Buna demokrasi diyorlar...
Abraham Lincoln’un ünlü cümlesinde olduğu gibi, Demokrasi halk için ve halk adına halkın gücünü kullanması, yani halkın halk tarafından, halk için idaresi olarak tanımlanmaktadır. Halbuki, demokrasi için örnek oluşturması gereken batılı ülkelerle bu tanımın çok uyuştuğu söylenemez. Gerçekten de günümüzde, iktidar daha önce hiç olmadığı kadar politik-medyatik-mali küçük bir oligarşinin, kendi demokrasi anlayışlarını halkın tümüne dayatmayı kendilerine hak gören şu meşhur % 1’in tekeline girmiş durumdadır.
Jean-Jacques Rousseau, “Toplum sözleşmesi” adlı ünlü eserinde « egemenliğin devri mümkün olmadığından temsili de söz konusu olamaz: çoğunlukla genel iradenin içerisinde oluşur ve iradenin temsil edilmesi mümkün değildir (…) Dolayısıyla halkın vekilleri halkın temsilcisi değildirler ve olamazlar da, onun ancak görevlisidirler, nihai olarak hiçbir karara varamazlar, halkın oylamadığı hiçbir yasa geçerli değildir, hatta yasa dahi sayılmaz » diye yazar (1).
Devlet işlerine halkın katılımına yönelik yapılan bu çağrı ve aynı şekilde parlamenter demokrasinin reddi, sözüm ona demokratik olan sistemlerimizin standartlarıyla pek uyuşmuyor gibi. Kamusal işlerin yönetimi günümüzde, büyük çoğunluğu ABD’de Harvard ya da Fransa’da ENA’da ya da Science Po (2) gibi okullarda ideolojik ve politik eğitim almış, hemen hemen tümü profesyonelleşmiş küçük bir politikacılar kastına özgü hale gelmiştir. Bu aktörler, büyük bir tiyatroya dönüşen parlamentoların sahnelerinde « karşı karşıya geliyorlar ». Böylesi parlamenter bir boyunduruğun altında kalan politika, hepimizin işi olmaktan çıkıp sadece küçük bir azınlığın meşgalesi olmaya başlar. Aynı toplumsal ve ekonomik düzen etrafında kenetlenmiş olan az sayıda bakan, milletvekili ve senatör, gerçekleştirdikleri tartışma ve müzakerelerle, ülkelerimizde sanki birbirinden bağımsız tarafların ve nihai olarak da gerçek bir demokrasinin var olduğu izlenimini veriyorlar. Demokrasi, iktidar alanlarının içinde olduğu gibi dışında da, ülkeden ülkeye değişen bir şekilde, her dört ya da beş yılda bir politik aktörlerin ortadan kalktığı ve hemencecik yerine gelenlerin bir öncekilerin yönetimini bir kademe daha vahimleştirerek aynı uygulamaları yineledikleri, titizlikle sahnelenen acıklı bir komediye benziyor.
Böylece sistemin birbirini izleyen ve birbirileriyle çakışan homojen yönetici kitlesi, sözüm ona « derin muhalefet » ya da « uzlaşmaz ideolojiler » görüntüsünü vermelerine karşın, özde birbirilerinden hiç farklarının olmadığını uygulamalarıyla açıkça ortaya koyuyorlar.
Çok partililiği savunan egemen siyasal partiler, birbirine karşıt olarak konumlandırılmış medyalar aracılığıyla birbirine muhalefet ediyor ve medya kuruluşlarınca titizlikle sahneye konulan çelişkili sahte münakaşa görüntüleri altında karşı karşıya geliyorlar.
Tatlı tatlı « kavga ediyorlar », tartıştıkları sadece politikalarını uygulama yöntemleri, temel soruna ise hiç değinmiyorlar ve üzerinde sessizce uzlaşıyorlar. Müesses nizamı olduğu gibi koruyarak, dönüşümlü olarak birbirilerinin yerine geçme, yer değiştirme, yer kapmaca oyununu oynuyorlar.
