Skip to main content

Pürtelaş günler

 “Ne o aslanım kimi arıyorsun? Feruşka’yı mı? Senin Feruşka’nın ağzı burnu yamuldu, şimdi hastanede düzelttiriyordur, hadi çek arabanı!” (Feruşka, asıl adı Feyyaz olan sakallı bıyıklı kıllı bir dönmedir).

Burada, mahallenin temiz aile orospu çocukları yakaladığını, polis gözüne kestirdiğini, müşteri dönmeyi, dönme şoförü dövüyor. Arabalara pencerelerden saksı fırlatılıyor, camları kırılıyor, ısrarcı olanlar indirilip bir güzel hırpalanıyor. Arada kurunun yanında yaş da yanıyor.

O dönem çok da moda olan, körüklenen alışılageldik söylemle “halk polisin yanında” değil, polis yetişemediği pür telaş milislerin arkasındadır.

Abanoz, Zürafa Sokak’ı çok bilmesek de, Pürtelaş’ın çıkmaz olduğu dönemleri bile biliriz. Günümüzde metropol burjuvazisinin “köpek teşhir ve rekabet” mekanı haline gelen, bir hayırsever tarafından “Park” olması için Belediyeye bağışlanmış, saksıda üç beş adını dahi bilmediğimiz bitkinin can çekiştiği, minnacık çocukların atıklardan üretilmiş plastik tabanından yükselen zehir buğuyu soluduğu, altı da üstü de betonarme Cihangir Parkının, her hafta sonu iddialı maçların oynandığı, çınar ağaçlı, topraklı bitkili, soluk alan yaşayan halini de. Mahallemiz sayılır.

Pürtelaş’ın Akyol Sokağının ortasından geçtiği, Alçakdam Yokuşu ya da merdivenine denk geldiği noktada, merdivenin yan tarafını oluşturan yüksek bir taş duvar ve toprak yığınıyla kesilip “çıkmaz” olduğu dönemde buralara yolum ancak bir yol arkadaşının peşinde, biraz uzatılan okul dönüşünde düşerdi. 80’li yıllarda, fırsat bu fırsat, Alçakdam’ı baştan başa kaplayan bu bölüm yıkılacak, Cihangir Caddesi’nin orta yerine, Cihangir Parkının karşısına çıkan merdiven bu kesimde apartmanların yanı sıra iyice daraltılarak muhafaza edilecek, Pürtelaş çıkmaz’dan kurtarılacaktır.

Eskiden Alçakdam Yokuşu olarak da anılan, Pürtaleş sokağın çıkmazdan “kurtulduğu” bu noktaya otuz metre uzaklıkta, günümüzdeki 70 ila 76 kapı numaralı binalar arasında kalan arsada Pürtelaş Hasan Efendi adlı bir cami yer alıyormuş. Camiyi bir süre burada yaşamış olan, 16ncı yüzyılda Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camii'nin inşaatında katiplik hizmetini yürüten Pürtelaş Hasan Efendi yaptırmış.

Hasan Efendi, Turgut Cansever’in uzak akrabasıdır.  

“Aileden meşhur bir isim de Pürtelaş Hasan Efendi’dir, bugünkü Pürtelaş Sokağı’na adını veren zat. Mücellitmiş, Bağdat’a, bir kütüphanenin kitaplarını ciltlemesi için gönderilmiş. Orada, buraya kadar gelmişken hacca da git demişler, olmaz demiş. İstanbul’a dönmüş ve İstanbul’dan iki defa yürüyerek hacca gitmiş.”

Yani hiç de boş biri değildir. Sadece İstanbul’dan hacca iki kez yürüyerek gitmesi bile ona büyük saygı duymamız için yeterli. Yok, hacdan dolayı değil, bu mesafeyi iradesiyle yürüyerek gitmesinden dolayı.

Sonradan yenilenen kare planlı caminin, duvarları kagir, çatısı ahşap ve minaresi kesme tuğladanmış. 1915 Büyük Cihangir yangını sırasında Cihangir Camii, Hacı Recep Camii gibi bu cami de büyük hasar görmüş.Pürtelaş üzerindeki bu eserin 1940’lı yıllarda yıktırıldığı belirtiliyor. Şimdilerde yeniden inşa edilirse şaşırmayın, envantere alındı bile.

