Patates ekmek
Belki de güneşin en tepede olduğu saat denilebilirdi. Kendisini göstermeyen iki karganın sonları soru vurgulu ses cümleleriyle atışması, dış cephe sıvaları tamamlanmış, buradakilerin “kule” olarak adlandırdıkları uzun blokların arasında yankılanıyor. Gücünü esirgemeyen güneşin altında kavrulan ovadan binlerce yıllık buğday tarlaları üzerinde yeni yükselen mahalleye doğru esen, yönünü şaşırmış belli belirsiz bir rüzgarın bir türlü havalandıramadığı çimento torbası parçası, gölgesini kapı içerisine kaçırmış sundurmanın önünde küçük, çekingen ve istikrarsız yan hamlelerle yer değiştirmek için boşa çabalıyordu.
Sanki her şey, her devinim bir süre sonra, bu anımsanırken tepeden tırnağa söküp alakasız birbirine uymayan bağlantılarla hiç alakasız bir ortamda yeniden inşa edilmek üzere, yersiz bir anda kurgulanmak ve hiç de içermedikleri anlamlar yüklenmek üzere oluveriyordu. Belki de hiç var olmamış, gerçekleşmemiş, solunmamış olanı sanki takip etmesi zorlaştıkça daha da değer kazanacağı sanılan ucuz tasvirlerle düpedüz, bal gibi yaşanmış kılma çabası bu.
Kapıdaki adam, her zamanki gibi yerine yedeğini çağırmadan ya da henüz gelmeden yemeğe gitmiş. Gerçi yokluğu kimi zaman varlığından daha güvenli oluyor. Tek dayanak noktamız, yaşama pınarımız çay ocağının kapısı yine içeriden kilitli; belli ki daracık mutfakta evden getirilen yiyecek ocakta ısıtılmış, ortalık kokmasın diye önlem alınmış. Uzak bir ofisin yarım açık kalan kapı aralığından kurtulan bir sıla ezgisi, iş saatine kısa süreliğine ara verildiğine işaret etmeye çalışıyor. Sabah hortumla sulanan topraktaki su izleri, öğlen yemeğine gidenlerin gevşek adımlarıyla bozulmuş.
Şoförün birinden –hani şu kim bilir kimin aracında unuttuğu beşinci sınıf güneş gözlüğünü yaz-kış gözünden çıkarmayan- sorgusuz sualsiz kaptığım anahtar, plakasına bakmadan denediğim ilk araca uyuyor. Kimse görmeden diyeceğim, ama o saatte aldatıcı tenhalığa rağmen kimseye görünmemek mümkün değil, daha çoktan yemeğini yemiş olanlar ya da kendi hazırladıklarını bir çırpıda atıştıranlar, bu zaman aralığında yüzölçümü daralan gölgelik mekanlara sığınıp elektronik “yalnızlıklarına” çekilmişler bile. Hiçbir zaman ışıklarına kavuşamayacak kavşaktan rampa yukarı hızla üst kapıya yöneliyoruz. Hani çocuklarla o sihirli dolabın bulunduğu odanın zemini kaplamak üzere ofislerden artık muşamba parçalarını evine götürmeye çalıştığımız akşam güvenliğe takıldığımız kapı. İstemeye gelecekler ya, “tanıdık” makyajlarla da olsa, evin içerisinde bulunduğu çıplak yoksulluktan bir çırpıda kurtulması gerekiyor. Analarının ikide bir uzak yolculuklara çıkıp boş memelerle geri dönmesine sinirlenen yavru köpekler mukavva kutunun kıyısında debeleniyor. Roma kentinin buğday ambarının kralı adına her yerden görülsün diye en yüksek yere dikilen mütevazı anıtın çevresi sakin. Yerdeki yeşil cam kırıkları ne artmış, ne de eksilmiş. Sadece üzerinden geçen araç lastikleri altında biraz daha ufalanmışlar.
İçerisindeki durumu dışarıya göstermeyen, akşam saatlerinde olduğu gibi durduğu yerde sallanmaya başlamamış bir iki araç dışında hareket yok. Valinin gerçekleşmeyen ziyareti öncesi ışıkları nadir yanan direklere asılan, renkleri hiçbir ulusal bayrağa uymayan, pembe, açık sarı, şeffaf yeşil renkli sentetik flamalar rüzgarda salınmaya devam ediyor. İki yanında nadiren yakıldığında dahi bir yanıp, bir sönen sokak lambalarının dizili olduğu, lunapark oyunu gibi önce hızla alçalıp sonra birden yükselen yolun sonunda vardığımız bir önceki mahallenin içinden geçerken bildik imgeler, yarı açık manav, çöp konteyneri olarak düşünülmüş betonarme mekandaki bilumum plastik poşet, ambalajı ıpıslak burunlarıyla karıştıran inekler, köpekler. Yolda yeri hiç değişmeyen çukur. Bir ileri, bir geri hareket ediyormuş gibi her defasında bizi gafil avlamaya kalkışan hız engeli beton kasisler. Mahalleyle aynı anda inşa edilen ama açılışı hiç yapılmamış olan, küçük çocuklara girişi yasaklanan marketin inip kalkan gölgesiyle soluyan hayaleti geride kalıyor.