Sistem her seçimde farklı yüzler, yıpranmamış, daha taze, daha modern, daha dinamik, daha birleştirici, yenilenmeyi, ama özünde sadece aktörlerin yenilenmesini canlandıracak kadın ya da erkek yüzleri sunmaya çalışıyor. Nihayetinde, aynı düzeni yeniden üreten, aynı kuralları düzenleyen hatta çoğu zaman daha da ağırlaştıran, biçimi değiştiren ama özü sağlamlaştıran, en zenginleri zenginleştiren, fakirleri daha fakirleştiren, gün geçtikçe sermayenin ve kamu harcamalarını kısmak ve tasarruf politikaları yürütmek ve borçlarını ödemek zorunda olan, vahşi ve « obez Devletin » rehineleri durumuna sokacak şekilde, sözüm ona istihdam yaratan o ünlü zavallı girişimcilerin gücüne daha çok boyun eğen bir politik casting. Biliyoruz « geçmişten beri, uzun süredir har vurup harman savurduk ».
Bize, gerçekçi olmak lazım, kamu hizmetleri için bu kadar fazla harcama yapamaya devam edemeyiz diyorlar. Gerçekçilik mi? Her röportajda, her haberde, her tartışma programında, politik personelin bize yinelemekten bıkmadığı bu anahtar sözcük, özellikle halka dayatılan anti-sosyal politikaları kabul ettirmek amacıyla kullanılıyor. Gerçekçi olmak, aslında şeylerin kendi doğal düzenleri içerisinde olduğu gibi kabul etmektir, teslimiyete, ümitsizliğe, « başka bir seçenek olmadığı » yolundaki yerleşik kanıya inanmaktır.
Bu kariyerci politikacılar, aslında tek bir amaca hizmet eden hemen hemen bir tiyatrosal duruş ve tezahür içerisindedirler: halklara gerçekten demokratik ülkelerde yaşadıkları izlenimini vermek. Politik sistemin figüranları durmaksızın «demokratik çoğulculuğu » gündeme getiriyor, temsil ettikleri çok sayıdaki siyasi « eğilime » vurgu yapıyorlar. Evet eğilim diyoruz, ama demokrasi dışında her şeyi tanımlamak için kullanılan deyimdir bu. Çoğulculuk mu? Evet, belki de; Alain Badiou’ya göre bu, olsa olsa ancak küçük « nüansların çoğulculuğu » olabilir. Ve parlamenter demokrasi adını verdikleri bu entelektüel dolandırıcılık, kendisine tanınan ve nadiren sorgulanan krediden fazlasıyla faydalanıyor. En son tabuyu oluşturuyor. Ve gerekçe olarak da olan biten ne varsa sanki gerçekten demokrasi içerisinde yaşıyormuşuz gibi gerçekleşiyor: oy kullanıyoruz, kendimizi serbestçe ifade ediyoruz, siyasi partilerimizi, medyalarımızı v.s. sözüm ona biz « seçiyoruz »…
Batılı ülkelerde demokrasi sandığa oy pusulasını atmaktan ve ertesinde sabırla gelişmeleri beklemekten ibaret. Oy kullanarak, hesapta yurttaşlar, kendilerini halkın temsilcileri olarak tanıtanlara tüm iktidarlarını, tüm egemenliklerini devrediyorlar. Çünkü bir kez seçildikten sonra, « temsilci » istediğini yapabiliyor, istediğini oylayabiliyor, hiçbir denetime tabi olmuyor ve artık halk tarafından görevden alınması söz konusu olmuyor. Seçildikten sonra, seçim kampanyası sırasında verilen sözler gerçeklik karşısında diz çökmek zorundadır. Dolayısıyla güçsüzlük ortaya çıkar ve işlerin akışı eski halini alır.
