Ahmed Ben Bella
« Mağrip ülkeleri birleşmeli. Bu olmayacak bir şey değil. Fas’lı bir Anne ve Babanın oğlu olmasına karşın, Cezayir’de dünyaya gelmiş, Cezayir direnişinin önderi olabilmiş biri olarak buna inanmamam ya da daha farklı düşünmem mümkün mü? » Ben Bella –Mayıs 2011 tarihinde Jeune Afrique gazetesine verdiği demeç.
Ben Bella’nın Cezayir’deki siyasal boyutuna ilişkin olarak çok şeyler söylendi ama özellikle 1980’de özgür kalmasından sonraki « ikinci kariyeri » sırasındaki çok yönlü insanı iyi tanıyor muyuz acaba? Bağımsız Cezayir’in 1963’te seçilen ve daha sonra Bumedyen tarafından alaşağı edilen ilk Cumhurbaşkanı, on yılı Fransız zindanlarında olmak üzere siyasal tercihinin bedelini 23 yıl hapiste kalarak ödemiştir. Burada sözü Başkan Ben Bella’ya verecek ve daha önce yaptığı üç röportajda dile getirdiği düşünceleri tarafsız bir yaklaşımla aktaracağız.
Ben Bella ve Fransız aydınlarının Cezayir Devrimine katkısı
İlk olarak Ben Bella’nın İkinci Dünya Savaşı sırasında, 2nci Fas Piyade Tümeni (2.DIM) 5nci Fas Avcı Alayı saflarında çarpıştığını hatırlatmamız gerekir. 1944 yılında, General Juin komutasındaki görev gücünde Mont Cassin savaşına, ardından da General Lattre komutasındaki 1nci Ordu ile birlikte Fransa ve Almanya seferlerine katıldı. Emir Astsubaylığına yükseltilerek, dört kez takdir aldı ve Nisan 1944’te İtalya’da General de Gaulle tarafından Askeri Madalyayla ödüllendirildi. Fransa’daki revizyonizm yıllarında, Başkan Ben Bella’nın Cezayir Devrimi’ne katkıda bulunanları saygıyla andığını da belirtmemizde yarar var.
« 121’lerin çağrısı, birçok Cezayirlide olduğu gibi, Cezayir Devriminin önderi olan bizlerde de bir yıldırım etkisi yarattı. Kabul etmemiz gerekir ki bu tavır alış, bizi kin benzeri hoş olmayan duygulardan vazgeçmeye yöneltti. Bağımsızlık mücadelesi çok çetin geçti. Sömürgeleştirme süreci bizleri mahvetmiş ve derinden yaralamıştı. Bu çağrı sayesinde, Fransız halkının bize ağır darbe vuran bu savaşı onaylayamayacağını hatırladık. Çok ağır koşullar altında mücadele ederken yanı başımızda Fransızlar da vardı. Fransız halkı, zengin bir geçmişi ve kendine özel bir dehası olan büyük bir halktır. Artık yalnız değildik. Onlar hain değildi, aksine Fransa’nın en iyi yönünü dile getiriyorlardı. Bunun farkındaydık ve onun için bu bizi çok sarstı. Kadın ve erkek bu halk acımasız olarak nitelediği bir şeye karşı duruyordu (…) Söz konusu çağrı sömürgeciliğin son bulması yolunda önemli bir aşama oldu. Bu 121 aydın, avukatlarımız, dostluğun da ötesine geçerek yükümüzü hafifleten, bir şekilde canımızın parçası oldular. Pierre Teilhard de Chardin’in sözünü ettiği insan maneviyatının en üst mertebesine ulaştığı doruk noktası olan, bilinç yoğunluğunu ortaya koyuyorlardı. Onlara hayrandık, onları seviyorduk, bunun onlar için ne kadar zor olduğunun farkındaydık. Bize insanlığın her yerde varlığını koruyabileceğini ve ondan asla ümidi kesmememiz gerektiğini gösterdiler (…) Onlar Fransızların en iyisi, Cezayirlilerin en iyisiydiler. » (1)
Eşitsizlikleri ortadan kaldırma yolunda, daha iyi bir dünya için mücadele
