Oyun
Tüyleri yıpranmış, hatta o dönem top sahalarındaki bozuk kısımlar gibi yer yer dökülmüş ince bir el halısı üzerinde, kütüphaneden alınan ciltli Meydan Larousse ansiklopedilerin kademeli olarak üst üste konulmasından oluşan, ama zorunlu olarak kale arkalarına konuşlandırılan tribünler. Zaten misafiri hiç sevmeyen evde meraklı göz yok. Saha futbola elverişli!
Yan tarafta ambulans, itfaiye ve polis aracı. Plastik askerlerin renklerine göre dizildikleri tribünlerin sahayla buluşan kesimlerinde katlanarak ters V şeklinde dizilen reklam panoları. Tribünler arasında güvenlik alan polisler, askerler, panzerler, cipler. Özel güvenlikli şeref tribünü. Tribünün en üst noktasına yerleştirilmiş bir masa saati. Ahşap kalelerin arkasına ağ olarak tutturulan nişan şekerlerinden alınmış tüller.
Nedense benim çok kalitelisini yapmayı beceremediğim, üçüncü hamur ya da gazete kağıdının ağızda uzunca bir süre çiğnenerek kağıt hamuruna dönüştürülüp yuvarlanmasıyla oluşturulan “meşin yuvarlaklar” (mucidinin Aydın Sezgin olduğu söyleniyor). Her biri belki bizlerinkinden daha çok anlam içeren upuzun bir tarihe ve geçmişe sahip “anıt gibi” oyuncular.
Dikkatsiz bir ebeveynin önüne bakmayıp üzerine basmasıyla ayağı kırılan ve daha sonra iki tarafına dikiş ipliğiyle sarılarak iki kibrit tutturulduktan sonra UHU ile alçı altına alınan, birbirine çok benzeyen altı kardeşin en yeteneklisi sol açık ya da golcü santrfor, biri yukarıya diğeri önüne dikilmiş çift tabancalı kovboy Mildren. Kısa boyuyla Beyrut’tan beri mucizeler yaratan hücüm oyuncuları Pireno ve Atako. Uzun boyuyla savunma hattının vazgeçilmez elemanı Beyaz Perde. Yine geniş cüssesiyle hiçbir topu geçirmeyen savunma oyuncusu Lancelot. Topun dönüp dolaşıp bir şekilde gelip çarptığı eli kalkanlı şövalye, isminden menkul Kaleci.
Aramızdaki mevcut kültür farkının somut yansıması olarak, benim oyuncularımın isimlerindeki yaygın yerli vurgu, ağabeylerimde havalı yabancı isimlere dönüşüyordu: Patton, W.Scartt, Muller Kardeşler, Jones, Deane, Grand Homme Vert, Stone, Zeiff, Peakmall, Bob Hayes (100 metreci, Tokyo Olimpiyatları şampiyonu). Ve İtalyan futbolcular Mazzola, Mora, Corso, Facchetti ve istisnayı bozan küçük cüsseli zıpın kaleci Mavi Çempekli (bir de onun bir çempeği kırılmış başka bir ülkede top koşturan hücum oyuncusu yeşili de vardır).
Ama tabi yaş itibariyle diğerlerine göre, milli marşı Mozart’ın 40 nolu Senfonisinin Feyruz ‘Ya Ana’ sürümü olan Osman Verevyne, küçük yüzölçümüne karşın nüfusu en kalabalık olan ülkeydi. Asker sayısı çok, ama kollar kısa ve el becerisi çok gelişmemiş olduğundan halı üstünde plastik oyuncak askerlerin elle tutularak bin bir cambazlık yapılarak oynanan bu futbol oyununda en çok zorlanan ben oluyordum. Hele uzun boyu ve kollarıyla, ofsayt kuralının olmadığı oyunda sağ koldan sol kola ulaşan ‘uzun toplarla’ karşı kaleyi zorlayan büyük ağabeyimle mücadele etmek çok zor oluyordu. Adamın kol açıklığı (maşallah!) abartmasız olarak bir kaleden diğerine uzanıyordu. Neyse ki yaş ve dönem itibariyle çok da fazla ‘sahaya inme’ fırsatı bulmuyordu.
Gerçek bir maç ortamına girmek ve olabildiğince ‘kendini kaptırmak’ için her iki oyuncunun ağzında hışırtı ya da radyo cızırtısı gibi çıkan bir seyirci uğultusunun arasından sıyrılan canlı bir maç anlatımı duyuluyordu. İki tarafın anlatımı birbirine karışıyor ve bazı durumlarda anlatıcılar ilginç bir şekilde birbirine yanıt verir duruma düşüyor, bir tür anlatım diyalogu oluşuyordu.
Hakem, hakim olandı. En küçük olan benim için işin en zor yanı da buydu zaten. Topun ‘oynatıcıların’ eliyle teması kesinlikle yasak olmasına karşın, askerler elle tutulduğundan kaçınılmaz olarak top ile el arasında bir temas oluşuyordu. Önemli olan bunu alışkanlık haline getirmemek ve oyunun akışını bununla yönlendirmemekti. Oyun kuruluşunda normal karşılanan bu durum, gol sürecinde titizlikle gözleniyor ve topun elle değil sadece oyuncuya değerek kaleye yönelmiş olmasına özen gösteriliyordu. Kornerden kafa vuruşuyla ya da frikik ve penaltıdan atılan goller en ‘makbul’ olanlardı.
