Bostanımı işliyorum
Gurbetteki ilkokul defterlerimin en güzeli. Öylesine ki bugüne tek o yadigar kalabilmiş. Küf kokuyor, ama küflenmemiş. Plastik kırmızı kaplı. Üstelik de Ahlak defteri.
Sayfaların biri çizgili, diğeri bembeyaz bildiğin kaliteli kalın resim kağıdı. Defteri açtığında konuyu işleyip notlarımızı alıyor, karşısına da aynı dersin sonunda verilen boş zamanda keçeli kalemle ne anladığımızı resmediyoruz. Genelde okuldan, hele çocuk halimle dışlandığımız gavurun memleketinde, özellikle de her Çarşamba öğleden önce zorunlu gittiğimiz havuz faslından ne kadar nefret ediyorsam, bu Morale dersinden o kadar hoşlanıyorum.
Oldum olası beynimde kırk tilki dolansa, aklıma hep kötü şeyler gelse de çok ahlaklıyım.
Diğer derslere giren asıl sınıf öğretmeninin sevimsiz yüzü ve katı disiplini, dersin günün hangi aralığına denk geldiği, bu derse giren hocanın tavrı gibi farklı etmenler de etkili tabi. Hani şu çiş izni istediğimizde bizi azarlayan o yüzden bir gün altıma yapmama neden olan kadın. Bir de ancak gözlerimle temas kurabildiğim, uzun sarı saçlı erken gelişmiş gül yüzlü İsabelle Apt (soyadındaki harfleri tek tek saydığımızda « osurdu » anlamı çıktığından, arada duymamasına dalga geçtiğimiz…) var. O da bu dersi çok seviyor.
Hangi konuları mı işlemişiz? Dayanışma-Meşruluk-Adalet kavramları, hafta sonu özel haberler (27.09.1975’te sabah 5’e doğru ranza yatağımdan düşüp, ağabeyimin yatağının demirine kafamı vurmuşum), davranışlarımdan sorumluyum, Gandhi, kendine hakim olmak, çevre kirliliğiyle mücadele, katledilen panda yavruları, yaşlılara saygı (1975 yılında körpecik beyinlerimize 2030 yılında kaç yaşında olacaksınız diye sorulmuş, 65 yazmışım –hedefe az kaldı–), sözünde durmak, dürüst olmak, Albert Schwitzer, güvenilir bir birey olmak, sabretmek, 4 Temmuz 1775 (ABD’nin bağımsızlığı), olimpiyat kardeşliği, reklama karşı olmak ya da olmamak, Anneler günü, evimde mutluyum (en sevdiğim köşe olarak TV karşısındaki koltuk diye yazmışım!), Babalar günü…
Gelelim günün konusuna...
Defterin ortasında ağırlıklı toprak rengi tonlu en güzel resmin yer aldığı konu « bostanımı işliyorum ». Koskocaman bir ağaç, cayır cayır basit bir sarı güneş, toprağa gömülü kök kısmını da kesit olarak gördüğümüz iri havuçlar, ellerinde söktüğüm yabani otlar olan eblek yüzlü « ben », bir ayağının yere değdiği yerden sarı çiçek bitmiş bir sandalye. Yani ilginç bir şekilde 50 yıl öncesinden bugünkü halimi görme durumu. Aradan geçen onca yaşanmışlığa rağmen değişmeyen hakikat, aynı hiçlik, aynı boşluk. Güneş her yıl daha bir yakıcı, elimde havuç yerine acur, sandalye üzerinde dinlenen yüz’e merdiven dayamış annem, yabani otlar, artık çokluklarından varlığını unuttuğumuz çınar ağaçları, uzak yakın yaratık sesleri.
1975, yani girdiğimiz yeni yılın, karşıma işlenecek yeni bir bostan olarak çıktığından hareketle, « çiftçi nasıl iyi bir hasat için tarlasını işliyor, yabani yani kötü otları köklüyorsa, benim de mutlu bir yaşamı hasat etmem için hatalı yanlarımı düzeltmem gerektiği » vurgulanıyor. Bunun için özeleştiri yaparak kendi hatalarımı sıralamam istenmiş. Ben de hiç sıkılmadan, çok zorlanmadan hemen uzun bir paragraf oluşturmuş, ders sırasında dalga geçiyorum, defterime yeterince özen göstermiyorum, rahat duramıyorum, ders sırasında arkadaşlarımla konuşuyorum, sinirlerime hakim olamıyorum diye yazmışım.