Devletlerimizin yapısında, halkları tek tip düşüncenin diktatörlüğüne hapsetmeyi hedefleyen güçlü bir ideolojik uzlaşmanın var olduğunu biliyoruz. Sovyetik deneyim başarısız olduğuna ve kapitalist sistem hala ayakta durduğuna göre artık şüpheye yer yoktur: Pazar ekonomisi ve parlamenter demokrasi tarihin sonuna kadar var olacaklardır. Bu egemenlik araçlarının yeniden sorgulanmasını savunmak ise « ütopik » ve « sorumsuz » bir yaklaşımdır. Finans, neo-liberalizm, « serbest girişim », « temsili sistem », XXInci yüzyılın dogmaları haline geldiler. Bunlara karşı çıkmak kutsal liberal dogmalara karşı hakaret anlamına gelecektir.
Toplumlarımızda yerleşik olan bir başka düşünce ise siyasal iktidarın her şeyin üzerinde olan en yüce iktidar ve her şeyin kaynağı olduğu inancıdır. Ancak kadın ve erkek politikacıların kendileri de ayrıca bir başka iktidara tabi değil midirler? Politik iktidar gerçekten tümüyle bağımsız sayılabilir mi? Gerçek şudur ki, Devlet ve daha geniş anlamda egemen siyasal partiler, özünde egemen ekonomik sınıfın anayasal ve siyasal savunucuları ve teminatından başka bir şey değildirler.
Karl Marx bile, XIXncu yüzyıldaki Fransız ve İngiliz siyasal güçlerini incelerken Devletlerin « sermayenin iktidar araçlarından » başka bir şey olmadığını tespit etmişti. Çünkü gerçekten de, kamu ve ortak yararı savunan söylemlerin gerisinde, aslında siyasal iktidar tarafından kurnazca desteklenen bir avuç sanayici, finans kapital, bankacı, rantçı gizlenir. Kapitalist sistemde ve özellikle de batılı ülkelerde Devletler, ekonomik iktidarı korumak amacıyla oluşturulan bir tür tampon bölge işlevi üstlenirler. Parlamento ve yürütme gücüne atfedilen aşırı önem, halkların yükselen öfkesini, ekonomik ve finansal iktidarın hizmetçileri ve uşakları olmaktan başka bir şey olmayan politikacılara yöneltmeyi hedefler.
Örneğin kapitalizmin kralının hüküm sürdüğü ABD’de, çokuluslu şirketler, bankalar, iş çevreleri tarafından seçim kampanyalarını finanse etmek için adaylara ödenen rakamlar milyarlarca doları bulabiliyor. 1996’da, çok başarısız dört yıllık yönetiminden sonra Bill Clinton seçim kampanyasını finanse etmek üzere para kaynağı arayışına girer. Dolayısıyla yüzünü bankacılara döner ve onları Beyaz Saray’da kahve içmeye davet eder (3). Alışveriş çok basittir: görev süresi sona erecek olan Başkan, milyonlarca dolar karşılığında, 1933’teki finans krizinin ortasında Başkan Roosevelt tarafından çıkartılan Glass-Steagall Kanununu yürürlükten kaldırmayı taahhüt eder. Bu yasanın amacı mevduat bankalarının müşterilerinin paralarını riske atmalarını engellemekti. Bankacı dostlarının cömert bağışları sayesinde seçimi kazanır kazanmaz, Başkan Clinton, çoğunluğun Cumhuriyetçilerin elinde olduğu Kongrede yasanın yürürlükten kaldırılması için zaman kaybetmez. İşte size çok övünülen çoğulculuğun gerisinde, egemen partilerin kaçınılmaz bir ideolojik ve politik monizminin olduğunu gösteren açık bir örnek daha.
Finans kapitalin gerçek kuklalarının mekanı olan Beyaz Saray, Elysée, 10 Downing Street adayları, gittikçe daha onursuz ve utanmaz bir hal alan kamusal güçlerin özel çıkarın iktidarına kulluklarının simgeleridirler. Milyarlarca dolar destek aldıktan sonra, Devlet başkanlarının mali muafiyetler, servete konulan vergilerin indirilmesi ya da iptal edilmesi, « işgücü yükünün » azaltılması, oğul Georges Bush tarafından « şer eksenine » karşı başlatılan haçlı seferleri gibi silah lobilerini mutlu edecek şekilde savaş ilanları yoluyla, hayırseverlerine asansörü hediyelerle geri göndermesine çok da şaşırmamak gerekir.
