Teslim olmak
Cop, plastik mermi, top tüfekten daha çok, haber ağları ve doğrudan ya da dolaylı iletişim sistemleriyle beyinlere; bilinçaltına ve her bir bireyi sarmalayan topyekun gözetim sistemleri ile bedenlere işleyerek yürüyen İKTİDAR, geleneksel yapısından sıyrılarak artık bir anlamda kana geçmekte ve genlere geçmektedir. Ortama göre ağızdan düşmeyen muhalif söylemimiz, giderek azalan bir şekilde, gündelik yaşam ve etkinliklerimiz, bizzat duruşumuz dahi TOPYEKUN BOYUN EĞMENİN bin bir türlü örneğini sergilemektedir.
Elin oğlu yağmayı biricik varlık nedeni haline getirmişken, DİRENMEYİ ve kötülükle MÜCADELEYİ nedense bir türlü ölüm kalım sorununa dönüştüremeyen bireyler, onursuz ve kayıtsız şartsız teslim olunmuş soysuz bir yaşamda gün çoğaltmayı marifet saymaktadır. Bir gün, birkaç saat daha onursuz bir şekilde yaşamış olmayı zafer sayan beyinler ölüm denilen nihai ve kaçınılmaz hezimete ulaşan yolda, yaptıklarından övünerek ALNI AK, BAŞI YUKARIDA yürümek yerine, eyleyemediklerinin balçığında kirlenmeyi ve utançla önüne bakarak sürünmeyi tercih etmektedir.
Bu işi bir varoluş sorunu haline getirenlere, ne pahasına olursa olsun teslim olmayanlara, gerçekten direnen ve mücadele edenlere yönelik oluşan YABANCILAŞMA böylece içeriden yani içinde bulunulan mevcut konumdan itibaren başlamaktadır. ‘Benim elimden bu kadar gelir’, ‘daha fazlasını yapamam’ ile başlayan tümceler ezberlenmekte ve zamanla EYLEMSİZLİĞİ, çok inanıldığı düşünülen, kanıksanan ve sorgulanması olanaksız olan bir teoriye dönüştürmektedir.
Bazıları buna gösterge toplumu da diyorlar. İktidar da, itaat da göstergeler üzerinden işlemektedir. Bir türlü öyle olmasak da öyleymiş gibi yapma ve kendini buna inandırarak şimdiki zamanın dayattığı zorunluluklarından kaçınma halidir bu. Her ne kadar kimi sözler de bazı durumlarda salt dizilişleri ve dile getirilişleri ile eylemin bizzat kendisi olsa da, fiilen ‘harekete geçme’ ve ‘eyleme’ ile bir tutulmamaları gerekmektedir.
Çok konuşuyor, nadiren de olsa yazıyor, “paylaşıyor”, “beğeniyor”, “gülüyor”, “kızıyor” ama EYLEMİYORUZ yani YAPMIYORUZ. İşin daha da kötüsü, yapıyormuş gibi ‘gösterdiklerimiz’ bizde bir şey yapıyor olma hissi uyandırıyor. Ve kendi dizginlerimizi elimize dolayıp dururken, daha dün söylediklerimizin dahi arkasında durmazken, “atı alan Üsküdar’ı geçiyor!”
Korku iklimi, tıpkı genlerimizdeki yaşamı sürdürme ısrarı gibi UYAROĞLU beyinlerimize işliyor ve elimizi kolumuzu bağlıyor. Zaten artık bize iyiden iyiye hiç gösterilmemeye başlananları, görmezden geliyor, bizi harekete geçirmek zorunda bırakacak HAKİKATTEN, hakikaten ve utanmadan KAÇIYORUZ.
Direnmek yerine günü kurtarmak, tüketim ve teslimiyet girdabında, aslında güç odakları karşısında diz çökmekten, yerlerde sürünmekten başka bir anlam taşımayan bugünkü mevcut statüsünü bir süre olsun daha sürdürebilmek pahasına kendini aldatma, inancını satma tercihidir bu. Oysa karşı taraf, iktidar, güç odakları, sermaye hiç de boş durmamakta, zaman kaybetmemekte, para kazanma hırsıyla gözü dönmüş bir şekilde sürekli olarak bize karşı yani aleyhimize EYLEMEKTEDİR.