Bu bostan işleme, yabani otları yolma ahlakı muhabbeti Candide’e (Candide ya da İyimserlik) kadar dayanıyor. Voltaire’in, Liebniz’in iyimserlik felsefesini eleştirmek için 1759’da yazdığı serüven kitabında kahramanımız saflığın timsali Candide, Almanya’dan Hollanda’ya, Portekiz’e, Amerika’ya, Fransa’ya, İtalya’ya ve en sonunda bir sürü badire atlattıktan sonra esir olarak Türkiye’ye gelir. Bir süre sonra serbest bırakıldığı sevgili yurdumda tanıştığı ağaç altında dinlenen derviş ona yaşamın anlamını (ya da yüze çarpan boşluğunu) özetleyerek, « çalışma bizden üç eksikliği, can sıkıntısını, kötü alışkanlıkları ve yoksulluğu uzaklaştırır » diyerek nasıl krallardan bile daha mutlu yaşadığını anlatır. Candide böylece « bahçemizi işleyelim » düsturunu öğretir.
Usanmak bilmeyen, anlamsız bir yinelemeden ibaret kendisi de ottan sayılabilecek hayatım, ayaklarıma ve yurduma dolanan kötü otları yolmakla geçse de, bazı durumlarda, kimi zaman zorunlu olarak, kimi zaman da çaresizlikten, « sürdürülebilirlik » adına onlarla birlikte yaşamayı bile öğrendim. Bu ahlaklı olma ya da kendini bilme mücadelesi, son günlerimde, kışı fazlasıyla işgal eden zeytinlerden sonra yazın diyar-ı harp haline getirdiğim dere kenarındaki bostanımla bilfiil vücut bulmaya başladı.
En kötü alışkanlığım olan ve öyle hiç ulvi anlamlar yüklemeden sadece hayatta kalmakla özetlenebilecek yaşamımda can sıkıntım azalmasa da, sadeliği ya da yoksulluğu –kimilerine göre cimriliği– karakter edindim. Çalış çabala, en sonunda zirveye vardığında tepetaklak aşağıya yuvarlanan kayanın altında kalan ben, yine imanımı gevreten yabani otlar, sağdan soldan bostana dalan yağmacılar.
Hiçbir emek sarf etmeden, üretilenleri utanmadan kendine müktesep hak görüp malı götürenleri kendi ahlaki sıkıntılarıyla bir yana itelemeyi başarsak da, yaban domuzlarına elektrikli çitin anlamını ve önemini kısmen öğrettiysek de, zararlının biri gidiyor, diğeri geliyor; günün en sıcak anında ortaya çıkan kaplumbağalar, telin üzerinden atlamayı öğrenen boz tavşanlar, sağdan soldan, ağaç dallarından cesur sortilerle « sahaya » dalan alakargalar, karatavuklar, vur-kaç uzmanı kendini şirin sanan sincaplar. Her birinin çapına göre hak ettiği bir karşılığı, bir mücadele yöntemi var.
Mayıs’ta, fırsat buldukça bilmem kaç kat sürmenin ardından pelte haline gelen ve her yıl daha da büyüyen ceviz ağaçlarının dallarının kısmen örtmeye başladığı bostanı bir metrekare dahi boş bırakmadan tohumlarla, fidelerle bezedikten sonra, kimi zaman kendiliğinden, kimi zaman nemle, çiğle, yağmurla ya da vahşi sulamayla hiç beklenmedik bir şekilde yeşeren yabani otlar kaçınılmaz olarak ortalığı sarıyor.
Her bir ot sülalesi belli bir bölgede kümelenmekle birlikte, her birine arazinin herhangi bir yerinde rastlamak mümkün. Ağaç aralarında köklenmeleri şart olmayabilir. Ama bostanda durum çok farklı, diktiğim yeni boy veren bitkilerle ölümcül bir rekabet söz konusu. Bu zamana karşı yarışta meydanı boş bırakmaya gelmiyor. Dağınık kök yapısı nedeniyle köklemenin hiç de kolay olmadığı boz tarla sarmaşığı (convolvulus galacticus), önce ince sevimli sarmaşık sürgünleriyle boy veriyor, sonra boylanan fidelere sarılıyor, eğer elle yolmada koyverilip mücadele edilmezse ortalığı tamamen sarıp borazan gibi küçük beyaz çiçekler açarak zaferini taçlandırıyor.
Olanağını bulduğu andan itibaren diğer insanlarla ilişkisini olabildiğince kısıtlamaya çalışan biri olarak, « kötü otlarla » mücadele o kadar da güncel bir kaygı olmayabilir diye düşünülebilir. Ancak bu uzak ve medeni olmayan coğrafyada bile şer, kimi zaman dost, kimi zaman komşu kılığında gelip beni bulabiliyor. Neyse ki yıllar içerisinde kazanılan deneyimle bu nahoş hallerle daha kolay baş etmek mümkün olabiliyor. Yaklaşım tarzım yine aynı. Burada da karşımdaki en fazla benim kadar kötü olabilir. Dolayısıyla aynaya baktığımda en zayıf haliyle neyle karşı karşıya olduğumu gayet iyi görüyorum.