Finans kapitalin lobicisi ve Ukraynalı Svoboda Neo-Nazilerinin dostu Cumhuriyetçi aday John Mc Cain’in çok isabetli bir şekilde fark ettiği gibi « yoksullar pek bağışta bulunmuyor ». Dolayısıyla da yerine getirilmesini talep edecekleri hiçbir şey yok.
Yine ABD’de, eski senatörlerin en az %50’si büyük şirketlerin hizmetinde lobi faaliyetleri yürütmek üzere işe alınıyorlar (4). Finans sektörünün GSYMH’nın %30’unu oluşturduğu İngiltere’de, David Cameron’un kabinesinin yirmi dokuz üyesi arasında on sekiz milyoner olduğunu biliyoruz (5). Yüksek sosyeteden, egemen sınıftan gelen ve zengin olduğu kadar güçlü de olan birinin, bir an için olsun ortak çıkarın gözetilmesi ve kamu yararının savunulması yolunda çaba gösterebileceğine inanmak mümkün mü?
1956’da, Amerikalı sosyolog Charles W.Mills iktidardaki elitler adında, o dönem çok tartışma yaratan bir kitap yazmıştı. Ve gerekçe olarak da, sözüm ona yurttaşların elinde bulunan iktidarın, şirket yöneticileri, medya patronları, üst düzey memurlardan oluşan küçük bir azınlık tarafından ele geçirilmesi sürecini açıklıkla ortaya koyuyordu.
« Üst düzeyden gelen insanlar, birbiriyle çakışan ve kendi aralarında karmaşık bağlarla bağlantılı olan “çeteler” ve “klikler” bütünüyle işbirliği içerisinde » diye yazıyordu. Egemen sınıfa ilişkin olarak yapılan bu tanımlama, ayın her Çarşambası Fransız elitinin verdiği çok seçkin Asrın akşam yemeği randevusuyla çok örtüşüyor gibi görünüyor. Bunlar Fransızların %1 kaymak tabakasını oluşturuyorlar. Yemeğin fikir babası, başlangıçta işbirlikçi ardından da sonra Nazilerin kaybedeceği kesinleşince direnişçi olan Georges Bérard Quélin’e göre Asrın yemeğinin amacı « Fransa’da birbirine çok uzak duran iki farklı Dünya (politikacılar, üst düzey memurlar, gazeteciler, sanayiciler, bankacılar) arasında köprü » kurmaktır. Hatta Lazard Bankasına danışmanlık yapan, CAC40 (6) endeksine kayıtlı olan büyük Fransız şirketi Yönetim Kurulu Başkanı Jean-Louis Bouffa « Asrın yemeğine iktidar için gidiyoruz » diyebilmiştir.
Burjuva elitist oluşum içerisinde siyasal temsilcilerin varlığı da aynı şekilde büyük önem taşıyor. Oluşumun içerisinde eski Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy, eski Başbakan François Fillon ve şokokremli ekmek hırsızlarının düşmanı ilan edilen Jean-François Copé de yer alıyor. Sosyalist Parti ve Martine Aubry tarafından temsil edilen sağın diğer kesimi da akşam yemeğinin şatafatlı salonlarında yerini buluyor. « Bu Asrın yemeğini çok seviyorum; 1997’de bakan olduktan sonra bir katılma fırsatı bulamadım. Çok ilginçti. Farklı kesimlerden insanlarla aynı masaya oturma imkanı buluyordum (…) Bu girişim tümüyle elitist olarak algılanabilir ama burası hala insanların karşı karşıya gelme imkanı bulduğu bir alan olarak varlığını sürdürüyor. Burada çok şey öğrendim. Çünkü benim için gerçek akıl, farklı bir mantığa sahip insanları anlamaya çalışmaktır » diyordu Aubry. Farklı bir mantık mı? Gerçekten mi? Yeter artık birbirimizi aldatmayalım! Sosyal demokrat partileri, ekonomist Frédéric Lordon’un deyimiyle « kompleksli bir sağ » oldukları için, özellikle de kendini solcu olarak ilan eden Fransız Sosyalist Partisini bu organizasyondan kovmanın vaktidir.