Bu şekilde habersiz, yalnız başıma dışarı çıkmamam gerektiğini biliyorum ama yine de çıkıyorum. Madem uygun görmüyorsunuz, tedarikli olmamam gerekiyor, uzaktan da, yakından da olsa beni siz koruyacaksınız. Başka seçenek yok. Ama buradaki altyapı zayıf olduğu için bunu da başaramıyorsunuz. Neyse ki artık burada bulunma nedenim kendiliğinden sona eriyor. İşlerin değişmesinden önceki son günlerim bunlar. Sabahın köründe yaşadıklarımdan sonra yapılan uyarıları kulak ardı ediyorum. Artık her şeyi göze aldım, ne olacaksa olsun diyorum. Okulun bitmesine bir hafta kala her şeyi boş vermiş, işleri salıvermiş lise öğrencileri gibiyim. Önce sen gideceksin. Sonra da boşalttığın kilitli mekanı, bana öykünen içerideki plastik asker soluk alabilsin diye her gün açıp havalandıracak olan ben.
Yeni mahallenin karakoluna çıkan bölünmüş yolun refüjünü olur olmaz yerde yıkıp oluşturdukları geçiş noktalarından sağa sola sapan araçların arasından geçerek ana yolun kenarındaki mekanın az ilerisinde duruyorum. Siparişi sen vereceksin, ben güneşin altında kavrulan aracın içerisinde kalacağım, bekleyeceğim. Dükkan içerisindeki üç dört masada oturanlar dışında sadece siparişlerini almaya gelenler de var. Araçta bekleyeceğim ama olmuyor. Üzerinden ne kadar zaman geçiyor bilmiyorum, ama kaçınılmaz olarak dışarıya çıkıyorum. Aynadan gözlemlediğim kadarıyla mekanda olağanüstü bir trafik yok. Yol kenarındaki ağacın gölgesine sığınıyor gibi yapıp, çok yaklaşmadan önce uzaktan ne olup bittiğini kestirmeye çalışıyorum. Millet ızgara çöp şişlerin pişmesini bekliyor. Burası senin mahallen. Sen içeridesin. Gözün ızgara ocağının yatay olarak yükselen dumanında. Pişirmeden sorumlu iş bitirici adamla sohbet ediyor gibisin. Biraz daha yaklaşıp beni görmeni sağlıyorum. Önce sessizce kafanı iki yana sallıyorsun. Yaklaşma der gibisin ama inadıma üzerine gidiyor ve sana laf atıyorum. “Hala pişmediler mi?” Gözlerindeki duman ızgaranın kömürüne geri siniyor.
Her öykünün keskin bir dönüş noktası var denilebilirse, bu hiçbir özelliği olmayan tekerlemecenin ki de o gündü. Mesai bitimi öncesi boşluk anlarında önce belli belirsiz bir telefon sesi duyuldu. Yüzüne aniden inen perde her şeyi anlatmaya yetiyordu. O çok da özenli olmayan, daha verilen kokulu mendilden beri yapmacık olan büyü aniden bozuldu. Ucuz baklavalar, paket paket şekerlemeler, beşinci sınıf çikolatalar, kaçamak bakışlar, iç geçirmeler, odanın önünden sebepsiz geçmeler derken, bu bin bir cennetsi papatyanın birleşiminden kocaman bir fallusun boy verdiği yapboz, kilit parçanın bulunmasıyla birden tamamlanıyor. Geriye dönüşlerle çok da zorlanmadan hemen kurgumu yapıyorum. Mustafa’nın seninle ilgili olarak sorgulandığını, hakkında bilgi toplandığını biliyordum zaten. Yüzündeki ışık, tavırlarında değişiklik, konuşmada gösterdiğin özen. Karşı tarafın hangi dili konuştuğunu tahmin edemesem de senin pırıl pırıl parlayan gözbebeklerinde heceleyen basit bir İngilizceyle dile getirdiğin sözcüklerdeki anlaşılma kaygısı, aslında çok daha başka şeyler üzerine kurulmuş bir etkileşimin işaretleriydi. Sahte bakışlar. Verdiğin yanıtlardaki tutarsızlıklar. Sonra birkaç hafta sonra evde özenle hazırlayıp ambalajladığın kalp biçimindeki kurabiyeler. Bana da vermiş miydin? Tabi ki. Ama gördüğüm için değil, bana da ayırmışsın, en küçük olanlarından da olsa kalp sonuçta. Suda nefessiz kalmış küçük balıklara benziyorlar. Afiyetle yerken düpedüz soluk eksiltiyorlar.
Seni şimdiki kuşatılmışlığından biraz daha iyi dekorlu, biraz daha şatafatlı ama aslında çok daha zorlu bir başka kulluğa yükseltecek bir sıçrama. Kara deliğinin içerisinden hareketle sınıf değil galaksi atlayacaksın adeta. Öyle aldatma ve aldanma üzerine her şeyi örtmeye çabaladığın küçücük kafanla, 3D beyninle düzenleyemeyeceğin daha denetimli ve daha kurnaz bir ortam. Ve kuşkusuz zar zor çıkarttığın pasaportla kolayca atlayabileceğini sandığın, korumasız ve tehlikeli bir evren.
