Yabanın bağrında huzura kavuşmak
Gerçek bir yaşamı yazıya dökmek; birçok sözcük ve kurguyla dolu bir kitabı kısacık bir filme dönüştürmek. Yaşanmışlıklar her biri art niyetli usta bir yalancı olan sözcüklere yansıtıldığında, yaşanırken bile gerçekliği şüpheli olan ‘gerçek’ daha baştan terk edilir.
Bu iş yapılırken öznenin yaşadıklarından da öte, öznenin bizzat kendisinin de varoluşu yadsınır. Doğanın bağrında ilginç bir şekilde ölümle tanışan bizim rahmetli delikanlı Christopher McCandless’in öyküsünün başına da kısmen aynı talihsizlik gelmiştir. Usumuzda derin izler bırakan ürünlerle karşılaştıkça, her ne kadar şekil değiştirici de olsa yaratımdaki ‘dile getirme’gereksinimi için içimizden kimi zaman ‘iyi ki varsın’ demek de gelmiyor değil.
“Alexander Supertramp” (süperberduş Alexander) lakaplı gerçek Christopher, 12 Şubat 1968’de ABD El segundo’de dünyaya gelmiştir. İlk evliliğinden dört çocuğu olan bir fizik mühendisinin ikinci evliliğinden olan ikinci çocuğudur (Christopher ve Carine). Chris’in doğumundan az sonra Baba McCandless, ilk karısından doğan diğer oğlunu (Quinn) dışlar ve ilk karısından boşanıp Chris’in annesiyle evlenir. Chris’in Babasına karşı nefretini ve dolaylı olarak hissettiği suçluluk duygusu biraz da burada kaynaklanır. Böylelikle modern tüketim toplumunu redderek idealizm ve panteizme eğilim gösterir; insanoğlunun vardığı aşamadan bir anlamda iğrenir ve kendini toplumdan tecrit etmeye yönelir. Genç yaşlarından itibaren Henry Daviv Thoreau, Emerson, Jack London ve Leon Tolstoï’un kitaplarını büyük bir merakla okur ve söz konusu yazarların felsefi bakış açılarını benimser. 1986’da Woodson Lisesinden mezun olduktan sonra birkaç haftalığına Arizona, Virginia ve Teksas’ı içeren bir gezi yapar. Dönüşünde Emory Üniversitesi’ne kaydolur ve buradan 1990 yılında mezun olduktan az sonra ailesini terk eder.
Ailesine göre Chris, aklına taktığını gerçekleştirene kadar vazgeçmek nedir bilmeyen, her zaman çelik gibi iradeli biri olmuştu. İnatçıydı ve yakınlarının benmerkezci kişiliğine yönelik yaptığı uyarıları pek dikkate almıyordu. 12 yaşındayken babasıyla birlikte dağlarda yürümeye çıkarlar ve 3000 metreye vardıklarında rotanın devamının tehlikeli ve engebeli olduğunu görürler. Babası buradan geri dönmeleri gerektiğine karar verdiğinde Christ inmek istemez ve kendisine karşı çıkar. Yürümeye devam etmek ve dağın zirvesine çıkmak istiyordu. Babası onu inmeye zor ikna edecektir. Bu küçük yaşına rağmen çok cesurdu ve ebeveynleri çoğu zaman onu giysilerinden tutmak zorunda kalırlardı.
Chris aynı zamanda çok iyi de bir sporcuydu. Kategorisinde eyaletinin en iyi üçüncü koşucusuydu, koşmaktan büyük haz alırdı ve sıklıkla antrenman yapıp kros yarışlarına katılırdı. Lisenin Cross Country takımının çalıştırıcılığını da yapmıştır. Yaban hayatına karşı Chris’e ilk esinleri, çok sevdiği ve hiç yanından ayrılmak istemediği kırsalda yaşayan Büyükbabası vermiştir.
Üniversitede notları çok iyiydi ancak diğer öğrencilerle çok samimi ilişkiler kurmamış ve okul arkadaşlarının düzenlediği etkinliklere katılmayarak çoğu zaman odasına kapanarak kitaplarıyla birlikte olmayı tercih etmiştir. Kız kardeşinin söylediklerine göre Chris’in gitmesini önlemek imkansızdı. Ona kimse engel olamazdı. Diploma töreni ve Babasının doğumgünü kutlamalarından sonra yola çıktı. Ailesine hiç mektup yazmadı, telefon açmadı ve çıkacağı yolculuk hakkında onlara hiçbir bilgi vermedi.