Tansiyon bu kadar yüksek iken ara sıra hakim hakemin verdiği kararlardan anlaşmazlık çıktığı da oluyordu tabi. Bazen ‘mızık geçilerek’ maçın kaderi hakimden yana dönüyor, bal gibi goller ele çarptığı için iptal oluyor ya da el kazası oluşan sert faullerde kırmızı kart dahi veriliyordu. Taraflardan hakim olanın vicdanının ‘yerlerde süründüğü’ anlarda bu durum acımasız bir hal alıyor ve karşı taraf direnince büyü bozuluyor, maç ansızın ‘tatil oluveriyordu’.
Yerde oynanan tüm oyunlarda olduğu gibi, dışarıdan gözleyen bir ‘ebeveyn’ gözü tüm sihrin bir anda yok olup gitmesine neden olabiliyordu.
Pazar günlerini radyodan maç dinlemekle geçiren Babam için, kocaman (eşek kadar olmuş) oğullarının canla başla halı üzerinde gösterdikleri devinim, nadiren denk geldiği zamanlarda, radyoda kesintilerle anlatılıp duran görmediği karşılaşmalar arasında, ciddiyetle izlediği bir canlı maç imkanı olabiliyordu. Ama içeride, yani sahada olan bizler gibi oyuncuları tanımadığı için takımları ve topu izlemekte zorlanıyor ve ancak gol anlarını yakalayabiliyordu. İlk ziyaretimde, darbe sonrası terör örgütü kurmak suçlamasıyla düştüğüm Gayrettepe’deki Siyasi Şube Müdürü’ne (bakışlarıyla ‘anlat, anlat heyecanlı oluyor’ diyen) baba şefkatiyle “o hala yerde askerlerle oynar” deyişi biraz da bu yüzden olmuştur.
‘Gösterişli’ gollerde kağıt hamuru top elle tutularak aynı pozisyon tekrar yaratılmaya çalışıyor ve her iki tarafın spikeri de ballandıra ballandıra golü bir kez daha yorumlama fırsatı buluyordu (tabi golü yiyen takımın spikeri savunma hatalarına ağırlık verirken, atan takımın spikeri müthiş kurgudan, organizasyondan, golü atanın üstün becerilerinden söz ediyordu).
Normal hayatında hiç maça gitmemiş biri için belki aşırı bir ilgi olarak yorumlanabilir ama gerçekten de oyunlarımın çoğunu futbol oluşturuyordu. Defter üzerinde kayıtlarını tuttuğum, başkent Osmanville’in nedense hep şampiyon olduğu bir süper ligim dahi vardı. Zamanla büyük saha gerçekliği yitirince, beşerli ya da altışarlı oyuncudan mini futbol turnuvaları düzenlemeye başladım.
Ayağı alçılı olan Mildren dışında, aralarında tek fark plastik renkleri olan, tonların ayrıştırdığı Mildren Kardeşler (Mildren, Kildren, Meldron, Çildren…), Pireno, Atako’dan oluşan Lübnan ekolü ilk kuşak topçular, daha kaliteli plastikten deneyimli topçular ki üretimleri de bir futbol takımını canlandırmak üzere olan ikinci kuşak Belçikalılar, artık kaçınılmaz olarak “büyüyen” ağabeyimden miras kalan kuşak (eskiden beri rakip olarak oynadığı diğerleriyle bir türlü kaynaşamayanlar) ile birlikte zaman içinde gerçek bir futbol ailesi oluşmuştu.
Harıl harıl yazılan gazetelerde kardeşler olan biteni yorumluyor, imgelemimizdeki kıvılcımları daha da hakiki kılıyordu.
Yerde oynanan sadece futbol değildi tabi.
Herkes bol bol havalansa ve pervane gibi yükselse de ben bir türlü yer oyunlarından kurtaramadım kendimi. İki ayağının altında toprak olmasına şükrettim. İlk bilinçli oyunlarını halı püçürüklerini konteynerinin arkası havaya kaldırıldığında ikiye yarılarak açılan metal Matchbox çöp kamyonuna toplayarak gerçekleştiren, balı bir türlü yerden kalkmayan, dizleri üstünde sürünmekten pantolonları dizlikli bir küçük çocuğun büyüyünce doktor, mühendis değil “çöpçü” olmak istemesi doğaldı.
Beyrut’ta uzun bir sokağa çıkma yasağı döneminde büyük ağabeyimle sigara kartonlarından yapılmış kuşbakışı gemilerle, askerlerle ve tanklarla yapılmış çok kalabalık ordularla gerçekleşen büyük bir savaşı hatırlıyorum örneğin. Altı odayı birbirine bağlayan upuzun koridorda saatler ve hatta günler süren ince uzun bir deniz savaşını. Bütün gemilerimin batıp kaybettiğimin kesinleşmesine yakın bir sırada ve hatta 1,83'lük düşman üstüne üstlük uzun tahta parçalarıyla vücut bulan 'atom bombası'nı kullanacak kadar ileriye gitmişken elimde kalan son paraşütçü birliğini rakibin odasındaki başkentinin tepesine indirme girişimim zaten yaş farkıyla yerlerde sürünen makus kaderimi birden tersine çevirecekken karşı taraf mızık geçmiş, çıkan bol ağlamalı kavga sonrasındaki savaş Babama (Uluslararası Ceza Mahkemesi) kadar uzanmıştı.
Arazide çam ağaçlarının altında, Feriköy’deki gecekondunun bahçesinde, kayınpeder ve kayınvalidemin sorgulayan bakışları altında Irmak ve Başak ile yaptığımız üçlü savaşlar, zihnimde koparttığım çocuksu fırtınalar ne yalan söyleyeyim yaşamımın en zevkli anları oldu.