Ben, yaş ve çağ itibariyle camiyi hatırlamıyorum. Ama zeminini yenilenen işyerinden patronun izniyle kaptığım birinci kalite kalın kahverengi halıfleks ile kapladığım ilk evimin heyecanı içerisinde, onun çapraz karşısındaki apartmanda tam beş yıl yaşadım. Motoruyla sinemadan sinemaya bobin film yetiştiren sevgili Hürriyet Sımsıkı’dan, ilk kez korkmadan elektrik prizi takmayı öğrendiğim yerdir burası. Buket Apartmanı 57 numara.

Tabi ki karşımızda çok da camiye benzer bir şey yoktu. İki kademeli pişmiş tuğla taş duvarın gerisinde, beş altı metre yükseklikte, yoldan görünmeyen bir bölümünü duvar dibinden çıkan arsız bir incirin kapattığı arsa. “Allahla temas ediyor” levhasını yazan adamın mekanını şöyle anlatmışım daha önce:

Gecenin çok geç saatlerinde ya da sabaha karşı piyasanın yorulup uykuya çekildiği anlarda o sokağa çıkıyordu. Yüzünü görmemiştim ama çoğu zaman havaalanından eve geç saatte dönüşlerimde, bazen ayrık otlarının arasına gizlenmiş belli belirsiz patikadan, koyu kahverengi bir sırt gölgesinin yokuş yukarı hızla adımlarla tırmandığına tanık oluyordum.

80’li yılların sonunda Pürtelaş Sokağı’ın o zamanlar hâlâ çıkmaz olan son bölümünde, yoldan yüksekte duran evlerin arasında bir yeşillik arsadaki barakada yaşayan garip adamla kimse ilgilenmiyordu. Ford ekip otolarına beşinci katlardan travestiler tarafından fırlatılan yanar piknik tüplerine, kovalamacalara, müşterilere, mallara, uçların, sıradışıların ve yeraltının bilumum unsurlarının bir araya geldiği sokağın tükenmez enerjisi içinde pek göze batmıyordu. Yoğun iş güç arasında yan tarafımızda Sular İdaresine ait tarihi binayı işgal eden Kürt ailenin, yatak odamıza ansızın doluveren atık sularını boşaltmakla uğraşan bizler bile gündüzleri ortalıkta görünmeyen bu adama yeterince ilgi gösteremiyorduk.

Ben yine de bodrum kattaki evimize girip çıkarken arsanın bitki varlığına boğulmuş barakasının bazı parçalarını ve küçük bir tahta levhaya aceleyle yazılmış ‘Allahla temas ediyor’ yazısını dikkatle inceliyordum. Çirkefin tam merkezinde yer alan mağarasında kim bilir hangi ilahi ibadetin ortasındaydı, ama bundan haberimiz yoktu. Herkes gibi, biz de koşaradım kendi ritüellerimizi eksiksiz uygulamanın kaygısıyla zamanı hırpalıyorduk. Sonra bir şafak vakti, Sormagir Sokağın girişleri panzerle kapandı. Manço Apartmanında bir evi basan infaz timlerinin sıktığı yüzlerce merminin patırtısı ve patlayan zehir bombalarının geniz yakan buğusunda, vücutlarında yakından sıkılmış onlarca mermiyle ölü ‘ele geçirilen’ genç Alper Ersoy ve Gülay Arıcı gibi, Terk-i Dünya ailesinin bu isimsiz ve gösterişsiz üyesi, mahallemizin biricik Simeon’u da sessizce ortadan kayboldu. Öncesinde, sırasında ya da sonrasında tam olarak emin değilim. Ama o evin balkonunun baktığı arsaya bir daha hiç bakmadığımdan eminim. Belki de öylesine yazageldiği ulu temas çoktan kaybolmuştu... 

Adamın tahtaya yazdıklarının, son sığınağı olan arsanın öyküsüyle çok yakın bağlantısı varmış meğer. Ne garip değil mi, gündeliğin hırgüründe yanından fark etmeden öylecesine geçtiğimiz onca rastlantısal ayrıntının hepsinin de aslında hiç dek küçümsenmeyecek koskocaman bir öyküsünün bulunuyor olması gerçeği. Taş duvardaki ayrıksı duran mermer parçası, oluksuz kalmış boru, toprak zemine saplanmak için çatısını terk etmiş kiremit, yoldan bahçe kenarına terfi etmiş Arnavut kaldırımı taşı, üzerine elli kat boya sürülmesine karşın hala ana hatlarıyla okunan yazı, camın üstündeki yağlı kafa izi…

Çıkmazı Akyol’a bağlanıp artık sokaklığa yükselse de, adına “Şaban İstanbul’da” dizisinden Bülent Kayabaş, Kazım Kartal, Meral Deniz’li, Sorma Gir Filminin dahi çekildiği eski Sormagir yani şimdiki Başkurt Sokakla hala boy ölçüşemez bizim sokak. Cihangir’in kast usulü yükseldikçe değeri ve üstünlüğü artan evleri gibi, sokaklarının çehresi de yamaçta “yükseldikçe” değer kazanır. Akarsuları aşmak için suya bırakılan iri taşlar gibi aralara serpiştirilen merdivenlerin pasta dilimleri gibi böldüğü sokakların farkı, aşağıdan yukarıya hissedilir.

