Domuzları beklerken: Sus!
Düşman durumu. Sanki daha rahat gelebilsinler diye birbirine aynı açıklıklarda sıralanmış zeytin ağaçlarının gittikçe küçülen karaltılarının arasından ağır sessiz yaklaşıyorlar. Yüzgeçlerini bilerek gösteren köpekbalıkları gibi, sıra ortalarındaki aralıklarda birden kapkara belirip sonra yeniden bir sonraki ağacın karanlığının içerisine gömülmek üzere gözden kayboluveriyorlar.
Ezilen toprağın süngerimsi cılız çığlığı, kuru otun en sağlam görünen yerinden çıt diye yarılarak ikiye bölünmesi, dallara sürtünen gövdeden yere düşen parazitler. Üzerine tepindikleri zemine yabancılar ama tırıs adımlarla yavaşça yer değiştiren ağır kara cüsseleriyle ortama çok aşinalar. Bu kara kıllı gövdelerin düsturu, görünmeden görmek, ölmeden dönmek. Efsanevi yaratıklar, iflah olmayan canavarlar mütevazılığa gerek kalmaksızın başarıyorlar da bunu. Üzeri karalanmış bölgeden ibaret olan bir mevziden diğerine sıçrıyorlar. « Hedefim elli metre uzaklıktaki incir bölgesi, beni ateşinle koru » deseler tam denk gelecek ama kendilerini korumaya dahi tenezzül etmiyorlar. Ters esen rüzgar şimdilik beşeri izleri o tarafa taşımadığı için tek bir homurtu dahi çıkartmıyorlar. Av yasağı ile sözüm ona nesilleri koruma altında ya pek rahatlar. Benim tarlamdan talan ettiklerinin kalorileri ile boş kaldıkça çalı içlerinde, akçaağacın ötesinde, kocayemişin dibinde, hatta intikal halinde bile, boş kaldıkça sevişip duruyorlar. Sonrası da kaçınılmaz olarak yabandomuzu patlaması. Karanlığın göz alan parlaklığında birbirinin üzerine binen gölgelerin sayılarını tam olarak kestiremiyorum. Çok uzaklarda kırılan dallar, itilip kakılan çalı çırpının çığlığıyla kendini ele veren fil özensizliği, harekat alanına yaklaştıkça parmak üstü intikal eden tilki çevikliğine dönüşüyor. İşitilmeyen sesler çıkaran yakın varlıkları, bedenimi sezdiklerinde çılgınlar gibi uzaklaşmadan önce saldıkları acı homurtunun dağılan dalgalarıyla birlikte birden kavranılamaz hale geliyor. On’ar bireyden oluşan çeteler halinde intikal ediyorlar. Ayın geceyi ışıldak gibi aydınlattığı dönemlerde daha da cüretkar olabiliyorlar. Gıda peşinde bereketli tarlalara doğru talan peşinde daimi taktik akın hali yaşam tarzları olmuş artık. Moral motivasyonları en üst düzeyde. « Sevinçle ölürüz, yeter ki bunun sözü edilsin » der gibiler.
Dost durumu. Hat düzeni içerisinde yirmiye yakın çift göz yan yana dizildik ve mermi namluda, önceden domuz eti yedirilerek bu işe hazırlanan azgın köpekler tarafından bize doğru sürülmelerini bekliyoruz demek çok isterdim ama vaziyet hiç de öyle değil, gecenin bu en kimsesiz derin uyku saatinde gözlerim kapandı kapanacak ve iki kolum iki bacağımı saymazsak bir başınayım. Her farklı konumda zaman geçtikçe daha da ağırlaşan düştü düşecek otomatik tüfekte biri namluda, 3’ü kundakta yedekte 3+1 fişek var. Hepsi de tek’li diye adlandırdıkları, 450 metre/saniye hızla hedefe giden yaklaşık 30 gram ağırlığındaki tek kurşun cinsinden. Ete daha kolay girmesi için ucu hafifçe sivriltilen küçük sert kütlenin yan taraflarına, yivsiz namluda dönerek hız kazansın diye yiv açılmış. Buna karşın çok yakından ölüm bölgesine denk gelmezse bu çok güçlü yaratığı devirmesi pek mümkün değil. Daha önce çamların arasında masanın altında uyuklarken buzağı boyutunda bir karaltıyı dutun altında yaklaşık on beş metreden vurmuştum ama yaratık hiç de oralı olmadan öfke dolu homurtularla beş saniye içerisinde elli metre irtifa kazanarak kalan soluğunu orman şeridinde almıştı. Kulağının arkasından vurduğum bir diğer dişinin ölmeyip sırf vicdanımı harekete geçirip beni imana getirmek için kafasını saniyelerce toprağa vurduğunu, bana nasıl bir diğer fişeğe mal olduğunu anlatmayacağım. Bütün bunların gereği var mıydı, yoksa herkesin bu kimsesiz saatte yaptığı gibi gidip uyumalı mıyım der gibi bir halim var.
