Skip to main content

Letarji

letargie ile ilgili görsel sonucu 

Uyanık olduğumuz anları tali, uyku halimizi esas alıp, yaşam diyerek kaldıracağından daha fazla önemsediğimiz anlık geçişe sayarsak, onun bizden daha çok yaşadığını söylemeye kalkışabilirdik. Oysa uykuda geçirdiği toplam süre bizimkinden çok da farklı değildi. Sadece bir zamanlama sorunu oluyordu.

 

Büyük olasılıkla geceleri ulaşan son gelişmeleri son baskıya yetiştirebilmenin önemli olduğu mesleğinden kalma bir alışkanlıkla sabahları çok erken kalkar ve herkes uykuda iken salonun kapanan kapısının ardında “havadisleri” dinleyerek günü karşılardı. Öğleden sonra ise yüzünü cama sırtını ise kapıya dönerek çekildiği perdeleri çekik yatak odasında mutlaka siesta’sını yapar ve akşam da çok özel bir durum yoksa dokuz civarlarında uyku mekanına geri çekilirdi. Uykuya doğru yakalanan her fırsatta yapılan bu coşkulu yolculuk, bir anlamda bitmek bilmeyen sıkıntılardan, gittikçe denetiminden daha da çıkan, artık onu hesaba katmayan, üstüne üstüne gelen bir dünyadan kaçış olanağı salıyordu. Her uyku, çok sık yinelenen, ötelenen bir “yarın”ın ağırlığını biraz daha geleceğe sarkıtma payıydı. Vakitsiz çalan bir telefon, kapı zili ya da odadan alınması elzem olan bir eşya için kapının sessizce açılması, içeride kazara oluşan bir tıkırtı, ‘ne oluyor?’ ünlemeli bir sıçramaya neden oluyordu? Ortası obruk gibi çökmüş limon keresteli yatak odası takımının ölü döşeğinin çukuruna oturmuş vücut, haliyle pek ‘sıçrayamasa’ da en azından ses zıplardı. Ayak ucundaki kedi, misafirliğe gelmiş çocuklu bir ailenin yatağın diğer tarafına düşmemesi için yastıklarla yerleştirilen küçük bebeği bu kısa kopuş anına mutluluk katan ‘bonus’ları sayılabilirdi.  

Onun her uykudan kalkışı, kıyamette geri gelen ahretlik bedenler gibiydi. Zincirlere vurulmuş guguk saatinin içimize kaçan tahta kuşu. Yere sürterek, sesinden önde ilerlemeyi beceren terlikler, kısa süren ve ani olarak kesintiye uğrayan bilinçten uzaklaşma halinden camın ötesine geçmeyi başaran ‘anımsamaları’ en önce hangisi fısıldayacak diye birbiriyle yarışırlar ama bir kere menzile varıp tam da anlatmaya yeltenecekleri anda her bir anımsadığını varsaydıklarını şıp diye unutuverdiklerinde, bir an olsun dışarıya çıkan ama üşüyerek illa ki geri dönecek olan ayakların geri dönüşünde anlamsız bir teselli bulurlardı. Ya da sırf utandıklarını anımsamamak için yaşlarına başlarına bakmadan, öyleymiş gibi yaparlardı. Kaçınılmaz olarak birbirine bakar bakar utançtan kısa, titrek gülümsemeler atarlardı ki, “ayak diretmek” dediğimiz şeyi yaşadıklarında o köselenin parlak kahverengi fayans üzerinde kayış gürültüsüne sığınırlardı. 