L’Humanité gazetesinden José Fort, Ben Bella’yı şöyle tanımlıyor: « Ekim 2002’de benimle Cenevre’de görüşmeyi kabul etti. Görüşme, başkanı olduğu insan hakları koruma örgütü Kuzey-Güney XXI’in ofisinde, Doktor Jean-Yves Follezou’nun katılımıyla gerçekleşti. Ahmed Ben Bella Arap milliyetçiliği yolunda önemli şahsiyetlerden biriydi. Sürgüne gönderilmeden önce toplam 23 yıl hapiste kalarak, Nelson Mandela gibi, en ünlü ve en önemli siyasi tutsaklardan biri olmuştu. Kuzey-Güney ilişkileri ve dünya ekonomik düzeninin reformu için gerçekleştirilen eylemlere katılmıştı. Şık ve samimi bir adamdı. Ahmed Ben Bella bir eylem adamı olarak kalmayı başarmıştı. » (2)
Gazeteci José Fort’un sorularını yanıtlayan Başkanın dediklerine kulak verelim : « General de Gaulle’ün elinden askeri onur madalyası aldım. Biri 1914, diğeri ise 1940 yılında olmak üzere Ağabeylerimden ikisi Almanlara karşı çarpışarak öldüler. Birçok kuzenim Fransa adına çarpışarak öldü. Haklı olarak Cassino’dan söz ediyorsunuz. Evet, oradaydım. Ondan önce Fransa’da, Marsilya’da hava savunmasında çarpıştım. 1940 yılıydı. Limanda birçok Stukas uçağını düşürdük. 1942 yılında, General de Gaulle’e Londra’da katılmayı deneyen üstün nitelikli Fransız subaylarıyla birlikte İtalya seferine katıldım. Önemli bir askeri deha olan Mareşal Juin’in komutası altında, ağırlıklı olarak Kuzey Afrikalılardan oluşan elit birlikler Hitler’in birliklerini İtalya sınırlarının dışına attılar. Binlerce askerin arasında ben de vardım. » (2)
« Kısa sürede, ülkenin kurtarılmasından daha da geniş kapsamlı bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu anladım: Küresel sistem. Cezayir Cumhurbaşkanı olduğum dönemde, ele geçirdiğimizin sadece bir milli marş, bir bayraktan ibaret olduğunu hemen fark ettim. Başka hiçbir şey değil. Ülkenin kalkınmasıyla ilgili hiçbir şey yapılamıyordu. Fiyatları kapitalist sistem belirliyordu. Buğdayın fiyatı Chicago’da, kahvenin fiyatı Londra’da v.b.gibi. Fiyatları sistem belirliyordu ve halen de belirlemeye devam ediyor. Boğazımızı sıkan, elimizi kolumuzu bağlayan bu sisteme karşı gelmeye kalkışan tek kişi ben değildim. Hintli Nehru, Mısırlı Nasır, Brezilyalı Goulart, Endonezyalı Sukarno ile aslında aynı davayı savunuyorduk. Ülkelerimizi sömürgecilikten kurtarmıştık, ama küresel sistemin boyunduruğundan sıyrılamamıştık. Paylaştığımız ortak düşüncenin hedefi bir başka proje inşa etmekti: topraklarımızı işgalden kurtardıktan sonra küresel sistem karşısında bağlantısızlar hareketi çerçevesinde hepimiz yeni bir şey icat etmek istiyorduk (…) 1965 yılında Başkent Cezayir’de Afrika-Asya Kongresi düzenlendi. Neyin arayışındaydık? Sovyet ve kapitalist sistemlerin karşısında ayakta durabilecek bir başka küresel sistem kurmak. Batıyla müzakere etme niyetinde olan toplam altmış Devlet başkanı ve siyasi önderdik. Diyalogdan anladığımız « kuzey ile güney diyalogu » olarak adlandırdıkları şeydi. Bu diyalog, içerisinde bulunduğumuz XXI inci yüzyıl başında bile hala kurulabilmiş değil. Yaşadığımız daha çok sermayenin monologudur. » (2)
Başkan daha sonra mevcut durum ve Dünya üzerindeki aşırı yüke işaret ederek « yeryüzünün lanetlileri » için layık görülen çok da hoş olmayan kaderle ilgili gerçekçi bir tablo çiziyor:
« Devir değişti, eylem araçları da öyle. Kurtuluş devrini yaşadık. Bize bu kadar eziyet eden kapitalist sistemin hükmünü sürdürdüğünü ve geriye yıkıma uğramış bir gezegen bıraktığını düşünüyorum. Bundan elli yıl önce, çölün yüzölçümü 11 milyon kilometre kareydi. Bugün çorak toprakları saymazsak bu alan 26 milyon kilometrekareye vardı. Halen bizi beslemekte olan sofrayı yağmalamayı sürdürüyoruz. Eğer gezegenimizin %85’i Batıdakiler kadar tüketmeye başlarsa bize bundan başka daha on kadar gezegen gerekecek. Gezegenimiz artık bu sistemle varlığını sürdüremez. Dünyadaki 174 ülkenin 100’ündeki yaşam düzeyi ve ortalama yaşam beklentisi on yıldır geriliyor. Çevre kirliliğine en çok maruz kalan ülkeler sanayileşmiş olanlar değil ama tersine en yoksul ülkeler. Dünyanın en zengin üç uluslararası şirketinin malvarlığı gelişmekte olan en yoksul 48 ülkenin Gayri Safi Yurtiçi Hasılasının toplamından daha fazla. Dünyadaki en zengin 15 kişisinin malvarlığı Sahra altı Afrikasının toplam GSYH’sini aşıyor. Ortada mücadele etmemiz gereken korkunç, yıkıcı bir adaletsizlik var. Dolayısıyla, evet, tabii ki ben de bu kavganın içindeyim. »
« Her yıl açlıktan, içme suyu yoksunluğundan, sağlık hizmetlerine erişememekten, gittikçe artan ve doğal olarak adlandırdığımız afetler ya da siyasal ve askeri şiddetin doğurduğu sonuçlardan ötürü milyonlarca insan ölüyor. Birleşmiş Milletlerin konuyla ilgili kuruluşlarına göre, yılda sadece 80 milyar dolar harcanarak on yıl içerisinde herkesin temiz içme suyuna, tedavi imkanlarına ve asgari sağlık altyapılarına ve temel eğitime ulaşması kolaylıkla sağlanabilir. Peki 80 milyar dolar ne anlama geliyor? ABD’nin askeri bütçesinin sadece dörtte biri, dünyanın en zengin dört kişisinin malvarlığının yarısı. Bu baş döndüren sayılar, gezegenin aptalca yoldan çıkması durumunu teyit ediyorlar. Her şeyden olabildiğince çok kar elde edilmesi durumu her eyleme, her yasaya, her ahlaka nüfuz etmiş durumda. Eşitsizlik toplumsal bütünlüğü kemiriyor. Çok uluslu şirketler, Kuzeydeki büyük ülkeler ve onların egemenliği altındaki G7, DTÖ, IMF ya da Dünya Bankası gibi uluslararası kurumlar bu ölümcül kakafoninin orkestra şefi olma işlevini üstleniyorlar. Kapitalizm işte tam olarak budur. Mücadele hala güncelliğini koruyor. İnsanları bilinçlendirerek bu sistemi ortadan kaldırmamız gerek. Porto Allegre, Cenova ve Barselona’daki gösterileri hatırlayın. Verilen mesaj açık. Güney ile Kuzey arasındaki yeni ilişkilerde kitlesel eylem yine sahnede. Sahne arkasında vazgeçilmez bir gerçek olarak kapitalizmin çözüm olmadığı gerçeği var. Cenova benim için bir simge. » (2)
Buradan hareketle Başkanın sürdürülebilir kalkınmaya yatırım yapması gayet doğal. Eylül 2005’te Mostaganem’de kendi adıyla anılan sürdürülebilir kalkınma için bir uluslararası bir kürsü oluşturuldu. Gazetecinin « geçenlerde “Fransızları ve Fransa’yı sevdiğinizi” açıkladınız » sorusuna ise Başkan şu yanıtı veriyor:
« (…) Fransa’dan söz ediyorsunuz. Fransa’yı seviyorum çünkü Fransa’nın dehasına hayranım. Bu ülkeyi seviyorum, çünkü çoğu avukat ve militan olmak üzere birçok kadın ve erkek artık benim akrabam oldular. Fransa aynı zamanda çok zengin bir kültür demektir. ABD ile aralarındaki farka bir bakın. Kuzey Amerikalıların tarihleri iki yüzyılı dahi geçmiyor. İlkel devletten doğrudan NASA’ya geçiş yaptılar. Racine’i, Corneille’i, Victor Hugo’yu talep edemezler. Cezayirlilere kimlerle yakınlaşmak istediklerini sorduğumuzda onda sekizi Fransa’yı tercih edecektir. » (2)
Yoldaşlarıyla birlikte Fransa’ya meydan okuyan ve Fransız halkıyla sömürgecilik arasındaki farkın bilincinde olan başkan işte böyle düşünüyor.