Atlanta’dan Temmuz 1990’da ayrıldı. Georgia, Lousiana, Texas, New Mexico, Arizona, Kaliforniya, Oregon, Montana ardından da Kanada üzerinden Alaska’ya geçmiştir. Yolculuğunun başlangıçlarında Detrital Wash bölgesine ulaşır. Arabasını kuru dere yatağına bırakır ancak anida bastıran sağanak yapmurdan kendisini ucu ucuna kurtarırken aracı sel sularına kapılarak sürüklenir. Yolculuğuna artık yaya olarak devam etmek zorundadır. Burada Sierra Nevada’ya varır ve bir çiftlikte çalıştıktan sonra Arcata (Kaliforniya)’ya varır. Oregon yönünde Pasifik kıyısı boyunca gezer. Willow Creek yakınlarında otostop yaptığı için para cezasına çarptırılır ve dikkat etmeden adres olarak ailesininkini verir (ay sonunda eve ulaşacaktır).
Chris McCandless ardından Arizona’ya devam eder ve 28 Ekim 1990’da Topock’a varır. Colorado nehri bölgesini gezer ve Meksika’ya geçer. ABD’ye kimliksiz girmeye çalışırken tutuklanır ve 18 Ocak 1991’de bir gece hapiste yatar. Los Angeles’ten yeni bir kimlik edinir ve sarhoşlarla, berduşlarla ve sokak serserileriyle birlikte sokaklarda yatıp kalkar. Mayıs 1991’de Bullhead City’ye yerleşip üç hafta boyunca Mc Donald’s’ta garson olarak çalışır. Daha sonra gittiği Las Vegas’ın güneyindeki Salton Sea kıyısında birkaç hafta yine berduşların arasında kalır. Burada San Diego’ya geçer.
Mart 1992’de Chris Güney Dakota’ya, Carthage’e varır ve buradaki bir çiftlikte çalışarak Alaska için para biriktirir... Güney Dakota’yı 15 Nisan 1992’de terk eder ve 6 gün sonra Alaska’ya varır. Buradan otostopla kendisini Fairbanks’a götürecek Gaylord Stuckey’in aracına biner. Chris buradan güneye doğru devam eder ve iki gün sonra Stampede rotasına varır.
Söz konusu rota 1930’lu yıllarda Earl Pilgrim adında bir madenci tarafından Healy kentinin 60 kilometre uzağında bulunan antimon madeni arazilerine gitmek üzere belirlenmiştir. Denali Milli Parkının sınırları dışında kalır ve Teklanika ırmağını aşar. 1961’de bir bölümüne yol yapılmıştır: inşaat çalışmalarını üstlenen Yukan firması kullanım dışı eski üç otobüs satın alarak bunları geçici işçi lojmanına dönüştürür. Çalışmalar durdurulduğunda otobüslerden ikisinin nakledilmesine karşın bunlardan biri Healy’nin 40 km batısında bırakılır (63°52′6.25″N 149°46′9.55″O ). İşte Chris McCandless’in 1 Mayıs 1992’de yerleşeceği otobüs budur; ağırlıklı olarak tüfeğiyle vurduğu küçük av hayvanları ve yabani patates köküyle beslenerek burada yaklaşık dört ay kalacaktır ki, bunlar yaşamının son günleridir (yabanıl doğanın bağrında geçirilen 112 gün).
6 Eylül 1992’de geyik avına çıkan Ken Thompson, Gordon Samuel ve Ferdie Swanson otobüs dolaylarına geldiğinde, buradan birkaç metre ötede araçtan çıkan kokudan ve buldukları imdat çağrısından dehşete düşmüş bir çiftle karşılaşırlar. Kırık pencereden kafalarını uzattıklarında ölmüş Chris McCandless’in uyku tulumundan dışarıya taşmış kafasını fark ederler.
Sean Penn’in Jon Krakauer’in aynı adlı romanından uyarladğı ‘Into the Wild” filminde McCandless’in, yabani patates tohumları (Hedysarum alpinum) yerine yanlışlıkla bu türe çok benzeyen zehirli bir bitkinin (Hedysaurum Mackenzii) tohumlarını yediği, bunun sonucunda da yediklerini sindiremez duruma geldiği varsayımı işlenir. Bu varsayım Jon Krakauer ve Ron Lamothe tarafından olduğu kadar Anchorage’da ceset üzerinde yapılan otopsi sonucunda elde edilen verilerle de uyuşmamaktadır. Krakauer’e göre tohumlar zehirli bir küfle kaplıydılar. Ron Lamothe ve adli tıp doktoru ise Chris’in cesedinin bulunuşundan yaklaşık iki hafta önce yetersiz beslenme sonucu öldüğü kanısındadırlar.
