Skip to main content

Oyun içinde oyun

Zaten mevcuduyla kalabalık olan hanenin en kimsesiz anlarıyla buluştuğumda, tek başıma uzun süreli bir oyunu başlatmanın iştahlı hevesi bir çırpıda içimi sarıverirdi.

Öyle birden bire, sorgusuz sualsiz, kurmasıyla toplamasıyla zahmetli bir girişim cesareti. Yere yakın olduğum devirlerde –ki bu dönem olağanın ötesinde patolojik olarak uzun sürmüştür–, kesintisiz bir zaman boşluğunu yakaladığımda, bir öncekine benzer, onun devamı olmayan, ondan farklı bir oyun kurgulama cesareti bulurdum. Dizler yamalı mı, yoksa kısa pantolon mu, hangi yaş dönemi olduğu önemli değil; 1/48’lik askerlerin torbası dolaptan bir çırpıda çıkar, her birinin sayısı farklı olan birlikler ayrılır, evin en kuytu ayak basılmadık köşesinde (böyle bir yer var mıydı gerçekten?) en gerçekçi film platosu bir çırpıda kuruluverirdi. Konsept ve planlama yaşanmakta olan gündemle koşut olarak bezenmiş bir halde zaten 24 saat kafamda her daim hazır. Yer seçilmiş. Üzerinde çok mobilya ve engel olmayan kılları fazla uzun olmayan bir halı üzeri olmalı. İzinler ve ruhsatlar bir şekilde alınmıştır.

Çok kültürlü olduğuna gün geçtikçe kaçınılmaz olarak bizzat daha da yakından tanık olacağım seçkinci bir sülalenin, çok seçkinci ailesinin en küçük seçkin olmayan zırcahil tek bireyi olarak kitaplarla her zaman haşır neşir olmuşumdur. Boru değil tabi, en çok çalmayı başaran, en çok boş zaman birikimine sahip olan sınıfın kültürü bu, öyle hafife almaya gelmez. 

Daha da küçük yaşlarımda sayılı matchbox demir arabalarımı bir sandalyenin, bir koltuğun ya da yatağın yüksekliğinden itibaren kapaklarını birbirine ekleyerek yaptığım eğimli pistte yokuş aşağı salarak gösterişli ve hasarlı yarışlar düzenlerdim. Pistten çıkmadan, takla atıp tosbağa gibi ayakları havada kalmadan en aşağıya en hızlı inen kazanırdı.

İlim irfan, Carson Davis'in altı yeşil ciltlik serisi dahil (hani bizim olmayıp da depoda mevcudumuza katılan o ayıp) kitaplar, içlerinde gizlenen öyküler oldum olası hayal gücümü geliştirdi. Zamanla, tahayyülümde kuş bakışı ev olarak kurguladığım roman boyutu kitapları halı üzerinde Priene gibi ızgara tipi dizerek, halıyla yeksan oyun platosunda, ciddi ciddi sokakları olan küçük köyler, ilçeler tasarlamaya başladım.