Sosyal-demokrat Partiler, kendi deyimleriyle « kompleksiz sağ » mevkidaşlarından ekonomik anlamda çoğu zaman çok daha kötüsünü yaptılar. İş piyasasının liberalleştirilmesi, istihdam edilmeyi reddeden işsizlere yardımların azaltılması hatta tümüyle kesilmesi, saati 1 Euro’ya işlerin oluşturulması gibi yollarla, Alman devletindeki son sosyal kalıntıları ortadan kaldıran Sosyal-Demokrat Parti Önderi ve Alman Şansölyesi Gerard Schroeder bu duruma örnek olarak verilebilir. Bütün bu önlemler eşitsizlikleri arttırdığı gibi halkın hızla yoksullaşmasına yol açtı. Avrupalı Sosyal-demokrat ve muhafazakar partiler tarafından ve egemen medyalar tarafından çok övülen meşhur Alman modelinde, en zengin %10 ülkenin zenginliğinin %53’üne el koyuyor. Alman halkının %16’sından fazlası yoksulluk eşiğinin altında yaşamını sürdürüyor.
Fransa’da, aynı çan seslerini duyuyoruz. 1983 yılında Cumhurbaşkanı Mitterand tarafından alınan neoliberal viraj, Margaret Thatcher ve Ronald Reagan tarafından yürürlüğe sokulan siyasetlerle politik ve ideolojik bütünleşmeyi getirdi.
Devletin artan bir şekilde ekonomik işlerden elini çekmesi, sınırsız özelleştirme, ekonominin gittikçe finans ağırlıklı hale dönüştürülmesi, parasal egemenliğin yitirilmesi… 1986 yılında hükümetten ayrılırken, kendi kendini sosyalist ilan eden dönemin başbakanı Laurent Fabius « sağın yapamadığı kirli işleri biz yapıyoruz » şeklinde beyanatta bulunacaktır. Gerçekten de sözüm ona sol partiler, burjuva tahakkümünün ikinci elidirler ve böyle olmaya devam ediyorlar. Sosyal ve ilerici makyajlı bir söyleme sahip partiler, Cumhurbaşkanlığına adaylığını koyan Lionel Jospin’in ciddi ciddi « programının sosyalist olmadığını » ya da daha kötüsü « her şeyi devletten beklememeliyiz » açıklamasını yapmasına dek bu söylemin gelişim kaydettiğini gözlemleyebiliriz.
Uluslararası finans kuruluşlarınca dayatılan politikalara karşı itiraz ediyormuş gibi görünen aşırı sağcı partiler, aslında büyük tehlike anlarında ya da sistemin patlama riski taşıdığı anlarda ekonomiyi yönlendirenler tarafından acil durumda kullanılacak olan itirazları ortaya koyuyorlar. Gittikçe daha çok soldan alınmış söyleme ağırlık veren aşırı sağcıların ideolojisi millet yerine toplumsal sınıfa öncelik tanıyor. Kapitalizm köklerini sınıflar mücadelesinde bulurken, milliyetçi ideoloji toplumsal soruna ırksal bir boyut katıyor. Ulusal Cephe gibi partilerin elit kesimi hedef alan söylemlerine genelde her zaman göçmenlere, « sosyal yardımdan faydalanana », banliyö gençlerine, İslama yönelik ölümcül bir suçlama ve bir damgalama hali hakimdir. Dolayısıyla elitlerin, İtalyan Marksist düşünür Antonio Gramsci’nin dediği gibi sadece « pasif bir devrimle » yani devrimsiz bir devrimle yetinecek olan yabancı düşmanı ve ırkçı aşırı sağcı partilerden çekinecekleri bir şey yoktur. Yani ne Kapitalizmin ekonomik temellerini ne de üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti katiyen sorgulamayacak basit bir siyasal personel değişimi söz konusudur. Müesses ekonomik ve siyasal düzenle tam bir kopuşu talep eden « gerçek » sol partilere gelince ise, televizyon stüdyolarına pek davet edilmediklerinden sesleri çok az işitilebiliyor.
