Herkese karşı tek başına
‘Göçürdüğüm’ yüz elli kiloluk yabani zeytin kökünü sırtlamaya çalışırken oluşan ve derin nefes almama engel olan ‘granddorsal’ sırt kası zedelenmesi bitiyor, sol baldırımda çekme başlıyor. Sıkıntı sıkıntıya, ağrı ağrıya, soru soruya eklemleniyor. Yeni bir güne uyanayım derken, oluklardan inen suyun şırıltısı, kulaklarıma değişik bir ortamı fısıldıyor. “İçeriden”, dışarıya bakıyorum. Işık yok. Gün doğumu demeye kırk şahit gerek: ortalığa gümüşi bir aydınlık yerleşmeye çalışıyor.
Üç gün ara vermeden yağan yağmurun devamında sabah ezanıyla kendimi dışarıya atıyorum. Güneş, beyaz kar lekeleriyle süslenmiş Söke Dağının ardına gömülmüş, çıkmaya pek niyeti yok gibi.
Ağaçların iç rahatlatıcı yeşili, toprağa çeken zifti bir karanlığın hayaletine bürünmüş. Hayıtlı boğazından Bahçecik boğazına uzanan ıpıslak vadide, ağaç kümelerinin arasından küçük bulut ve hatta duman kümecikleri bir sıkıntı gibi başıboş tavırlarda yukarılara yükselmeye çalışıyor. Yukarıda griden beyaza kadar onlarca ara tonda bulutlar değişik yönlerde seyir halinde birbirini itekliyor. Su birikintilerine damlacıklar düşüyor ancak yağmur yağmıyor; rüzgarda sallanan ağaç dallarına tutunmuş suyun esintiyle kendini aşağıya bırakması. İşitsel olmayan güçlerin korkusuna çok da uzakta patlamayan bir şimşeğin, öyle sekiz saniye filan hikaye hemen saniyesinde kulaklarıma vuran soğuk çığlığı ekleniyor: dirimin sonu! Korkunun içerisindeki korku, adımlarımın aralığını belirliyor. Çizgili sırtlanın ‘sıyırdığı’ çoban köpeğinin iskeletinin yanından onu düşünmeden, ona değinmeden geçme zorunluluğu. Bulunduğum yerle varmam gereken yer arasındaki uzaklığı, algılanabilir zaman içerisinde katetmem mümkün olabilecek mi?
Macera ne boyutta olursa olsun, yaşam dediğimiz öykü herkese karşı tek başına başlayan ve kendine karşı teslimiyetle biten, sonu daha başından belli hileli bir oyun.
Uyku öncesi kapalı odalarımıza çekildiğimizde, anında çakan bir görüntü örgüsü, ellenince uyanan ve ortalığı kasıp kavuran bir canavar gibi saplanıveriyor uslu mantığımıza. Adına her yaşamın ortak kaderi diyebileceğimiz baştan sona haksızlığa uğramış beşeri varoluşa ilişkin, aşina bir film şeridi.
Arjantinli Gaspar Noé’nin senaryo-yapım-kamera-çekimiyle bize çok tanıdık gelen görüntülü manifestosu, gölge bedenimizi bir taraftan delip geçiyor. Ara mesajlar belirdiğinde ‘kafamıza dank eden’ kesişmelerin etkisiyle, kellemiz istemdışı sallanarak gördüklerini onaylıyor.
‘Peynir ve hainlerin ülkesi Fransa’nın sakatatlarında tek başına çırpınan yalnız ve eski bir kasabın dramı’ boyunca büyük harfle koşaradım yaptığı çarpıcı sorgulamalar, zaten darmaduman olmuş varoluş kıyılarımızı dövüyor.
AHLAK : KİMİN AHLAKI?
Ahlak onu elinde tutana, zenginlere aittir. Peki her zaman haklı olan kimdir? Zenginler.
Barda ayaküstü söyleşen üç kişiden konuşmakta ve sorgulamakta olanı on dörtlüsünü çıkarıp ‘işte benim ahlakım’ der.
ADALET : KİMİN ADALETİ?
Halkın olmadığı kesin. Belki de iktidara çöreklenmiş olanların ya da daha yalın haliyle paranın adaleti.
