Varoluş girdabı
Hem gardırop, üzerine gündelik giysilerin fırlatılıp atıldığı sandalye, hem de kedinin yatağı işlevi gören, bir minderi yerde üçlü koltuğun önündeki beyaz torbanın içinde, geçen Ağustostan kalan cevizlerin sayısı iyice azaldı.
Gecenin köründe olur olmaz uyanmaları saymazsak, her yeni günün başlangıcının ve sonunun ana giriş sahnesi üç minderli koltuğun sobaya yakın sağ kolçağında yıpranmış “bahçe giysileri”, sol kolçağında ise kedi tüyü ve soba kiri bulaşmasın diye üzeri örtülü, iki haftada bir iş gören “çarşı giysileri”. Üzerinde zeytin toplarken iyice parçalanmış mavi kazağın bulunduğu sol minder, kışın soğuğunda bir aralar yatağa girmeye dahi hak kazanan, ağzı fare leşi kokan canavara ait. Orta oturakta olması gereken ama yere atılmış olan, kışın ayazında otururken ayağımın altına aldığım minderin boş kalan yerini çorap ve şapka dahil koşu malzemeleri kapmış. Üzerine duvar sıvasında abartılı bir şekilde fazla kullanılmış kireçlerin, kırağı düşmüş gibi kısmen dökülü durduğu sırtlıklarda, en alttaki uyku tulumu bölmesine ezilme tehlikesi olmayan market erzaklarının tıkıldığı, yaşamın bu dönemecinde artık mütevazı bir Pazar çantasına dönüşen, görmediği yer, yaşamadığı macera kalmayan kırmızı sırt çantası, zulaya gizlenirken bilgisayarın içine girdiği Çin malı çanta, görev bekleyen hazır kıtalar gibi her daim hazır duruyorlar. Her zaman sürprizlerin gizlenmeye aday olduğu koltuğun minder arkalarındaki sıfır noktalarında kışın cepten düşmüş, kurumuş zeytinler, yapraklar, bileme taşı parçaları, hurdaya çıkan ayakkabılardan atılmadan önce kurtarılmış bağcıklar.
Ocak olarak kullanılan, ızgarasız kovası seneye zor çıkacak olan sobaya yakınlığı nedeniyle mutfak tezgahı taklidi yapan masanın üzerindeki baharat kutularındaki (topu topu tuz, kırmızı biber, tarçın ve kimyon) renkler boşaldı bitti. İki şeffaf torba: birinde kurumuş bamya çiçeği ve papatya. Ağzı açık kırmızı mercimek ve arpa şehriye paketleri. Plastik küçük resim sehpasındaki takvimin önüne konmuş bir resim. Kaç yıl önceydi? Kaç kişi öldü o resimden sonra? Kaç ölüm öncesiydi? Çarpık bacaklarıyla şelale suyuna giren adam birbirine bakarak içten kahkahalar atan iki insan. Suya vurup resmin içinden odaya yansıyan güneş. Toz ve is bulaşmasın diye dikine değil enine dizilmiş okunmuş kitaplar. On, on beş tane de hemen yanında dikili duran okunacak olanlar. Diş olmadığı için işsiz kalan bir diş fırçası.
Aynı renkte ama farklı yıllara ait iki defterin içerisine dağınık bir biçimde, on yıldan fazla bir yaşanmışlık sıçramış. Kalan sayfalarda hazırlık programları, bir daha belki de aynı şekilde koşamayacağım güzergahlara ait süreler, rekolte rakamları, şuna buna ödenen paralar, ödev gibi okunmuş kitaplardan altı çizilerek alınan notlardan aktarılanlar, ders notları ancak çok sonra bakılınca her seferinde kazanacakları farklı anlamlar için hazır beklemekte. Parmakların arasından süzülüp kayan anlıklar. Kapağın içerisine resmi kurumlara yazılan yazılar, gelen yazılar, makbuzlar, faturalar, fotokopiler, sürekli olarak yer değiştiren araziye ait çizimler, artık var olmayan hesaplar.