Direniş meşruiyetini, bizzat kendi yasalarını sürekli olarak çiğnemek zorunda kalan iktidarın gayrimeşruluğundan alır.
Bizim taş ocağı öyküsünde de aynı şeyi yaşamıyor muyuz?
En küçük bir sınır ihlalinde, bir iki metrelik bir kadastro ölçümü kaymasında kıyametleri koparan, ekinini korumak için geceleri elde silah nöbet tutan, inatla toprakla mücadele edip mucizeler yaratan köylü, beş yüz metre ötesinde yaratılmak istenen felakete tamamen duyarsız kalabiliyor.
Zorlanarak da dava masrafları için paraysa, para vermişlerdir. Bu kadarı fazla ve yeterlidir. Nasıl olsa onlar adına mücadele eden birileri vardır. Onların bizzat işin içerisine girmelerine gerek yoktur. Hem zaten ortam karışıktır. Karşı taraf –devlet kadar, hatta tüm aygıtlarıyla devleti de arkasına aldığı için ondan daha çok- güçlüdür. Yapılacak bir şey yoktur. Kader. Takdir-i ilahı.
Bir de hiç olayı duymazlıktan gelip, ne para veren, ne de en küçük bir katkıda bulunmadan utanmazca başlarını lağım çukuruna gömenler vardır. Bu aşağılık tavırlarının bir gün gelip yüzlerine vurulacağından ve teşhir edileceklerinden haberleri yoktur.
Madenci lobisinin faaliyetinin kamuoyu oluşturmaya yönelik hiçbir eylem yapmadan, halkın tepkisini ortaya koymadan sadece açılan davayla sonuçlanacağını düşünenler de var. Diğer davalardaki aynı gerekçelerle İdare Mahkemesi “yürütmeyi durduracak” ve maden lobisi para kazanmaktan vazgeçip tasını tarağını toplayıp gidecektir. Proje sahibi sahaya müdahale etse bile eylem yapmaya gerek yoktur.
Oysa hiçbir şey kendiliğinden ya da masa üstünde halledilmiyor.
Bunu bundan yirmi yıl önce Çöplük Direnişinde de gördük. Kim ne derse dersin, bol ‘ben yaptım, ben hallettim’li cümleler kurarak HAKİKATİ saptıra dursun, köylü derin uykudayken ve devletin Turizm Bakanlığının öncülüğünde ATAK projesi kapsamında Maden Tepe’ye taşınacak olan çöplüğü sessizce kabullenmişken, kıvılcım çakılarak ve halk ÖRGÜTLENEREK, şenliklerle, basılan toplantılarla iki yıl süren radikal direniş başlatılmasaydı, zafer kazanılmayacaktı.
Bütün ilgisizliğe rağmen, halk içerisindeki siyasi görüş, etnik köken farklılıkları bir kenara bakılıp herkesle teke tek bilinçlendirme çalışması yapacak, eylemler yürütecek örgütlenmeler oluşturulmalıdır.
Köylünün kararsızlığına rağmen proje sahibi “atı almakta” kararlıdır.
Hem de bunu kırpıla kırpıla geldiği mevcut haliyle bile anayasayı, mevcut yasaları olabildiğince dolanarak, devletin ilgili kurumlarını arkasını alarak yapmaktadır. Yani –mevcut haliyle hala var olduğundan zorlukla söz edebilirsek bile- yasaları çiğneyen karşı taraftır.
Yurttaşın yaşam alanını, geleceğini savunmaya yönelik atacağı her adım yasal ve meşrudur.
Halkı mücadeleye katmadan, örgütlemeden, kibirli, tepeden bakan bir yaklaşımla halkı küçümseyen, salt hukuksal yaklaşımlarla yaşamı savunmak mümkün değildir.
Örgütlenmeyen, eylemle desteklenmeyen inanç ölüdür.
Sorun yenilmekte değil ama ASLA VAZGEÇMEMEKTE ve TESLİM OLMAMAKTADIR.