Küreselleşme karşıtı boyut
1990 yılında Başkent Cezayir’e döndükten sonra, Filistin ve Irak gibi uluslararası konulara ağırlık verdiğini ve küreselleşme karşıtlarına ve Filistin’le ilgili Russell mahkemesine katıldığını biliyoruz. 2007’den beri, kara kıtanın yaşadığı sorunların önlenmesi ve ortadan kaldırılması için oluşturulan Afrikalı Akil İnsanlar Komisyonunun Başkanlığını yürüten Ben Bella, 2011’de Başkent Cezayir’de önemli bir toplantıya başkanlık yaptı. Gazeteci Silvia Cattori ile yaptığı bir başka söyleşide, dizginsiz küreselleşmenin sonucu günümüz dünyasındaki anormallikleri tanımladıktan sonra daha da ileriye giderek, aslında medeniyetler çatışmasının yaşanmaması gerektiğini anlatmaya çalışıyor. İslamın İbrahim’in vahyindeki dışlanmış olan öteki olmaması gerekir diyor. Onu dinlemeye devam edelim:
« Ülkemin kurtuluş mücadelesine katıldım. Kurtuluş mücadelesinin örgütleyicilerinden biriydim. Evet Fas kökenli bir Cezayirliyim ama hayatımı Cezayir’e adadım. Cezayir’de doğdum. Yaşamlarını sürdürmek için Cezayir’e göç eden yoksul bir köylü çiftin çocuğum. Evet, yaşamımı mücadeleye adadım; hiçbir an mücadelenin dışında kalmadığımı söyleyebilirim. Aynı şekilde tüm kurtuluş mücadelelerine aktif bir şekilde katıldım (…) Ülkemizde altı ay kalan Che’nin katılımıyla Cezayir’de Güney Amerika kurtuluş ordusunun kurmayı oluşturuldu (…) Che buraya 1963’te, ben iktidara geçtikten bir süre sonra geldi. Hemen hemen bütün Afrika aynı durumdaydı. Onu destekledik. Nelson Mandela ve Amilcar Cabral da Cezayir’e geldiler. Bu topraklarda askeri eğitim aldılar ve ardından kurtuluş mücadelelerine yürütmek üzere kendi ülkelerine döndüler (…) » (3)
« Ben Marksist değilim, ama kesinlikle solcuyum. Eylem ve düşünce olarak tamamen sol eğilimli bir Müslüman Arap’ım. (…) Sömürgecilik Batı’da doğan ve Fransa, Belçika, İtalya, İngiltere gibi Batılı ülkeleri Avrupa kıtası dışındaki ülkeleri işgale sürükleyen bir düşüncedir. (…) Az önce sözünü ettiğimiz, her şeye hükmeden küresel sistem, başka bir tür egemenlik biçimi keşfetti: “küreselleşme”.»