Darbe sonrası demokratik yaşamın hafif hafif hareketlenmesiyle birlikte, dayanışma göstererek birbirilerinden destek alarak Pürtelaş’ta yoğunlaşan “delikanlı” travestilere karşı, hiç de homojen olmayan mahalle halkı da direnme hakkını kullanmaya başlar. Tek tek yaşanan olaylar içerisinde apartman içerisinde, esnafla birlikte yaşanan olaylar, zamanla dayanışmaya dönüşmüş ve yakın çevrede “meseleye duyarlı” başka yoğunlukların da işin içine girmesiyle birlikte travestilere karşı milisler oluşturulur.

Aslında milisler doğrudan travestilere karşı değil, onları “görmeye” gelenlerin, sırf merak için Taksim yönünden sokağa girenlerin kalabalığına ve görülmemiş kabalığına karşı örgütlenmişlerdi. Havanın kararmasıyla birlikte, o zaman tek yönde iki şerit akmaya çalışan Tarlabaşı Bulvarı ile yarışan araç trafiği, dışarıya uzanan kafalar, her gördüğünü “fahişe” ya da “travesti” sanan, akrabadan başka dişi görmemişlerin çük akıllıları sorun olmaya başlıyordu. Hem de sabahın ilk ışıklarına kadar!

1988 – 89 yılları yoğun çatışmalara sahne olur. Biri Kıdemli diğeri Tabip olan iki Üsteğmen meraktan girdikleri sokakta birinci viteste giden arabalarına yukarıdan saksı atılması üzerine beylik tabancılarıyla havaya ateş ederler (hem karşılıklı apartmanlar arasında sadece on metrelik bir açıklığın olduğu sokakta). Elde sopa “ziyaretçi” kovalayan milislerin yarattığı havadan cesaret alan hortum Süleyman ve bağlı bulunduğu Emniyet Amirliği’ndeki görev arkadaşları sokağa sık sık avlanmaya gelir. Evlerin, hatta topyekun apartmanların kapısı kırılır ve mesleklerini daha çok dışarıda icra eden travesti’ler dövülerek gözaltına alınır. Göründüklerine bakmayın, işe gidip gelirken karşılıklı olarak birbirimizden selamlaşmayı esirgemediğimiz bu zatlar en has delikanlıdan da delikanlıdır. Bir gece 19 numarada bulunan bir eve sığınan travestiler kapıları kilitlerler ve tutuşturdukları bir tüpü evin etrafını saran eli sopalı polislere fırlatırlar. Yanan tüp “görevli” polislerce etkisiz hale getirilirken, Emniyet Amirliği’ne bağlı sivil polislerin yanlarında getirdikleri odunlarla düşman kuvvetlerin evini basıp içeridekileri gözaltına aldığına tanık olur. İçindeki eşcinselliği bir türlü bastıramayan “erkekliğin” namusu kurtulur!

Bizim Buket Apartmanının da, isminin fısıldadığı gibi geçmişi çok temiz değildi. Biz evi almadan önce binanın tamamı fiilen fuhuş sektöründe faaliyet gösteriyormuş. Üzerinden zaman geçmiş olmasına ve apartman “temizlenmiş” olmasına karşın, hala geceleri zilimize basan sadık müşterilere “bu taraklarda bezimiz olmadığını” anlatmaktan ve bir kat aşağıya inip kapımıza kadar dayanan aç gözlere anlamsız yanıtlar vermekten yorulmuştuk.

Babamın ilk ziyaretinde komşularımız tarafından “beni mi görmeye geldin babalık?” diye taciz edildiği sokakta olan bitenden çok da etkilendiğimiz söylenemez. Biz de çünkü bu toplumla çok türdeş sayılmazdık, kısmen “aykırı” idik. Bir cephesi iki metrelik bir aydınlığa bakan, özellikle yatak odası rutubetli bir bodrum katında oturuyorduk. Ama yine de bal gibi bizim evimizdi orası. Sadece bizim. Salona kitaplarımızı dizdiğimiz baştan başa bir kütüphane yaptırmış, Pangaltı’daki “İstifet Mobilya”dan, misafirlerimizin üstünde dik durmayı bir türlü beceremeyip, bir şekilde önünde sonunda sağa sola kaykıldığı modüler sünger koltukları saymazsak, o dönem için hiç de kötü sayılmayacak mobilyalar bile satın almıştık.

