Skip to main content

Hepimiz Charlie değiliz!

 

 Charlie Hebdo saldırısı: nedenlerin, sonuçların ve sorunların siyasi ve medyatik olarak görmezden gelinmesi

Mizah Dergisi Charlie Hebdo’ya karşı gerçekleştirilen saldırı çağdaş tarihimize damgasını vuracaktır kuşkusuz. Geriye bu etkinin ne yönde olacağı ve hangi sonuçları doğuracağını bilmek kalıyor. Günümüzdeki « terörizmle savaş » (yani harici savaş)  ve devlet ırkçılığı ve İslamofobisi bağlamında, bu eylemi gerçekleştirenler bilerek ya da bilmeden[1], gerçek ya da sanal şekilde Müslüman bileşenlerin halk kitlelerinden tecridi ve mahkum edilme sürecini hızlandırmıştır.

Saldırının siyasi sonuçları halk kitleleri için daha şimdiden çok yıkıcıdır ve bu durum şu meşhur « Ulusal Birlik »’e hiçbir politik seçenek önerilmezse daha da güçlenecektir. Gerçekten de Fransız medyaları ve siyasi çevrelerin ezici çoğunluğunun tepki gösterme şekli çok kasıtlıdır. İlerisi için tehlikeli olan ve kendi içinde birçok « tali hasar » ve gelecekte öncekinden daha da ölümcül sonuçlar doğurabilecek 7 ve 9 Ocak’ları barındıran bu tür tepkilerdir. Harekete geçmek için anlamak ve tahlil etmek, bugün için meşru bir duygunun, öfkenin ve isyanın araçsallaştırılmasını ve yönlendirilmesini engellememizi sağlayacak tek doğru duruştur.

Nedenlerin topyekun görmezden gelinmesi

Acil ve derin nedensellikleri hesaba katmamak, bunların ortaya çıkmasına neden olan bağlamın yol açtığı sonuçları tecrit etmek ve böylesine şiddetli bir olayı onu kınanabilir kılan etkenlerin soyağacına kaydetmemekiyimser yaklaşımla bir hastalık belirtisi, kötümser bir değerlendirmeyle ise ancak bir iç savaş mantığına bağlanabilir.

Bugün bu çaptaki bir saldırının Paris’te düzenlenebiliyor olması nasıl açıklayabiliriz? Sophie Wahnich’in de vurguladığı gibi, tek panzehirinin « duyguların ve aklın olası düğümlenmesi »[1] olduğu « kalabalıkların siyasi duygularının faşist kullanımı » durumu söz konusudur. Bugün yaşadığımız, gerçek ve somut analizin tümüyle görmezden gelinmesinin yanı sıra tek bir duygunun egemen olduğu siyasi ve medyatik söylemlerin yerleşik hale gelmesi durumu değil midir? Mevcut durumun somut tahliline yönelik her girişim ya da medyaların ve siyasi çevrelerin sunduklarının dışında bir açıklama getirmeyi deneyen her türlü analiz, saldırının savunulması şeklinde damgalanmaktadır.

İğrenç canavarın (faşizmin) doğurgan karnına bakış

Dolayısıyla her şeyden önce nedenlere ve öncelikle de uzun süredir var olanlara ve uluslararası boyut üzerinde yoğunlaşalım. Fransa gezegen üzerinde en çok savaş yürüten güçlerden biridir. Irak’tan Suriye’ye, petrol uğruna Libya ve Afganistan’a, Mali’den Orta Afrika Cumhuriyeti’ne, stratejik değere sahip madenler için Kongo’ya varana dek Fransız askerleri gezegenin dört köşesinde ölüm ve felaket saçmaya devam etmektedirler. SSCB’nin ortadan kalkmasıyla birlikte, İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyada oluşan dengelerin son bulması sonucunda, karları olabildiğince arttırmak için maliyetlerin düşürülmesini ve gelişmekte olan ülkelerle başlayan yeni rekabeti hedef alan bir kapitalist küreselleşme, hammaddelerin denetim altına alınması konusunu günümüzdeki müdahalelerin, ihtilafların ve savaşların temel nedeni haline getirmektedir. Sosyolog Thierry Brugvin savaşların günümüz dünyasındaki yerini şöyle özetlemektedir:

« Soğuk savaşın sona ermesi dünya çapında ihtilaflara karşı geliştirilen dengenin ortadan kalkması sonucunu doğurmuştur. 1990 ve 2001 yılları arasında devletlerarası ihtilaf sayısında patlama yaşandı: 45 ayrı bölgede toplam 57 tane belli başlı ihtilaf. […] Resmi olarak rakip bir ülkeye karşı savaş ilanını meşru kılmak için hareketli fazilet kavramları kullanılmıştır: özgürlüğün, demokrasinin, adaletin savunulması… Esasen bu savaşlar bir ülkeyi ekonomik olarak kontrol etme imkanı sağladıkları gibi bir milletin özel girişimcilerinin hammaddeleri (petrol, uranyum, madenler v.b. gibi) ve insan kaynaklarını yağmalamalarına imkan sağlayacak bir altyapıyı da aynı zamanda hazırlamaktadırlar. » [2]

11 Eylül 2011 saldırılarından beri, savaşların meşrulaştırılması söylemi, resmi raporların bile bizzat görmezden gelemediği, batılı büyük güçler içerisindeki büyük ölçekli İslamofobinin gelişimine katkıda bulunacak şekilde, genelde daha çok « İslamcı tehlike » üzerine inşa edildi[3]. Aynı şekilde bu savaşlar söz konusu askeri müdahalelere maruz kalan halklar nezdinde güçlü bir « batı düşmanlığına » neden olmaktadırlar[4]. Batının sürdürdüğü savaşlar iğrenç canavarın belli başlı üretim alanlarından biridir.

Petrol ve gaz zenginliklerini, yakın ve Ortadoğu’yu denetleme iradesi temel bir jeostratejik sorundur. Genel olarak Batılı güçlerin ve özel olarak da Fransızların stratejileri iki eksende buluşmaktadır: bölgenin denetimi için ana üs ve eksen olarak İsrail’in güçlendirilmesi ve gerici körfez petromonarşilerinin desteklenmesi.

İsrail devletine verilen karşılıksız destek, Sarkozy’den Hollande’a kadar başka bir seçenek tanımayan Fransız politikasının da değişmez ilkesidir. Siyonist devlet büyük ölçekte insanları acımadan katledebilir. Katliamların boyutu ve kullanılan yöntemler ne olursa olsun batılı çıkarların yerel savunucusu bundan hiçbir zaman gerçek ve sürekli olarak kaygı duymamaktır. François Hollande 2013 yılında İsrail’e gerçekleştirdiği resmi ziyaret sırasında şu beyanda bulunur : « Her zaman İsrail’in dostu olarak kalacağım.[5] »

Ve burada da verilen desteğin meşrulaştırılmasına ilişkin siyasi ve medyatik söylem, Filistinli Hamas’ın ve aynı şekilde (birbirini izleyen sözel belirsizlikler aracılığıyla) Filistin direnişinin, Filistin halkının tümünün ve uluslararası siyasi destekçilerinin bir « İslamcı » tehlikenin taşıyıcısı olarak sunulması üzerine inşa ediliyor. « İki ayrı ölçü, iki ayrı ağırlık » mantığı, devletin zirvesi ve medyaların ve siyasi aktörlerin büyük çoğunluğu tarafından yöneltilen İslamofobik yaklaşımdan hareketle bir kez daha dayatılıyor. İğrenç canavarın (faşizmin) karnının ikinci görüntüsü de budur. Bu uluslararası etkenler, Fransız toplumundaki dahili etkenlerle birleşiyor.

Yukarıda, 2004’te türbanı yasaklayan yasayla güç kazanan ve daha sonra düzenli olarak gündemde tutulan (2005’te kenar mahallelerde başlayan isyana karşı geliştirilen söylemler, hicabı yasaklayan kanun, ulusal kimlik « tartışmaları », Chatel broşürü ve okul çıkışlarında başörtülü kadınların engellenmesi, uzun etekli liseli kızların taciz edilmesi, Filistin halkına destek gösterilerinin yasaklanması, v.b.gibi) devlet İslamofobisine dikkat çekmiştik.