“Geceleyin sizi öldüren ve gündüzün ne yap­tığınızı bilen odur. Sonra belirli süre doluncaya kadar gündüzün sizi kaldırır.”  (En'am 6/60)

Ruh, vücudu konak gibi kullanır. Uykuya dalınca çıkar gider sanılır, ama o sadece oda değiştirir. Uyanma sırasında da çekildiği yerden çıkar tekrar geri gelir. Vücudu bozulmamış ama ruhunun içinden kurtlar fışkıran bedenler, olan biteni yakalamakta yetersiz kalmaya oynar. Bilinç, bilinçdışı, beynin içerisindeki tüm ana ve ara yolların koptuğu anların anlamı bedensiz ölümdür. Buna şimdilerde havalı bir şekilde Alzheimer diyorlar. Ruhun sadece içerisinde oda oda dolaştığı bedeni değil, bizzat kendi kendini de terk etmesidir söz konusu olan. Ruhsuz beden dışarısıyla bağını tamamen koparır, bir tür Çin işkencesi gibi gittikçe parçalanarak, kendi kendini yaşar.       

Açık gözlerimizle ve bilinçle algıladıklarımızın çevresinde biçimlendirdiğimiz ve çok da anlamlar yüklediğimiz bu dünyanın, aslında başka bir evrenin mantıkdışı tezahürü, bir tür düş hali olduğunu kavradığımızda belki işler çok daha kolaylaşacak. Fazla biçim almaması için ayağımızı sürekli olarak üzerinde basılı tuttuğumuz bilinçdışı, gerçek dünyamızın asıl hakikatidir. Yani gün yüzüyle gördüklerimiz, aynı rüya içerisinde bin kere unutulan anların toplamından ibarettir. Asıl derin uykumuza geçip bu rüya halimizi geri dönmemecesine terk ettiğimizde, yani öldüğümüzde, şimdiki zamanda olan bitenleri hiç ama hiç hatırlamayacağız. Aynı rüya gibi.

Bilinçle bilinçdışı arasındaki ilişkide, birincinin kapalı dar alanı, ikincinin sınırsız engin dünyasını anlamamızı engeller. Bilinçdışı dünya, hep kendine kerten bilinçli sözcüklerle tanımlamayacak kadar geniş bir deryadır. Bilinç -öyle iddialı duruşuna aldanmayın- olsa olsa bilinçdışı denizinin dalgalarında bata çıka ilerleyen ve ıpıslak olduğunda dibe çökmesi kaçınılmaz olan kağıttan bir kayıktır.

Çocukluk ve yaşlılıkta bilinçdışının dışarıya sızmaya çalıştığı da olur. Ketlerin, engellerin henüz ya da artık zayıfladığı durumlarda, çitleri zıplayarak aşan bir at ya da tellerin altından süzülen inatçı bir tavuk gibi bilinçdışının kısa bir süre için dışarıda dolandığı görülebilir.  

Asıl varlığımızın, tüm geçmişimizin depolandığı kadar, yaşamaya devam ettiği, geleceğin de bir anlamda tohumlarının filizlendiği garip, anakronik bir uzamdır burası. Geçmişte bilincin un ufak etmeye çalıştığı en küçük ayrıntının, geleceğe ilişkin görüngülerle yeniden vücut bulduğu bir tür hayal bahçesi.

Düş, fobi, uyku, sarhoşluk, zır delilik asıl dünyamıza yönelik yapılmış süreksiz ve dolayısıyla da başarısız kalkışmalardır.

Toplumu kimi organları eksik olan bir beden gibi algılarsak koşullanmış dünyanın boşluğu içerisinde kolektif bir bilinçdışının sadece varlığından söz edilebilir. Yukarıda saydığımız durumlar gibi ancak belirli boşluklarda kendini gerçekleştirme imkanı bulur ama sürekli olmaz.

Her gece ölüp, tekrar dirilmekten yoruldu bedenim. Bölünen uyku, lime lime edilen bir bilinçdışı, özlem gidermede işe yaramıyor. El uzatma mesafesi kadar yakın olduğumuzu hissediyorum, sırtın, terlikler, mis gibi yağ kokulu yastık, masadaki gözlük. Ama uykuda ya da gözler açık sana bir türlü ulaşamıyorum.

Oysa anlatacak o kadar çok şey birikti ki.