Çağrıldığım ilk ve katıldığım son apartman yönetim kurulu toplantısına gitmek üzere “yukarıya” çağrıldığımda rahmetli Tomris İncer’e benzettiğim bir tiyatrocu (yoksa bizzat o muydu?) ve Oğuz Bey ve üstümüzde tepinip duran çocukların babası ile yakından tanışma imkanı bulmuştum. Artık apartman kapısı düzenli olarak kilitlenecek, merdivenler temizlenecekti. Gülcan ile birlikte çok mutlu olmuştuk.

80’li yılların ortasındaki eşcinsel avcısı mahalle milisleri, yıllar sonra mahallede yeniden konuşlanmaya başlayan travestilere karşı “Tahtacılar” diye anılan yeni ve daha örgütlü bir yapıyla sokağı bir kez daha “temizler”! Sokak sakinlerinden gazeteci Cezmi Ersöz, oprasyonun ilk günlerini şöyle anlatıyor: '' Saat 23.00 sularıydı. Evime dönüyordum. Sokakta toplu halde yürüyen 20 kişi gördüm. Benzetme yerinde olursa, Mandrake kılıklı adamlardı. Yarı resmi bir halleri vardı. Çok organize oldukları belliydi. Ellerindeki sopalar bir metre boyunda beyzbol sopasına benziyordu. Herkese kuşkuyla, tehditle bakıyorlardı. Halleri ve tavırları çok profesyoneldi. Milis sandım önce. Daha önce eşcinsellere karşı halkın oluşturduğu milisler vardı, onlar gibi zannettim. Ancak esnafa sorduğumda polis olduklarını öğrendim. Çevre sakinlerinin anlattığına göre, alt katlarda oturan travestilerin camlarını kırmışlar. Yakaladıklarını benzetmişler. Şu an Pürtelaş'ta travesti yok. Hepsi gitti. Oldukça başarılı olduklarını rahatça söylenebilir.''

Yine aynı zat Aktüel’e verdiği başka bir mülakatta şunları söylüyor: ''Pürtelaş mahallesi sakinleri bu ekibe teşekkür etti. İnanılmaz olan şey bu timin başarısı. Polisin yıllardır uğraştığı bir meseleyi bunlar on günde, bir haftada hallettiler. Onların geçtiği yerde kimse kalmıyor ortalıkta. Daha önce polis yetersiz kalıyor ve Beyoğlu'nun istenmeyenleri ile baş edemiyordu. Çünkü polis rüşvet alıyor, deniyordu. Zımni bir anlaşma vardı sanki. Hep aynı polisler gelip gidiyordu, içeri alıp üç gün sonra bırakıyorlardı insanları. Bunlarınki ise daha farklı. Geçici kişiler her şeyden önce. Çıkar ilişkisi girmiyor işin içine. Orada oturan travestilere karşıdır ve hepsinin evinde polisin telefonu ezbere bilinir. Bir şey olduğunda anında ihbar yapılırdı polise. Onun içindir ki sonuçtan oldukça memnunlar.''

Daha sonraları yakın komşu Ülker Sokak’ta yaşananları da sayarsak, Cihangir’in doğal halidir bu. Cennet Bahçesi, Ege Bahçesi, Roma Bahçesi’nde içtiğimiz çaylar, garsondan hesabı öderken saymasın diye saksı altlarına sakladığımız gazoz şişeleri gibi.

Günümüzde başka “milisler” bu kez Tophane’den “entellerin diyarını” tehdit etmektedir. Bugün “Cihangir’in kötü kullanımı” olarak adlandırabileceğimiz, kaldırımları işgal eden masalardan birbirine “acaba hangi artist, hangi dizi oyuncusu, hangi yönetmen, hangi yazar bu” eblek gözleriyle bakan dallamaların bulaşıcı rezalet halini, bir türlü içime sindiremiyorum. Pürtelaş, Sormagir ve daha sonra da Ülker sokaklarının en sıkıntılı dönemlerinin bile bundan kat be kat iyi olduğunu söylememem gerekir. Sokaklarında peşlerinden sahiplerinin elde torba koşuşturduğu cins köpeklere, kısırlaştırıldığı için kıtırak obesi haline gelen hissiz kedilerine rağmen.