Bu İslam karşıtı iklime halk kitlelerini temsil ettiğini iddia eden siyasi güçler tarafından herhangi bir karşılık verilmediğinin de ayrıca altını çizmemiz gerekir. Daha da kötüsü, « laikliği » korumak ya da « Hamas’ı savunanlarla » aynı çizgiye düşmemek adına birçok kez çok geniş kapsamlı uzlaşmalar sağlandı. Aşırı sağdan aşırı solun önemli bir bölümüne kadar hep aynı gerekçeler ileri sürüldü, aynı saflaşmalar inşa edildi ve aynı sonuçlar üretildi.

Sonuçta İslamcı amalgamları daha da derinlere kök saldı, halk kitleleri nezdinde saflaşmalar daha da derinleşti, zaten kırılgan olan ırkçılık karşıtı saflar daha da kırılganlaştı ve Müslüman kadın ve erkeklere karşı simgesel ya da somut şiddet eylemleri arttı. Raphaël Liogier’nin önerdiği gibi bu sonuç, « bir kolektif tutku » oluşturmaya eğilim gösteren, toplumun önemli bir kesimine « İslamileştirme efsanesinin » yayılması şeklinde tanımlanabilir.[6]  

« Kolektif tutku » üretimine yönelik eğilim, Zemmour ve Houellebecq’in  yakın zamandaki medyatik ele alınışıyla derinleşerek artmaktadır. Kendisine birçok makale armağan ettikten sonra Eric Zemmour « Fransız Müslümanlarının » sınır dışı edilmesini önerdiği için I-télé’den kovulur. Az önce sözünü ettiğimiz kolektif tutku bağlamında, bu ona kendini kurban olarak sunma imkanı vermektedir. Yazara gelince, hayal ile gerçeği karıştırmama gerekçesiyle birçok gazeteci tarafından savunuluyor. Ancak her iki durumda da bir yandan « kolektif tutkunun » derinleşmesi, diğer yandan da bir kez daha devamlı olarak aşağılanma duygusu söz konusudur. Bu da iğrenç canavarın karnının üçüncü görünüşüdür.

Sıradanlaştırılmış İslamofobinin bu dahili etkeninin, günümüzde halk kitlelerinin genel ekonomik, sosyal ve siyasi kırılganlaşması bağlamında artan sonuçları vardır. Topyekün muhtaç etme ve istikrarsızlaştırma süreci kenar mahallelerde dayanılmaz bir hal almıştır. Bu durum, gittikçe artan bir şekilde kendine ve yakınlarına yönelen şiddetle belirginleşen toplumsal ilişkilerde kendini göstermektedir. Buna orta sınıfların önemli bir kısmının gerilemesi, aynı şekilde durumları henüz iyi olan ama « şanslı olarak doğmamış » olanların gerileme korkusu da eklenmektedir. Bunlar kendilerini tehlikede hissederek, zaten medyatik ve siyasi olarak meşru gösterilen bir ortak hedefe sahip oluyorlar: Müslümanlar.

Halk kitleleri içerisinde, sistematik olarak ırkçı ayrımcılıklara maruz kalan (halk kitlelerini temsil ettiği iddiasında olan siyasal örgütlerin söylemindeki kör nokta) ve dolayısıyla da marjinalleşme eğilimleri (eğitimde, istihdamda, konut arayışında, polisle olan ilişkilerde ve yüzleştirme denetimlerinde v.b.gibi) gösteren göçmen kitlesi içinde kırılganlaşmanın etkisi daha da belirgindir[7].

Halk kitlelerini oluşturan iki bileşen arasındaki uçurumun « birleşmesi gerekenleri bölmek (halk sınıflarının farklı bileşenleri) ve bölünmüş olması gerekenleri ise birleştirmek (farklı çıkarları olan toplumsal sınıflar) » mantığı içerisinde derinleşmesi olgusu iğrenç canavarın karnının dördüncü görüntüsüdür.

