleri patlayıverecek, haberi yok dallamanın. Üstelik bu umarsız faydacı ‘ataletsizliklerini’ çevrelerine de yayarlar. Kendi çıkarı için dahi olsa adım atmaya yeltenenleri işaret parmaklarını yanlamasına dudaklarına götürüp, Denizli tarzı bir ‘wait and see’ edasında, etliye sütlüye bulaşma diyerek vazgeçtirirler.
Bir de kendini dev aynasında görüp halkı küçümseyip, koca dağları kendi kafalarında ben yarattım diyen kibirli küçük kafalar var. Halk yozdur, şöyledir böyledir, bozulmuştur, yapacak bir şey, bunlarla uğraşmaya, bilgi vermeye, sürecin içine doğrudan katmaya, emek ve zaman harcamaya hiç gerek yoktur. Halk için en iyi olan onlar adına düşünülmüştür zaten. İmza atacak, para verecek olan ‘kelleler’ söz konusudur. Ülkede bugün yaşadığımız siyasi felaketin sorumlusu da bu aynı bakış açısı değil mi?
Kasım’a kadar yağmayan yağmurun acısını son sağanaklarla kısmen çıkarmış olsak da, önümüzde koskocaman kurak bir yaz var. Maden Tepe’nin ardından çıkan kapkara bulutlar yağış bırakmadan tepemizden hınzırca şekilde şekle girerek geçip gidiyorlar.
Şimdiki zaman içimize işliyor. Geleceği düşünen hiç kimse kalmamış. Amor fati filan kalmadı artık, seveyim böyle kaderi...
Ölüm var sonunda, bundan kötü daha görecek ne kaldı, ne dersiniz, biraz erken, biraz geç, fark eder mi?