Tarlamı işliyorum
Boşuna dememiş Mustafa Kemal özellikle “ahlaklısını severim” diye. Bir tarafı kalın resim kağıdı, diğeri çizgili sayfalı sıradan bir okul defteri. Beyrut’ta son yılı eve birkaç yüz metre uzaklıktaki bir Kilise okulunda, iç çatışmalar sırasında ilan edilen sokağa çıkma yasakları nedeniyle sıkça kesintiyle geçen gevşek ilköğrenimin Batı’nın ilkeli disipliniyle çarpışması çetin geçmektedir. Hep arada kalmış bir kültürün daha da zorlanması. Her Çarşamba günü otobüsle götürüldüğümüz, otomat makinelerinden sınıf arkadaşlarımın sıcak içecekler, kruasanlar, çikolatalar alışını izlediğim olimpik yüzme havuzundaki aldığımız nefret ettiğim “yüzme dersi” ya da Birinci Dünya Savaşının ayrıntılı olarak işlendiği ve konu Osmanlı İmparatorluğu’nun mağlubiyetine (o zaman Çanakkale’de kazandığımız zaferden haberim yoktu) geldiğinde izleyen teneffüste, biraz da çağrışım yapan ismimden dolayı hep kavga ettiğim –kazananların- Tarih’i dersi gibi hiç değildi durum. Bazı yerlerde zorlandığım beden eğitimi filan değil, çok ilginç ama bu Ahlak dersini seviyordum.
Her hafta ayrı bir konu işleniyor, defterin çizgili kısmına notlar alınıyor ve konuyla ilgili olarak hemen karşısındaki resim kağıdı sayfaya keçeli kalemle bir resim çiziliyordu. Tek taraflı bir bilgi dayatmasından daha çok küçük beyinleri toplumsal kuralların ya da ilkelerin neden ve niçin’ini düşünmeye, yaratıcı olmaya iten saatlerdi bunlar. Yaşlılara, çevreye, hayvanlara saygı, kişisel bakım, hastalıklardan korunma v.s. gibi konular işleniyor, ders içerisinde bitirilemeyen resimler evde tamamlanıyordu. Öğretmen hiç üşenmez tek tek herkesin defterine bakar ve not verirdi. El yazısı nedeniyle çizgili sayfa üzerinde olmasa da, çizgiler değil ama kompozisyon itibariyle resim bölümünde hep bir “TB” (çok iyi) işareti alıyor, ortalama ders notumuzda hiç de ağırlığı olmamasına rağmen çok önemliymiş gibi sevinçten havalara uçuyordum.
Yaşlılık konusunu işlediğimiz bir hafta “Les Vieux” isimli bir şarkının iç kanırtan sözlerinin yazılı olduğu bir teksir metni çizgili kısma yapıştırmıştık. Hatta hep birlikte –bilenler- şarkıyı söylemişti. Yıl 1975. Hoca yeşil tahtaya 2030 yılında kaç yaşında olacaksınız diye yazmıştı. O sırada arkadaşlarımızla birbirimize bakmış ve o 2000’li olduğu için uzay çağı gibi görünen, hiç erişilmeyecekmiş gibi uzak duran geleceğe ilişkin buğulu hayaller kurmuştuk. Elde pipo, beyaz sakallı ve benim yüz çizgilerimi taşıyan bir yaşlı adam, hayalimdeki çiçekler, yeşillikler arasında dolaşıp duruyordu. Soyadının harfleri peşi sıra okunduğunda Fransızca “osurdum” anlamı çıkan upuzun sarı saçlı bize göre bir hayli gelişmiş olan İsabelle Apt, Amélie gibi cin bakışlı sınıfın en başarılı öğrencisi Magalie’ye bakıp “Allah bir yastıkta kocatsın” türünden, hiç olmayacak çok uzak kurgular yapıyordum. Şimdi altmış beş yaşıma az kala, bilinçaltımın oynadığı oyunla 2030’a olan şimdiki uzaklığımdan çok daha yakın hissettirerek yaşlılarla duygudaşlık kurulması amaçlanıyordu ki hiç de başarısız sayılmazdı. Tüm öğrenciler gözlerini tavana, pencereye, ışıklara kilitleyip birbirinden farklı derin düşüncelere dalıyordu.
Bir başka konu da “tarlamdaki yabani otları temizliyorum” idi. Dilini sevdiğimin Fransızları yabani otlara kötü ot anlamında “mauvaise herbe” derler. Tarladaki işe yaramaz yabani otların temizlenmesi mecazıyla, bireyin kişiliğindeki kötü yanlardan bir şekilde arınması anlatılmak isteniyordu. Bir anlamda bize siyasetten miras kalan eleştiri-özeleştiri yönteminin yani diyalektiğin işletilmesi söz konusuydu. Dünyayı değiştirmeye başlamadan, temizliğe önce kendi tarlandan başlayacaksın anlamında.