Böylesi bir karın neye gebe?

Bu tür bir matris, Charlie Hebdo saldırısıyla kendini dışa vuran nihilist yöntemlerin ortaya çıkmasına elverişli ortamları yaratır. Çok azınlıkta kalmakla birlikte bu yöntemler, toplumsal sistemimiz ve onu karakterize eden kitlesel ayrımcılık ve eşitsizliklerden doğmaktadır.

Ancak nihilist seçeneğe göre sayısal olarak daha da önemli olan (şimdilik?) saldırıya karşı gösterilen tepkiler de en az bu kadar önemlidir. Fazla abartmaya kaçmadan son günlerde tanık olduklarımızı anımsayalım.

Söylem yönünden, « savaş ilanından » söz eden birçok beyanatı saymazsak, Marine Le Pen « İslamcı köktenciliğe » karşı bir ulusal tartışma açılması zorunluluğuna dikkat çekerken, ulusal kimlikçi blok « cihat taraftarlarıyla » mücadele etmek içim « kitlesel göç ve İslamileştirme süreçlerini yeniden tartışmaya açmak » gerektiğini beyan etti. Figaro’dan gazeteci Yvan Rioufol Rokhaya Diallo’yu RTL’de ayrımcılıkla suçlarken, Jeannette Bougrab « Charlie Hebdo’yu İslamofobiyle suçlayanları » saldırının müsebbibi olarak ilan etti. Bu düşüncelere son günlerde tanık olduğumuz eylemler ekleniyor: Bir Femen Kuran’ı Kerim’i ayağıyla çiğnerken ve ardından yakarken kendini filme çekiyor, Albi Camii’ne ateş açılıyor, Bayonne et Poitiers’deki cami duvarlarına ırkçı sloganlar yazılıyor, Mans’taki bir camiye el bombası atılıyor, Port la Nouvelle’de bir mescide ateş açılıyor, Aix les Bains’deki bir başka mescit ateşe veriliyor, Korsika’da Corte’de bir mescidin önüne yaban domuzu başı ve iç organları asılıyor, Villefranche sur Saône’da bir kebapçı lokantasına patlayıcı atılıyor, Vaucluse’de bir sürücü kurşunlanıyor, Bourgoin-Jallieu en Isère’deki bir dakikalık saygı duruşu sırasında Mağrip kökenli 17 yaşındaki bir lise öğrencisi taciz ediliyor v.b.gibi.

Bu düşünce ve eylemler, son on yıllar içerisinde yürütülen İslamofobik değersizleştirme sürecinin yol açtığı hasarların boyutunu ortaya koymaktadır. Bunlar da iğrenç canavara hizmet etmektedir.

İğrenç canavar aynı şekilde son yıllarda yürütülen emperyalist savaşlarda verilen sayısız kurban karşısındaki güçlü bir tepkinin verilememiş olmasında da kendini göstermektedir. 11 Eylül konusunda tepki gösteren felsefeci Judith Butler, haklı olarak eşitsiz tepki gösterilmesi konusunu sorguluyor. Butler, 11 Eylül kurbanları için gösterilen tepkinin, ABD tarafından yürütülen savaşların kurbanlarına karşı açık bir ilgisizliğe dönüştüğünün altını çiziyor: « ABD’lilerin öldürdükleri de dahil olmak üzere bu savaşın kurbanlarının ismini bize neden vermiyorlar? Bunların görüntüleri, isimleri, öyküleri, yaşamlarının bir bölümüne ilişkin tanıklıklar neden yok, görebileceğimiz, nüfuz edeceğimiz, öğreneceğimiz hiçbir şey yok mu gerçekten? »[8].

Bu eşitsiz öfke, halk kitlelerinin bağrında gerçek bir bölünmenin üretilmesi sürecinin meyvesidir. Ve bugün başta « ulusal birliğin » inşası döneminde olduğu gibi, tüm tehlikelerin taşıyıcısı olan bu bölünmedir.