Açık bir şekilde gördüğümüz üzere, Batılı ülkelere egemen olan siyasal sistemin kapısı tamamen kapalı, asma kilitle kapatılmış durumdadır ve özgürlükçü ve alternatif düşünceye geride sadece birkaç kırıntı bırakılmaktadır. Amaçlarına ulaşmada sahip olduğu imkanların ve çıkarlarının bilincinde olan egemen sınıf, halklara karşı yıkıcı politikalarını meşrulaştırmak için medya kuruluşları gibi birçok kaldırma levyesine sahiptir. Dolayısıyla bugün demokrasiyi yeniden oyunun orta yerine koymanın ve ona batılı ülkelerde üstlendiği rolü yani ona sahip olanın yurttaşlara boyun eğdirme amacına hizmet eden bir araç hüviyetine yeniden kazandırmanın ivediliği artmıştır. Ülkelerimizde daha önce yaşanmamış bugünkü anayasal, siyasal, politik ve ekonomik kriz ortamında sözcükleri, yıpranmamış ilk anlamlarıyla yeniden ele almanın ve onlara gerçek ve soylu anlamlarını geri vermenin önemi büyüktür. Demokrasi, yurttaşlık, politika kavramları, mezar kazıcıları tarafından ele geçirilmiş ve gasp edilmiştir. Seçim amacıyla politika profesyonellerinin tekeline girmişlerdir.
Tek düşünce diktatörlüğünün, yalancı medyaların ve gündelik manipülasyonların, neo-liberalizmin ve kemer sıkmanın gelecek için öngörülebilecek tek olasılık olduğu, kapitalizmin ve onun doğal sonucu olan temsili demokrasinin insanlık için tek politik ve ekonomik yapı olduğu düşüncesinin hakim olduğu bir sistemde, siyasal elitin değil, halk için ve halk adına halkın gücünü kullanması şeklinde demokrasinin tüm anlamlarını içerecek bir sistemi tahayyül etmek ve düşünmek yaşamsaldır.
Kamusal şeye yönelik halkın çıkarı için hakimiyetin gücünün doğrudan ortak uygulaması olarak yurttaşlık. Kariyerci politikacıları danışıklı dövüşü değil ama bir arada yaşamı örgütlemek ve yönetmek hedefiyle yurttaşların özgür ortaklığı olarak politika. Bankacıların ve büyük sanayicilerin ellerindeki egemen medyalar tarafından araçsallaştırılan propaganda mesajları öylesine güçlü ve kasvetli ortamda birçok insanı teslimiyete itiyor ki, düşünmek, fikir üretmek, analiz yapmak artık günümüzde büyük çaba gerektiren bir şey haline dönüştüler. Ancak egemen ekonomik sistemi temelden yeniden sorgulamadan gelecekteki kamusal etkinliklere yurttaşların daha da yoğun bir şekilde katılımını talep etmek anlamsız olacaktır. Kısacası ekonomik demokrasi olmadan siyasal demokrasi olmaz. Kapitalizm sarsılıp yıkılmaksızın gerçek demokrasi olmaz. Çünkü Marks’ın da dediği gibi « üretici güçlerin siyasal egemenliğiyle toplumsal köleliğinin sürdürülebilirliği bir arada var olamaz. » (7)
(1) Jean-Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Üçüncü Cilt
(2) Siyasal Bilgiler, Fransız elitinin silindiri, Manière de Voir, Nisan-Mayıs 2012.
(3) Serge Halimi, Bankaların Hükümeti, Le Monde Diplomatique, Haziran 2010.
(4) Ibid.
(5) Tony Wood, Nihayet, Birleşik Krallık Tatcher’in gölgesinden kurtuluyor, Manière de Voir, Ağustos-Eylül 2014.
(6) Ibid.
(7) Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, III.
(Investig’Action www.michelcollon.info sitesinde 11 Kasım 2014 tarihinde Tarık BOUAFIA imzasıyla yayınlanan Fransızca yazıdan Türkçeleştirilmiştir http://www.michelcollon.info/Democratie-disent-ils.html?lang=fr )