Bir adım ilerleyip beş dakika ortamı dinliyor, bekliyorum. Yüzlerini göstermeyen garip kuşların bir türlü cıvıltıya dönüşemeyen kesik solukları işitiliyor. Ali Rıza’nın yanılan bir horozu, sağına soluna bakıp yeniden uykuya dalıyor. Bu eksik ıslık ise baykuş olmalı. Gece yarısı ile birlikte araba, müzik uğultusu, tren motoru gibi uzak beşeri gürültüler gittikçe kesiliyor, ışıkların yansıması kısmen azalıyor. Ses çıkarmamak için ne kadar özen göstersem de, üzerime giydiklerimden arda kalan açıklıklara arsızca saldıran sivrisineklerin vızıltısı, giderek daha hızlı çarpan kalbimin çarpıntısı, aynı konumda kalmaktan yorulan bacaklarımın ağırlığı, beni istemeden daha küçük devinimlerde bulunmaya zorluyor. Kolumu dinlendirmek için namluyu toprağa dayasam da bu kara kütlenin yorucu etkisini ancak bir süreliğine öteleyebiliyorum.
Bunlar bu işi doktrin haline getirmişler. Özellikle hafta sonları kalabalık sürek avlarının düzenlendiği, maki diplerinin boş fişeklerle kaplandığı dönemlerde böyle bir ortam yoktu. Yirmi yıl önce böyle bir şey yoktu. Hep vardılar ama bu kadar gözleri kararmamıştı. Artık korkmuyorlar. Biz geriledikçe onlar daha da üzerimize geliyorlar. Kırılan cevizler, talan edilen kavunlar, mısırlar derken gün gelecek evlerimizin içine de girecekler. Teker teker çok uzaklardan ayrı ayrı yola çıkarak, tam da yanı başımızda birden ortaya çıkıp buluşup çoğalarak çoluk çocuk tam bir aile oluyorlar. Derin koyaklarda gün boyu uyuyarak güç biriktirdikleri, ikindi ezanıyla güvenli alanlarını terk etmeye başlayarak, akşam ezanıyla düşman bölgesine ağır ağır yaklaştıklarını biliyoruz. Zamanla yaban ağaççıklar arasında ışıkları olup da her nedense yanmayan birer otobana dönüşen izleklerini, ortamlar arası geçiş noktalarını az çok kestirebilsek de, her defasında bir başka yoldan intikal etmeyi akıl edecek kadar yaratıcı oluyorlar.
Milli Park’ta utanıp sıkılmadan piknik örtümüzün üzerinde tepinenleri sanki ayrı, bu çift azılı kara maskeli vur-kaççılar apayrı bir tür. Zihinsel olarak yıkılıp teslim olmamı bekliyorlar. Biri iyi domuz, ötekisi kan emici talancı kötü domuz temsilinde, şaşırtacaklar, yoldan çıkaracaklar aklı sıra. Biri güneşin aydınlığında, diğeri ışıksızlığın kara girdabında. Birinin şirin barışçıl evcil tavırlarına bakarak, biricik yaşam alanımı darülharbe çeviren diğerine vicdan göstermek yapılacak en büyük hata olur.
Neymiş, her seferinde iki ila yedi yavru doğurarak pıtırcık gibi çoğalan bu iri hayvanların nesli tükeniyormuş. Toprağı eşeliyorlarmış, doğaya yararları dokunuyormuş. Bu düzeneğin diğer masallarına olduğu gibi, av yasağını, reddedilen sürek avı taleplerini kınıyor, bilimsel verilere göre değil de piyasa gereklerine, ekonomik duruma göre belirlenen önlemlere, olgu sayılarına, etkinlik oranıyla oynanan aşı cambazlıklarına da hiç ama hiç inanmıyorum. Ama bu tavrım gittikçe ağırlaşan durumu değiştirmiyor. Her geçen gün daha önce aşılmaz sandığımız engelleri aşıyor, harekat alanlarını genişletiyorlar.
Baharla birlikte emekle işlenen toprağa parmaklarımla özenle itelediğim kavun tohumlarının patladığını görmekle iş bitmiyor. Biri çıkmazsa diğeri çıkar öngörüsüyle her öbeğe iki üç tane atılan tohumlardan çıkan sürgünler koparılıp teke düşürülür. Sürgün biraz gelişti mi çevresi çapalanır. Sonra yağmurların çekilip toprağın kurumasıyla birlikte sulama faslı başlar. Suyla birlikte fide çevresinde oluşan kaymağı kırmak için yine çapa. Yalancı çiçek, gerçek çiçek derken meyve oluşmaya başlar. Ardından daha önce hiç ortada görünmeyen hınzır yaratıklar, örgütlü hırsızlığın cazibesine kapılarak, ekili alan çevresine çekilen elektrikli çit telini dahi bir şekilde aşıp bir gece içerisinde ortalığı darmadağın ediverir gider. Çift toynaklı izler fail konusunda şüpheye yer bırakmaz.