İnşa etmeyi düşledikleri ulusal birlik, « diz çökmeyenlere, bizden olmayanlara karşı kadın erkek bir arada olmaktır. »

Muhteşem bir siyasi araçsallaştırma

Ama bugün yaşanan skandal bununla da bitmiyor. Mevcut durumun ve ardından gelen panik havasının tüketilen alaycılıkla araçsallaştırılmaları gün boyu sürdürülüyor.        

Güvenliğin güçlendirilmesi ve demokratik hakların hedef alınması

Geçen son baharda yeni bir « anti terör yasası » oylanmışken, Dupont Aignan gibi, bazıları « güvenlik güçlerinin biraz daha esnek davranmasını » talep ediyorlar. Ve buna tepki olarak Thierry Mariani, ABD’deki Patriot Act’a (terörizmle mücadele gerekçesiyle bireysel özgürlüklerin ciddi şekilde kısıtlanması sonucunu doğuran) gönderme yapıyor: « ABD 11 Eylül sonrasında tepki göstermeyi başardı. Patriot Act’ı çok kınadık ama ondan beri Boston dışında herhangi bir saldırı yaşanmadı ». [9]

Özgürlükleri kısıtlayan yasa ve önlemleri daha da güçlendirmek için korkuyu ve duyguları araçsallaştırmak, demokratik geriletme anlamında yapılabilecekleri ölçmek için bugün test edilen başlıca manipülasyondur. Zaten bazı acil ve meşru talepler mevcut durumdan yararlanmaya çalışan güvenlik taraftarlarınca duymazdan geliniyor: örneğin yüzleştirme denetimlerine karşı mücadele etmek artık daha zor olacak ve yol açtığı gündelik aşağılanmaya karşı tepki geliştirilemeyecektir.    

* Ulusal birlik

Yürütülmekte olan belli başlı ikinci araçsallaştırma, ulusal birliğin etkin ve kararlı inşası sürecidir. Genel düzenleme sürecini engelleyen taleplerin tümünün görmezden gelinmesini sağlamaktadır. Bu masum çocuk havaları, medya kurumlarının tümünün gündelik olarak ürettiği, yaygınlaşan korku iklimlerinde etkili olmaktadır. Kimi şehirlerde ulusal birlik, daha şimdiden Charlie Hebdo’ya destek cephesine katılan Front National (Ulusal Cephe)’e kadar uzanmış durumdadır. Dati ve Fillon, Marine Le Pen’in ulusal birlikten olası “ihracına”  daha şimdiden öfke duymaktadırlar. Siyasal kimlik ve olası ittifaklar anlamında daha önce var olabilecek nadir olumlu noktaları yok ettiği için, siyasal olarak da en çok hasara yol açan bu aynı « ulusal birlik »tir. 

* Kendini savunma zorunluluğu

Yapmadıkları eylemler için kendilerini savunmak zorunda kalan ve/veya kendisini saldırının faillerinden uzakta tutmak zorunda kalan ya da gerçek Müslümanların daimi olarak kendilerini savunma zorunluluğu bir başka araçsallaştırmadır.  

Bu daimi suçlanma hali aşağılayıcıdır. Kendini İslamofobik ve beyaz ulusçusu olarak tanımlayan Norveçli Anders Behring Breivik Temmuz 2011’de 77 kişiyi katlettiğinde, varsayılan ve gerçek tüm Hıristiyanları mahkum etmek kimsenin aklına gelmedi.

Bu zorunluluk hissinin gerisinde İslam’ın Cumhuriyet ruhuyla uyuşmadığı mantığı yatmaktadır. Bu mantıktan gerçek ya da varsayılan Müslümanları sadece polislerin değil ama aynı zamanda medyaların, öğretmenlerin, komşuların ve benzerlerinin gözetimi altına sokma düşüncesi ortaya çıkmaktadır.

* Charlie olmak mı? Kimler Charlie olabilir? Kimler Charlie olmak ister?

« Hepimiz Charlie’yiz » sloganı bugünlerde seferber edilen son araçsallaştırmadır. Charlie Hebdo’ya karşı düzenlenen saldırıyı kınamakla birlikte, bu haftalık derginin günümüzdeki İslamofobik iklimin oluşmasında oynadığı rolü görmezden gelemeyiz.