«“Küreselleşme” kendi başına çok güzel bir sözcük. Halkları bir araya getirebilecek, kardeşliği sağlayabilecek bir sözcük. Halbuki, tasarlandığı biçimiyle “küreselleşme” sözcüğü, çok can yakıcı bir sözcük. Bu sözcük sefaletin, ölümün, açlığın küreselleşmesi sonucunu doğurmuştur: Sapkın bir globalleşmedir; kötüyü, ölümü, yoksulluğu küreselleştiriyor. » (3)
Dinlere ekümenizmin getirilmesi gerekliliğinin altını çizen Başkan şunları söylüyor:
« Bizim için, ikili bir ihanet söz konusu. Önce, sol kampta bulunanların, Filistin ve Arap davasını meşru kabul eden bizlerin tarafında bulunması gerekenlerin ama bunu yapmayanların ihaneti. Ardından kendimizi akraba saydığımız, benzerliklerimiz olan ve uyum içerisinde yaşadığımız Yahudilerin ihaneti. Araplar ve Yahudiler kuzendirler. Aynı dili konuşuyorlar. Onlar da bizim gibi Sami ırkından. Onlar da biz de Aramice konuşuyoruz. Bize bu kadar yakın olanların, kuzenlerimizin, bize benzeyenlerin ve bizim gibi Aramice konuşanların bize ihanet etmeleri canımızı çok yakıyor. Anti-semitizmi iyi biliyoruz; biz de Samilerdeniz. Üstelik onların peygamberi bizim de peygamberimiz. » (3)
« Ben Müslümanım, ama verilecek yanıtın dini olmasını arzu etmiyorum. Dinin kendisini değil, aksine İslamın yenilenmesi yerine İslamın gerici okumasını tercih edenleri sorguluyorum. Halbuki İslam dininde iki dine birden inanma imkanımız var: Musevilik ve Hıristiyanlık. Bizim için, Muhammet, İsa’nın ve Musa’nın devamıdır (…) Arap-Müslüman dünyasında dışa vurulan şiddet, İsrail’in Arapların topraklarına zorla kendini dayatarak ürettiği kin ve şiddetin ürünüdür. Arap-Müslümanlar ne faşist, ne de terörist, gerçek birer direnişçidirler! (…) Yaşam hakkı insan haklarının en önemlisidir. Haçlıların hedefi sözüm ona İsa’nın mezarını ele geçirmekti. Peki İsa hangi dili konuşuyordu dersiniz? Benim dilimi konuşuyordu, sizinkini değil, benim gibi Aramice konuşuyordu! İncil’i okuduğunuzda İsa size “Eli, Eli, Lama sabakta ni” diyor. Biz de “İlahi limada sabakta-ni” diyoruz. Bunlar İsa’nın bizzat söylediği birebir aynı sözler. İsa da benimle aynı dili konuşuyordu. İslam Tevrat’tan ve İncil’den birçok şeyi alıp bunları tamamlamıştır. » (3)
Ben Bella’dan nihai olarak ne öğrenebiliriz? Her insanın kendine ait gölgesi ve ışığı vardır. 1965’e kadar olan ilk kariyeri için Başkan Ben Bella’ya ilişkin olarak, özellikle iktidarı zorla ele geçirmesi ve sadece Arap olmayan Cezayir halkının kimliği boyutuna karşı ilgisizliğine ilişkin birçok olumsuz şey söylenebilir.
Bir anlamda, haklı davalar uğruna bu düşünce dehasının getirdiği çok boyutlu katkının değerini tam bilemedik. Halkların Mağribine ilişkin yaptığı çağrı önemlidir çünkü belki de hayali çok kurulan Mağrip birliğine götürebilecek bir bağlantıyı bizde yeniden canlandırıyor. Başkan Ben Bella Afrika’ya ve insanlığa onur verdi. XX inci yüzyılda, birer tarih yazıcısı olan Mahatma Gandhi, Ben Bella ya da Nelson Mandela kadar yaşadığı çağa damgasını vuran başka kişilikler bulamayız. İlginçtir ki Batı, insanlığın durumuna dair umudumuzu yeşertmeye devam eden bu büyük adamlar düzeyinde insanları kendi bünyesinden çıktığını göremedi.
Profesör Chems Eddine CHITOUR, Siyasal Bilgiler Yüksekokulu – enp-edu.dz
Mondialisation, 14 Nisan 2012
Notlar :
(1)http://www.monde-diplomatique.fr/2000/09/BEN_BELLA/14236
(2) José Fort http://www.legrandsoir.info/ahmed-ben-bella-ni-cause-ni-guerres-sacrees-html
(3) http://www.silviacattori.net/article3082.html Cenevre 16 Nisan 2006.
( http://www.mondialisation.ca/index.php?context=va&aid=30309 sitesinde Prof.Chems Eddine CHITOUR imzasıyla 14 Nisan 2012 tarihinde yayınlanan Fransızca yazıdan Türkçeleştirilmiştir.