Toprak üstü ot, altı ise tam bir karın ağrısı olan kötülüklerin efendisi kanyaş (sorghum Halepense) tam bir baş belası. Üstten büyüyünce şeker kamışına öykünen gövdesini asılıp çekip köküyle çıkardığı yanılsamasına kapılsan da, asıl toprağın içerisinde kırmızı siyanür lekeli bir kök şebekesi yürüyen orman gibi yeraltından sessizce ilerlemektedir. Kütürdeterek tümüyle çekip alayım diyorsun ama boğum boğum içi su dolu beyaz kök kırıldığı yerden –ki kolay kırılıyor–toprak altında yine boy vermeye devam ediyor. Yani lanet olası otun kendisi gibi sıkıntısı da çok yıllık. Hem de birçok. Kökü resmen zehirli. İneği bile belli bir oranın üzerinde zehirleyebiliyor. Siyanhidrik asit –HCN- diyorlar buna, hani bademe acılık veren madde.
Kanyaş gibi toprak altından benzer şekilde bir kök yapısına sahip olan ayrık otu (agropyron repens) ise biraz daha küçük olmakla birlikte daha yaygın ve inatçı. Ev çevresine diktiğim kayısı, hurma gibi meyve ağaçlarının toprak altında köklerini sarıyor, tüm suyu ve besinleri sömürüp bitkiyi kurutuyor. Yağışın bol olduğu dönemde sanki seyrek bir çim ekilmiş gibi, kısa, yemyeşil sürgünler veriyor. Oysa bal gibi ayrıktır, toprak altından sessizce nemi bulur ve burayı tamamen kuşatarak sömürür. İstediğin kadar kökle, temizle, kanyaş gibi yeraltından ilerleyen kökünden bir santimlik bir parça bile yeniden dirilmesine, cümle alemin köküne sarılmasına yetiyor.
Yabani ot istenmediği yerde biter ve hızla köklenir. Biraz oyalanıp zaman geçirilirse, gelişen kökleriyle toprağa daha bir güçlü sarılacağı için çekilip atılması güçleşir. Yok sürdürülebilir yaşam, seçim zamanı ateşkes, toplumsal uzlaşma vesaire gibi gerekçelerle bu daha da ertelenirse çiçek açar, çiçek tohuma döner, binlerce tohum toprağa düşer ve ilk fırsatta biri gider, bini gelir. Gördüğün ve yakaladığın yerde sökeceksin. Sen affetsen bile, o affetmeyecektir.
Çatal otu, kılçık otu, yeni açılan bakir bereketli topraklarda yeşeren, büyüdüğünde boyumu aşıp üstüme devrilen kütür kütür Meryem dikeni, tabi ki düşmanlarımızı tanıyoruz. Sessizliğimiz kimseyi yanıltmasın. Elde çapa varsa onunla, yoksa keserle, makasla, ayakla, dirsekle, topla tüfekle elden geldiğince darbemizi vuruyoruz. Yabani ot toprakta kolay bitiyor, ama tükenip bitmiyor mübarek. Yaşam boyu bitmeyen üstüme yuvarlanan koskoca bir azap.
Sirken, turp otu, hardal otu gibi kışın ya da baharda bazılarını afiyetle yesek de bostana her zaman « hoş gelen » Omega üç içerdiği rivayet edilen yabani semizotunun (Portulaca oleracea) bereketini anmadan geçmeyelim. Diğerleri gibi değil. Sulanan arıkta, nem kapan sağında solunda boy verdiğini gördüğünde insanın içine bir serinlik düşer. Bostanın ilk günlerinden güz dönemine kadar inatla biter. Kendiliğinden çıksa da, ilginçtir kabaktan önce bostanın ilk ürünüdür. Sevgili semizotu.
Düşmanlarımızın çoğalmasına ya da aksine ortadan kalkmasına sevinerek avunduğumuz anlıkta, gün gelecek, her gün hasat ettiklerimi ne yapacağım derdine düştüğüm, işleyecek bostan da kalmayacak. Hadi bostan kalsa, bu kez bizde çalışacak hal kalmayacak. Belki de kuyuda su bitecek. Kökleyecek ot, öldürecek düşman, her türden talancılar, gece uykuya dalarken ısrarla yinelenen intikamlar geçidi kalmayacak. Güneş solacak. Yabani otmuş, düşmanmış, mücadeleymiş, zamanla hepsinin giderek tükendiğini bildiğimiz zamanı bir tür öldürme, asıl ve tek hakikati perdeleme gereci olduğunun anlaşılması gerektiği an gelecek. Olsun. İyimserlik için değil, sırf anı geçiştirmek için, bunu bilsem de bostanımı işlemeye devam edeceğim, gittiği yere kadar.
Giren de, çıkan da Candide’e olsun.
Bostanımı işliyorum. Çünkü ben çok ahlaklıyım.