Aynı şekilde önce Afganistan’da sonra da Irak’ta meşhur « terörizme karşı savaşı » yoğunlaştırırken, derginin sayfalarından Bush’a karşı yapılan methiyeleri unutmamız mümkün değildir. Çizgi ya da yazıyla gerçekleştirilen bu pozisyon alışlar hiçbir sonuca yol açmayan basit eğlenceler ya da önemsiz ayrıntılar değildir: Başı örtülü birçok kadına ve Müslümanlara ait ibadethanelere yapılan saldırılara neden olmuşlardır. Bu dergi, özellikle her zamankinden daha çok birlik ve dayanışmaya ihtiyaç duyulan bir dönemde halk kitlelerinin bölünmesine fazlasıyla katkıda bulunmuştur. Dün de bugün de hepimiz Charlie değiliz.

Gelecek günler çok sıkıntılı ve ağır bedeller yüklüdür. Tırmanışı durdurmak için, egemenlerin şiddetine son vermeliyiz: devam etmekte olan emperyalist savaşları durdurmak ve ırkçı yasaları iptal ettirmek için mücadele etmeliyiz. Faşist tırmanışı durdurmak için, özellikle İslamofobik içerikli olan, ırkçı eylem ve söylemlerin artarak yaygınlaşmasını önlemeye yönelik dayanışma eylemlerini ve kadrolarını geliştirmeliyiz. Tırmanışı durdurmak için, ulusal birliği perspektif alanlardan tamamen bağımsız olarak, mahallelerimizdeki halk kitleleri nezdinde olası tüm ekonomik ve toplumsal dayanışma alanlarını inşa etmeliyiz.

« Birleşmesi gerekenleri bölen ve bölünmüş olması gerekenleri birleştiren » mantığı reddetmeye, safları sıklaştırmaya, örgütlenmeye her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.  Her zamankinden daha çok kendimizi birlikte inşa edebilmek için düşmanı tanımlamalıyız: bizleri bölen her şey düşmandır.

 (www.michelcollon.info Investig’Action sitesinde 11.01.2015 tarihinde Saïd Bouamama imzasıyla Fransızca yayınlanan yazıdan Türkçeleştirilmiştir http://www.michelcollon.info/L-attentat-contre-Charlie-Hebdo-l.html?lang=fr )


[1] Sophie Wahnich, La révolution Française, un événement de la raison sensible 1787-1799 (Fransız Devrimi, hassas mantık ürünü bir olay), Hachette, Paris, 2012, sayfa 19.

[2] Thierry Brugvin, Le pouvoir illégal des élites, (Elitlerin illegal iktidarı), Max Milo, Paris, 2014.

[3] Djacoba Liva Tehindrazanarivelo, Le racisme à l’égard des migrants en Europe (Avrupa’da göçmenlere karşı ırkçılık), Editions du Conseil de l’Europe, Strasbourg, 2009, sayfa 171.

[4] Jean Ziegler, La haine de l’Occident, (Batının nefreti), Albin Michel, Paris, 2008.

[5] Le Monde, Hollande « ami d’Israël » reste ferme face à l’Iran, (« İsrail dostu » Hollande Iran karşısında kararlı duruyor) 17.11.2013.

[6] Raphaël Liogier, Le mythe de l’islamisation, essai sur une obsession collective (İslamileştirme efsanesi, bir kollektif saplantı üzerine deneme), Le Seuil, Paris, 2012.

[7] Bu konuyla iligili olarak blogumda yayınlanan son makaleme bakınız, cinsiyetçi ve ırkçı ayrımcılıkların ve toplumsal eşitsizliklerin görünmez kılınan hasarları https://bouamamas.wordpress.com/ .

[8] Judith Butler, Mathias Delori’nin Ardlarından ağlamayacağımız o ölüler, http://blogs.mediapart.fr/blog/math…, 9 Ocak 2015’te saat 18.00’te incelendi.

[9] 8 Ocak 2015 tarihli Le Parisien.

[1] Bir yandan bunu söylemek için çok erken, diğer yandan ortaya çıkan sonuç aynıdır.