Bir ölçek kitaplar caddeler boyu dizildikten sonra az sayıdaki araçlar yerlerini alır. Hep birbirine benzeyen senaryo uyarınca karakol, belediye, başkanın heykelinin dikildiği meydan şekillenir, zenginlerin, valinin, örgüt sempatizanlarının evleri belirlenir. Minnacık ama her birine bizim bile şu etli kanlı altından kolayca kalkamayacağım devasa anlamlar, sorumluluklar yüklenen plastik askerlerin her birinin menşeine göre bir rengi vardır. ODUKO-C gerillaları, İkinci Dünya Savaşı Afrika cephesinde çarpışan kısa pantolonlu, kısa kollu üniformalarıyla İngiliz askerleri sütlü kahverengidir. Kimisinin elinde üstten şarjörlü Bren makineli tüfekleri vardır. Yine aynı savaşın İtalyan askerleri gridir. Son alınan 1/48 kutusu olduğu için mevcudu en kalabalık birliktir (askerler küçük olduğu için geniş bir alana yayılan kurgularda sık sık personel kaybı olur, akıbetleri muhtemelen bir elektrikli süpürgenin toz hanesinde fark edilmeden çöpte yitip yok olmak olurdu. Zayiat.) Bunlar olayların kitleselleşmesinden sonra yakın illerden destek olarak gönderilen toplum polisleri olacaklardır. Aynı renkte ama en eski alınanlardan olduğu için sayısı bir düzineyi geçemeyen eli Winchester tüfekli Amerikan İç Savaşı’ndaki Kuzeyliler yerel polislerdir. 1800’lerin İngiliz askerleri ki sarı plastiktendi, kitle olayları sırasında sokağa dökülecek, daha sonra silahlı çatışmalara da girişecek olan iktidar yanlısı partinin sempatizanlarını temsil eder. Yeşil renkli Vietnam Savaşı’ndaki Amerikan deniz piyadeleri son alınan kutulardandır ve mevcudu (yaklaşık 50) o an itibariyle eksiksizdir. Bu askerler, durumun kontrolden çıkması üzerine son çare müdahaleye çağrılan askerlerdir. Olaylar boyutlandığında zırhlı araçlarla ve helikopter desteğiyle yerleşimi işgal edecekler, çok ama çok kan dökeceklerdir. On’a yakın toprak rengindeki İkinci Dünya Savaşı’ndaki İngiliz komandoları ilçeye sevk edilen özel harekatçılardır. Ki bazılarının elinde sten makineli vardır, doğrudan infazlara, yerleşimden halının en ücra köşelerine adam kaçırmalara girişeceklerdir. Geriye kalan kaybola kaybola mevcudu tükenmiş tek tük öksüz asker yerel halktandır.

Senaryo her zaman öngörüldüğü gibi gelişmese de ana hatlarıyla baştan belli gibidir. Ya da biz öyle sanırız. Kentte parlayan kıvılcım, bir ordu nüvesi halinde olan kırdakilerin (yani bizim sütlü kahverengi Afrika’daki İngilizlerin) de kente inmesiyle silahlı bir boyut kazanacak, yerel yöneticiler, varsa kaymakam kaçırılacak, karakol silahsızlandırılacaktır. Oyundan oyuna, duruma, kalan zamana göre PASS’ın aşamaları birbirine karışsa da iş nihayetinde daima bir ölüm kalım halk savaşına dönüşecektir (Ya özgür vatan, ya ölüm!). Birinci aşama gelişen teknolojiyle (her köşe başında gelişmiş kameralar, yüz tanıma sistemleri, yapay zeka, Clearview AI vs.) kentlerin harekat alanı olmaktan çıkmasıyla ters yüz olmuş, öncelik sanki kırlara geçmiş gibidir. Evin halıya göre daha yüksek irtifadaki noktalarından zemine doğru gelişecektir yani.

İkinci aşamada gelişen kır, çevre ilçelerden kente geçiş yapar. Üçüncü aşamada kır yaygınlaşır kent gelişir. Dördüncü aşama çok dile getirilmese de bir anlamda kendiliğinden oluşan kırdaki kurtarılmış bölgelerle, kentler kuşatılır (yani bizim kitaplar arasındaki sokakların özgürleşme anı yakındır). Son aşamada her alanda topyekun halk savaşı verilir (oyun dağılmak üzeredir). Her iki taraf da ağır bedeller öder. Kent darmadağın olur. Sonra kendilerine çarpan küçük bir cisimle yere düşenler daha iyi sayılmak için yan yana dizilirler, kalan sağlar ki ayaktadırlar hükümlerini sürdürmek için zafer edalarıyla adeta algoritmik olarak birkaç ölçek büyürler. Ama öyle ağır bir felaket yaşanmıştır ki artık oyun bile ayakta kalmayı başaramaz, tükenir biter.

Yoldaşlar, dostlar, arkadaşlar, gülüşler, sohbetler, çaylar, emin bakışlar, ortak öfkeler. En iyilerimizi veririz toprağa. Yüzlerce beden mermi olmuş mekanizmaya sürülmüştür. Ölmüşlerdir ama yenilmemişlerdir.  