Ayakucundaki iki tablalı eski yazıcı sehpasında yirmi yaşında bir televizyon, hemen önünde zili hiç kullanılmayan bir çalar saat, tuzluk, biberlik, içerisinden limonu hiç eksik olmayan yıllar sonra araziden bulunup kullanılmaya başlanan cam bardak, yerde, öykünün bu kısmının başlangıcında bir zamanlar araba aküsündan aldığımız on iki volt enerjiyle çalıştırdığımız, artık sadece radyo olarak kullanılan, ses hacmi düğmesi bozuk olduğu için bağırıp çağıran minicik radyo.
Önceki tasarıların hatalı sollamalardan sonra vardığı noktada, erguvanlar açtığı ve çoktan su yürüdüğü için güneşin ilk çıkışında zeytinler aşılanacak, bostan yapılacak, elde kalan üç yıllık kalmış tohumlarla kavun, karpuz, acur dikilecek, bağa kükürt atılacak, sirken toplanacak…
Her şeyi var eden de, yok eden de benim.
Beynimin bilinçaltına attığı kötü anıları ayrıntılı olarak hatırlamayı beklerken, artan yalnızlığımda her geçen gün bağlantısı azalan beynim değişik oyunlar oynamaya devam ediyor. Garip bir şekilde daha önceki düşlere ait sekanslar olmadık bir sırada, bir anda gözümün önünden geçiveriyor. Kafatasımın içindeki elektrik yumağı daha önce gösterdiği düşleri bu kez gözüm açıkken bana anımsatmayı seçiyor. Deja vu dedikleri değil bu; gördüklerimi düşe yormuyorum. Düş, uykumda gördüğüm haliyle, aynı şekliyle bir kez daha aklımın içinden geçiveriyor.
Evrensel yanılsamanın aynasında kendini biricik ve farklı duyumsamanın verdiği güçle bugüne kadar ite kaka, rampa aşağı vites boşta gelmiş bir yaşam. Oysa hepimiz, benzerlerimizi yanlışlayarak yer açtığımız kalabalıkta birbirimizin benzeriyiz. Birbirinden farklı olmakla övünen milyarlarca (ya da şimdiki zamanın da üzerinde yaşamış, yaşamakta olan dahil sayısız sayıda) aynı doğa, hal, çehre, beden ve dallama ruh.
Özünde bizzat hatanın kendisi olan bilgiyi kuşanarak ilerlettiğimiz yargılamalarla vardığımız ayrı ve bize özgü sandığımız düşünceler, orta boy kılcallarda sıradanlaşıp, çoğul bir anlamsızlığın girdabında seyreliyor: henüz gerçekleşmemiş düşsel intikamımız olan hıncımız, istemsiz bir sertleşme gibi kendimize yönelen vicdan azabı gücü.
Ölüm ne zaman başlar? Bedenin dirimini yitirmesi dışında, sizin beyninizden, sözünüzden, varoluşunuzdan çıktığım sırada mı, kendi varoluş bilincimi yitirdiğim anda mı? Bedenleri dipdiri yaşayan ama anılara erişimini beklediğimiz şekilde kurgulamayan beyinleri, bizimle alışageldiğimiz bağıntılı varoluş bilincini geri gelmeyecek şekilde yitirmiş olanları ne olarak kabul edeceğiz?
Varoluşun ortalama süresi içerisine bir mevsim daha sıkıştırabilmenin fırsatı bu: yabani lavantaların dönemeçlerde birden yüzüme çarpan kokusu, kiremit altından limoni servinin kuytularına sarkan kuş müzakereleri, öldürülmeden doğaya bırakılan akrebin soluk sarı gülümsemesi.
Pencerenin ve kapının aynı zamanda açık olmasına şaşıran sadık kedi, önümden her geçişinde bana soğuk bir bakış fırlatarak, sürekli olarak pencereden çıkıp kapıdan giriyor, kapıdan çıkıp pencereden giriyor. Tam da on beş yıl önce Yavuz Beyin evindeki kraliçe arının yaptığı gibi.