Elektrikli çit teli, birbirine on metre uzaklıkta arazinin çevresine çakılan odun kazıklara iki seviyede tutturulan plastik borular içerisinden geçirilen üç sıra tele, bu iş için tasarlanmış küçük kutucuktan kısa aralıklarla verilen 25 000 volt dahi yeterli olmuyor. Çünkü cihaz ıslak burnuyla tellere değmesi ilkesine dayanıyor ama bu yaratıklar öte taraftaki yiyeceklerin kokusunu alınca yoldan çıkıyor, bir şekilde yandan ittirerek ya da götüm götüm ilerleyerek çarpılarak öte tarafa geçiveriyor.
Onları yok etme kararımın kuramsal dayanağı tevrat ya da kur’an da olmayacak, merak etmeyin. Ama yine de manevi altyapımızı güçlendirmesi açısından bu hınzır hayvanın kutsal kitapta « fısk » (el-Mâide 5/3) ve « rics » (el-En‘âm 6/145) olarak anıldığını hatırlatayım. Bunlar ne mi demek? Ne önemi var, belli ki lanetli ve kötü.
Şiddet tartışılır mı? Herhangi bir yaşamsal olayı düşündüğümüzde, biyolojik olan en dar anlamına göre bile olsa, şiddet ve yaşamın eşanlamlı olduğunu anlarız. Filizlenen ve donmuş toprağı yaran buğday tohumu, yumurtanın kabuğunu çatlatan civcivin gagası, kadının döllenmesi, bir çocuğun doğması şiddet ile ilgilidir. Ve kimse, çocuğu, kadını, civcivi, tomurcuğu, buğday tohumunu tartışma konusu etmez. Şiddet yaşamın ayrılmaz parçası.
Besin piramidimiymiş, yok toprağı eşeleyip karıştırıyorlarmış da havalandırıyorlarmış, yiyip yuttukları solucanların hakları bir yana kardeşim bunlar hiç olmadık bir zamanda ortaya çıkıp benim emeğimin üstüne konuyorlar, her şeyi silip süpürüyorlar, ceviz incir fidanlarının dallarını kırıyorlar, tam da ağaç diplerinde toprağı eşeleyerek dip zeytinleri dağıtıyorlar, ekinleri eziyorlar, bu nasıl doğaya katkı? Bunların işi hep zarar ziyan, varsa yoksa yağma, bin bir emekle ürettiklerimize el koymak.
Bütün bu olan bitene sessiz kalıp, izin mi vereceğiz? Bu kara senyörler ürünümüze el koymaya devam mı edecek? Nereye kadar? Kendimizi, varlığımızı ürettiklerimizi savunmayacak mıyız? Neymiş şiddet kullanmak onların ekmeğine yağ sürüyormuş. Zaten istedikleri de buymuş. Kombine tel örgülerle sarıp sarmalanmış mülkleriniz, sırça köşkleriniz tehdit altında değil tabi. Mevcut halini koruma, devinimsiz, edilgen kalma, elini taşın altına (ya da çelik çengelin ardına) koymama adına zora zorla karşılık vermekten kaçınanları tercihlerinde yapayalnız bırakırken, bizi etkisizleştirmeye yönelik kulağımıza fısıldananlara teslim olma niyetimiz yok. Geçmişte nasıl üzerine kitaplar yazıp çok da düşünmeden birden gözümüzü karartarak çizginin öte tarafına geçtiysek bugün de aynısını yapmamızı engelleyebilecek hiçbir şey yok.
Av değil ki bu yasak olsun. Kendi toprağımızda savunma mevzisindeyiz. İnsanları bütün bu olan bitenler karşısında hizaya getirmek için kurulan bir düzenekten ibaret olan devletin şiddet tekeli çok meşru da benim emeğimle ürettiklerimi bu kimliğini dahi gizlemeye gerek duymayan umarsız gölgelerden savunma hakkım mı gayrimeşru? Zaten çok da derin gerekçelere, dayanaklara ihtiyaç yok. Mağdur olarak salt intikam duygusu dahi yapacaklarımızı karşılayacaktır.
Tarihte şiddetten sakınmamız mümkün değil. Adaleti her zaman tarihsel şiddette aramak gerekecek. Adalete rağmen onun içinde yapılacak bu.
Çoktan öteki taraftayım. Tereddüde yer yok. Tetik parmağımla emniyeti açtım bile. Soluk alışım hızlandı. Namlu yükseldi. Birazdan cümbüş başlayacak. Kulalarımız boğuk bir uğultunun çığlığına boğulacak. Sis basacak ortalığı; yıldızlar bir an için toprağa değecek ve kızıl ışıklarla kaçışan göktaşları tıkanan gündelikte yepyeni görüngüler açacak önümüze.
Ya mücadele, ya ölüm, ya kanlı savaş, ya da yok olma!