Yorgun gözlerin şişmekten daha da güzelleşmiş. Sayısı eksilen ücretsiz gece telefonlarının etkisi değil bu. Vicdan hıçkırıklarının örselediği bakışlar biraz daha kararmış. Tıpkı her şeyi çözmemden ama sana söylememden sonra sabahtan akşama ağlayarak sonlandırdığın, doktorun mekanında kutladığımız hüzünlü doğum günündeki gibi. Daha dün öğlen bu kez “içeriden” buram buram palm yağı emmiş yumurtalı patatesli ekmek yemiştik. Aldanacağımızı bile bile girdiğimiz eğlenceli bir oyunda, mezuniyet öncesi son günlerimiz. Boşuna okunmuş, zaman kaybedilmiş demeyeceğim, çünkü boş laf bunlar, derslerini anımsamaktan özenle kaçınacağımız ama unutmayacağımız, yaşam gibi “olmasa da olur” cinsinden bir okul.
Üstümüze bir yerden ateş ediliyor ama tam olarak nereden olduğunu kestiremiyorum. Kireçtaşları, toprak çıkıntılar, çukurlar, başak tarlası. Ufka tek düşen ahlatın dallarına gizlenen bir iki parıltı yanıltıcı işaretler veriyor. Hedef küçültmeye, yer değiştirmeye gerek dahi duymuyoruz. Öznesi olduğumuz fiilin kaynağı çoktan yok olmuş bile.
Varlığımızın zeminine oturan suskunluğu ekmeği saran kağıdın hışırtısı da bozmuyor. Çok derin, içimize işlemiş ağır bir suç gibi içten içe pusuyor. Kola mi içiyorsun? Yoksa ayran mı? Ekmeğin arasında tavuk mu, hindi çöp şiş mi var, yoksa Allahtan korkmayan yalanlar mı? Hatırlamıyorum. Yuttuğumuz her lokma arasında bakışıyoruz. Güzel pişmiş mübarekler. Çoktan midemizdeki yerlerini alıyorlar. Herkes kendi yakın geleceğini düşünüyor. Birbirimize bakıyor ve gülümsüyoruz. Suç işlemiş, komşunun camını kırmış, zilleri çalıp kaçmış iki yarı masum çocuğun bakışı gibi. Oysa köküne kadar suçluyuz. Açık düşüncülerimizi, gizli niyetlerimizi, yağlı parmak izlerimizi, birbirinin tıpa tıp aynı ama tamamen farklı dizilen deoksiribonükleit asitlerimizi her şeye bulaştırmışız. Üstümüz başımız çırılçıplak günah ve kan.
O acilen sahaya çıktığımız günde durmaksızın akıp giden araçların altında inleyen yolun kenarındaki üç ağaç aynı yerinde duruyor. Çok uzakta kimsenin adım atmadığı tarlaya doğru gitmeye çalışan, aklımızdan geçirsek de pek sapmayı göze alamayacağımız iki küçük ağaçsız tepe arasında kaybolan kireçtaşı zeminli iddiasız bir yol. Öykünün içerisindeki doruk ve çukur noktalarından, bu noktaya nasıl varıldığından daha çok bir iki gün içerisinde hayatlarımızı toptan değiştirecek gelişmeleri düşünüyoruz. Aslında düşünmüyoruz. Çünkü kaçınılmaz olarak yaşanacaklar. Biz öyle istedik. Bir ara hızlı adımlarla kahpe kel kafalı geçiyor efendisinin lavabosundaki tuvalet kağıdının bitip bitmediğini kontrol etmeye. Hani az daha iki başparmağımla gırtlağına bastırıp bakışlarımla boğazlamak üzere olduğum biyolojik artık. Artık o bile yan gözlerle bakmaya gerek duymuyor. İş bitmiş.
Zaman çok çabuk geçiyor. Bak yediklerimizi saran üçüncü hamur daha şimdiden çöp sepetindeki yerini aldı bile. Birazdan çekmecedeki son kuşburnu çayını da içeceksin. Şöyle olmuş, böyle olmuş, gerçek bin kez yinelenen bir yalanmış, üzerinde durmaya dahi değmezmiş. Bakma bütün bunları yazdığıma. Takıldığım, özlem duyduğum, pişmanlık duyduğum hiçbir şey yok. Ne yaptıysam, ne yazıyorsam, ne anımsıyorsam, ne unutuyorsam sadece kendim için. Herkes kendi yaptıklarından sorumludur.
Hayat, patates-ekmek kadar ciddiye alınacak bir şey değil be güzelim. Çaldığın bütün diğer şeyler gibi, bunu da yatak odandaki çok kapılı dipsiz dolaba at. Boş ver, keyfine bak. Korkma. Bu kez de acıyı çeliğe dökmez, adettendir der geçeriz üzerinden. Nikah sonrası Esma’nın evindeki odaların derinliklerinden hiç beklemediğimiz bir anda yaptığın gibi, çek bir tilili.
“Tililililili…”