Çiftçi kayıt sistemine kayıtlı bir çiftçi olarak yaşamın vardığım bu son noktalarında, hemcinslerimle olan teması asgari düzeye indirmiş olmama karşın, hala tarlamdaki kötü otları temizlemekle geçiyor ömrüm. Ne yaparsan yap, bünyevi olandan kolay kurtulamıyor insan. Her ne kadar silah kullanmaya karşı olsam da yeri geldiğinde, kan kaynadığında, kara gözlükleri takıp buna başvurmaktan kaçınmadığımı sırdaşlarım iyi bilir. Olur olmaz en sapa yerlerde filizlenen böğürtlenlerin “kökünü kurutmaya yönelik” mücadeleyi bu kapsamda ele almalı.
Her bir boğumundan yeni bir yaşam fışkıran Allahın belası Kanyaş otu (Sorghum Halepense) ile fiziki (kimyasal değil) mücadele, Sisyphos Efsanesinin dikey değil yatay olanı, yani bir tür tarla sürümüdür. Topyekun kurtulmak hemen hemen imkansız gibidir. Küçük bir kök parçası olur olmaz bir şekilde toprağın altında kalır ve oradan yepyeni bir “bela” sürer. Bazen bu otu “tüketen” hayvanlar, bitkideki durrin adlı glikozidin sindirim kanalındaki bakteriler tarafından parçalanması sonucunda oluşan hidrojen siyanür nedeniyle zehirlenebilirler. Komşusunun tarlasını kıskanan sinsi köylülerin, tarla sahibinin “anasını ağlatmak için” bu otun tohumunu çaktırmadan toprağa bıraktığı söylenir. Toprak üstünde sazlığa öykünen bir yeşillik gelişirken, yeraltında küçük parmak kalınlığında, boğumlarla bölünmüş olan ve yer yer kırmızımsı bir rengi olan kökler gelişir. Toprağın altında dallanıp budaklanan kök yapısı nedeniyle bu yabani otu “söküp atmak” imkansız gibidir. Bir şekilde bir yerden kopar ve toprağın altında kalan bölümden yeni bir yaşam doğar. Bir de kanyaş otunun daha küçük ve daha az hacimli versiyonu sayabileceğimiz amcaoğlu ayrık otu vardır ki her yerde karşımıza çıkabilir. Ve çoğu zaman uğraşmamak için normal ot gibi algılanır ve görmezden gelinir.
Yabani otlar bostanda sorun yaratmakla ve sökülmeye çalışılmakla birlikte, yenilebilir olmaları nedeniyle çoğu zaman ayrı bir lezzet kaynağıdırlar da. Tabi Belçika’daki Ahlak dersini işlediğimiz dönemlerde Ege mutfağı, yeni moda permakültür gibi deneyimlerimiz yoktu, iyi ve kötü ot anlayışımız daha keskindi. Şimdi her şeyde olduğu gibi burada da, her şeyin akla kara olmadığı, “ara bölgelerin” varlığı daha da iyi anlaşılıyor. Her ne kadar “yabani” de olsalar, onları deliler gibi “yolmak” yerine, arapsaçı, bambul, hardal otu, eşek marulu, karahindiba, kuzukulağı, labada, sarmaşık, semizotu, sirken, kuşkonmaz, turp otu gibi otlarla daha anlaşabilmenin, hatta onları lezzete dönüştürmenin yolları olduğunu anlamış görünüyorum. Hem sağlığa da yararlı –mutlak ölüm yolunda ne ifade ediyorsa- olduğu söyleniyor.
En küçük yaşımdan beri hiç inanmadığım öyle şantajlı, korkutmalı, öteki dünyalı ahiretli, cennetli, cehennemli olan türünden değil –köle ahlakı ise hiç değil-; ama yine de bir şekilde labirentteki insani ahlak ipine asılmış gidiyorum. Evrensel örümcek karşısında ellili yaşlarımı tüketirken hala tarlamdaki otları temizlemeye devam ediyorum: Bizatihi bir yabani otun önde gideni olarak (hem de yenilip, yutulmayan ve hatta belki de en zehirli cinsinden) bir dizim yerde, elde çapa, hem de yok olmayacaklarından emin bir şekilde, sırf geçici bir süre görünümlerini ötelemek için…