Haklı olsan da, olmasan da aynı şey.
Onu daha sonra terk edip intihar edecek olan sevdiği ilk kadından doğma küçük kızının, ergenliği üzerinden oluşan bir yanlış anlama sonucu, sokakta yakaladığı ve suçlu sandığı bir işçiyi bıçaklar. Suçsuz işçi yaşar, ancak ‘ahlak kurbanı’ kahraman kasap hapse girer.
Yıllar sonra tahliye ile birlikte, gecikmiş de olsa, yakaladığı yerden, istemeden ‘hayat oyununu’ oynamaya devam eder. Yabandomuzuna benzer iğrenç bir kadınla ve hatta daha da ötesi bir anlamda onun annesiyle de evlenir. ‘Aile’ çatısı altında, çıkar aldı-verdisi ve kirli ayak oyunlarının cirit attığı sahte hakikat oyunlarında gerilim yüklenmeye devam eder. ‘Çalışma zorunluluğu’nun bıktırıcı rezaleti, kasabı iş aradığı şarküteri reyonlarında, yabandomuzu ve at eti karşısında, kişiliksizleştirerek dolandırır.
Philippe Nahon’un nur dolu yüz ifadesine sığan koskoca bir iğrençlik.
Sonra zorlukla iş bulabildiği huzurevinde, yakından ‘temas ettiği’ havasız kalan bir yaşlının kasılarak ölümüyle, yaşadığımız ‘değerli’ hayatın içi doluyor ya da tam tersine tamamen boşalıyor. Her an gerilmiş duran yaydan yüzümüze çarpan kaçınılmaz ölüm gerçeği.
İNSANLAR HAYVANLAR GİBİ, ONLARI SEVİYORSUN SONRA DA GÖMÜYORSUN
‘Hep yalnızsındır / Yaşarken yalnız / Ölürken yalnız”
Bu bildik bulaşık roller ve aldım-verdim hesaplarıyla ticarileşen iç bulandırıcı ikiyüzlü akran ya da ebeveyn ilişkileri çok sürmeden, çok beklendik bir biçimde ‘patlar’: Annesi önünde yabandomuzu kılıklı ‘hamile’ karısı hedeftir: karnıyla birlikte oyunun kuralları da tekmelenir ve yumruklanır. Çıkar hesaplarıyla kurgulanmış yuvanın darmaduman edilişi.
YAŞAMAK BENCİL BİR EYLEMDİR
HAYATTA KALMAK İSE GENETİK BİR YASADIR
İNSANLAR ÖZGÜR OLDUKLARINI SANIYORLAR, ANCAK ÖZGÜRLÜK DİYE BİR ŞEY YOK
Filmin ya da zorunlu yaşamın sarsıcı sonunda, birini ötekine yeğ tutmaya aday iki farksızın, yerleşik ahlaka karşı ahlakdışı ensest ile adaletsiz yaşama karşı ‘ahlaklı’ bir iradeli ölümün şaşırtmalı gel-git’i yaşanır.
Seçim ne olursa olsun, sokakta oynaşan çocukların süregiden koşuşturmalarıyla yükselerek geri çekilen kamerayla film bitiyor. Ama bizimkisi şimdilik devam ediyor görünüyor.
Ne bulut kalkıyor, ne de sise öykünen bu sinsi koyak dumanları. Dallardan süzülen suların birikintide bıraktığı izleklere gerçek yağmur damlacıkları eklenmeye başlıyor. Zaten yılın iki üç ayı akma fırsatı bulan dere, çalılıkların plastik atıklarla buluştuğu gözden ırak noktada tıkanıyor. Yamaçlardan ansızın çıkıveren karasuluklar, koskoca eski bir akarsu yatağının altında gizlice birleşip görünmeyen, ama sadece toprağın altından derin şırıltısı işitilen bir şelaleye dönüşüyor.
Böyle giderse karakışın gri beyaz sessiz buzunu kırmaya baharın renkli şamatası da yetmeyecek.
Eylem, söz, yazı; uçanı, kalanı, kaldığını sananı, zaman her şeyi toz duman ediyor...