Bütün bunlar bal gibi yaşanmış gibidir, baştan sona tüm ayrıntılarıyla aklımdan geçenlerdir, ama yaşam her zaman olduğu gibi kendi bildiği senaryoyu rastgele uygular. Güpegündüz, hiç beklenmedik bir noktada kör bir virajı döner dönmez polis çevirmesine düşersin. En temiz olduğunu sandığın anda ikili bir takip yersin. Güneş doğması gerektiği sırada birden ortadan kaybolur, çok uzaktan belirgin bir ses gelir, kapı çalar, otomatiğe basılır, geç gelmesi beklenen erken gelir; bambaşka bir gerçeklik içerisinde akıyor gibi görünen dış dünyadan aniden gelen bir uyaran, tam karşımdan, alnıma küt diye çarpar. Afallarım. Hiç beklemediği bir anda taşla vurulan kuş gibi önce bir sendelerim. Bütün kurmacalar bir anda dağılıverir, torbaya geri döner, bir sonraki kurguya kadar umutsuzca tıkıştırılır.  

Ya da sessiz sedasız masa başındaki her zamanki yerinde elinde kalem daima bir şeyler yazar gibi yapan adam, birden zamanı gelmiş olan pembe dizinin sesini yükseltmek üzere odanın diğer köşesindeki televizyona doğru halının çaprazından aceleyle giderken halının köşesindeki köyün içinden geçer. Tökezler ama düşmez. O yılların deneyimiyle da bu oyuna antrenmanlıdır çünkü. Bir tür deja vu depremdir terliğin altında yaşananlar. Arabalar, evler, mini minnacık plastik adamlar, bir daha aynı konumda bir araya getirilemeyecek şekilde taktik nükleer bombaya maruz kalmış gibi dağılıverir giderler. Ne suni denge, ne PASS, ne halk savaşı, geriye hiçbir şey kalmaz.  

Ya da bütün bunlara gerek kalmadan, senaryoya yoğunlaşmam dağılır, olur olmaz bir yer aklıma bir şey takılır, bütün bu çabalar, kurması bile yaklaşık bir saat alan bu yapım bir çırpıda anlamsızlaşır, iç sıkıntısı kurguyla dağılmayan gündeliğin kara bulutlarından çakan şimşeklerle büyü bozulur, oyun, önlenmesi olanaksız güçlü bir tufana tutulur, kitaplar hızla yatay düzlemden dikeye geçerek az bir sapmayla alındıkları yerlere aynı şekilde geri konur, askerler, oyuncular, arabalar renklerine bakılmaksızın avuç avuç torbaya tıkışır. Karanlık sevdalısı boy boy kalorifer böceği kuytu köşede gecenin kör saatlerini bekler durur. Guguklu saat başında tıklar ama vurmaz; kuş çıktığı yere kaçmış, eşit ağırlıklı zincirler boşalmış, zaman bozulmuştur.

Sırada yaşanması gereken yeni yerine hazırlanır, hiçbir şey olmamış gibi plastik hayat devam eder görünür. Göz göze gelmemeye dikkat eden kara dumanlı vapurlar, sahnenin hemen üzerinde birbirine yaslanarak ancak ayakta duran, yıkıldı yıkılacak incecik camların ardında bir noktadan diğerine 1/1’lik yaşamlar taşır. İki koca duba arasına sığdırılamayan demir sürükleyen koskoca yaşamlar. Vitrinin içindeki ulus ötesi bebekler, fotoğrafa tutsak edilmiş ölü bir akrabanın gözünün seğirdiğini birbirine fısıldar.

Oyuncular salınarak gelir gider, bir adım bile ödün vermeyen roller kaya gibi yerli yerinde kalır. Gerçekle hayal, her bir değişimde varışı bir tur daha öteler gibi at başı farkıyla birbirinin önüne geçer durur. Özümüze işlemiş yaşamda kalma inadıyla bile bile aldanırız.  

Öyle uyarana falan gerek olmadan, aklımın bana rağmen bana karşı oynadığı oyun sıkıntısını bir şekilde bozmanın zamanı gelmiştir.

Kapı mı çaldı?