Filmle, ‘bildiğimiz’ ama tam olmayan, eksik gerçeklik arasındaki bir diğer uyuşmazlık ise, filmde gösterildiğinin aksine McCandless’in hiçbir zaman kimlik kartlarını imha etmediği konusudur. Cesedi bulan avcılar, Chris’in sırt çantasının içindeki cüzdanda sosyal güvenlik kartı, doğum belgesi, ehliyeti, kütüphane üyelik kartları, seçim kartı ve Nevada’da düzenlenmiş bir sağlık kartının yanı sıra 300 Amerikan Doları da bulurlar. Filmde yaratılan havanın tersine bu bilgilerden Chris’in doğanın bağrında geçireceği günler sonrasında yeniden ‘medeniyete’ geri dönme niyetinin olduğu, bağlarını tam anlamıyla koparmadığı sonucunu çıkarsayabiliriz.
Krakauer’in kitabındaki idealist ve romantik bakış açısından oldukça uzakta konumlayabileceğimiz birçok Alaska yerlisi bu maceraya ilişkin çok ciddi eleştirilerde bulunmuşlardır. Aynı şekilde Denali Milli Parkı korucusu Peter Christian da McCandless’in eksik hazırlandığı ve bölgeye ait bir haritaya dahi sahip olmadığına işaret ederek, olayı tamamen bir “intihar” olarak nitelemektedir. Genç adam, Stampede rotasının birkaç yüz metre ötesinde nehir üzerinde hatta bağlı bir sal ve on kilometre uzaklıkta içerisinde yiyecek ve battaniye bulunan dört barınağın bulunduğundan habersizdi. Judith Kleinfield, Anchorage Daily News’te yayınlanan bir makalesinde “birçok Alaskalının bu saçmalık karşısında öfke duyduğunu” belirtmektedir: “Milli Park karayolunun sadece 30 kilometre uzağıda açlıktan ölmek için tamamen budala olmak gerekir, diye düşünmektedirler”. Konuyu ele alan ve 2007’de çekilen “Call of the Wild” belgeseli çekilene kadar hiç kimse Chris’in elinde bir karayolları haritası bulunduğuna işaret etmemişti. Bu harita da diğer eşyalarıyla birlikte Eylül 1992’de ailesine teslim edilmiştir.
Jon Krakauer’e göre Chris McCandless aldığı risklerin tamamen farkındaydı, hatta çok yetersiz ekipmanı gibi bu riskleri gönüllü olarak almıştı. O zor olanın arayışındaydı ancak sonunda yetersiz hazırlık yapmanın kurbanı oldu.
İzledikten sonra bana çok da yabancı gelmeyen ve bir anlamda ‘bunu ben daha de görmüştüm’ dedirten Sean Penn’in sarsıcı filminde senaryo ve kurgu kadar müzik de dikkat çekici. Özellikle de Eddie Vedder’in şarkıları.
‘Ölünün’ardından konuşup, onun yerine, oymuş gibi iddialı kelamlar etmek yerine, mevcut olduğunu sandığımız, ortaklıkların yardımıyla duyumsadığımızı düşündüğümüz benzer halleri yakalamaya çalışmak, doğanın bağrında ‘gebermeyi’ kafasına koymuş biri için daha yakışık alacaktır.
Artık tadı tuzu kalmayan şeye yeniden tat katabilmek için göç yollarına düşmek: bir tür ‘psiko-coğrafyasal yoldan çıkış’; hayat dediğimiz de ‘burası ile başka yer arasındaki’ çaresiz yol alıştan ibaret değil mi?
Çoğul dünyalara doğmuş aylağın güçlü kişiliğinde, ‘hiçbir ülkeye’ narsisist tekil yolculuğu; Dünya nimetlerinin tadını çıkarmayı gayet de iyi becerirken, bir anda bundan vazgeçip, konforu terk edebilme yeteneği.
Chris ölmeden önce kitaplarından birinin sayfasına filmin sonunda “happiness is real when it’s shared...” (mutluluklar paylaşılınca gerçekleşir) yazar. Bu not, kırda, yabanın bağrında kendi kendine kurulan bir mikro toplumda aranan mutlak mutluluktan geriye dönüş sayılmamalıdır.
Çölde, dağda, ormanda. İntihar ya da budalalık; yapılan, yapılmaya cüret edilen, oyun masasından ani bir kalkış, cesur bir terk ediş ve hepimizin görmezden geldiği sessiz yıldıza dosdoğru giden ‘delikanlı’ bir yürüyüştür...