Skip to main content

eşitsiz Dünya

Résultat de recherche d'images pour "inégalités" Victor Hugo şöyle yazmış zamanında: « Zenginlerin cenneti fakirlerin cehennemiyle inşa edilir ». Bundan bir yüzyıldan fazla bir süre önce, Sefiller’in yazarı tarafından yapılan bu çarpıcı tespit bugün, her zamankinden daha çok geçerlidir. Dışlanma, yoksulluk, işsizlik ve sağlık sorunlarıyla karşı karşıya olan insanların sayısı gün geçtikçe artarken, aşırı zenginlerden oluşan dünya eliti kriz nedir bilmiyor, hatta daha da iyisi bundan daha çok zenginleşmek için yararlanıyor.

 

 

 

Kaygı verici bir tespit

 

OXFAM adlı sivil toplum kuruluşu, yakınlarda dünyada eşitsizliklerin durumuna ilişkin bir rapor yayınladı. Doğrusunu söylemek gerekirse zenginler, bugün olduğu kadar başka hiçbir dönem bu kadar rahat etmediler. Gerçekten de sivil toplum kuruluşuna göre 2016’ya kadar, meşhur %1’lik en zengin kesim dünya zenginliklerinin yarısından fazlasına sahip durumdalar. Kalan %99’luk bölüme ise pastanın geri kalanını paylaşmak kalıyor. Dünyanın en büyük 80 zengini, 3,5 milyar yoksulun malvarlığından daha fazlasını ellerinde bulunduruyorlar. Bu elit zenginlerin her bir yetişkini kişisel olarak 2,7 milyon dolardan daha fazlasına sahip. Bu eşitsizlikler yıllar içerisinde artarak daha da derinleşiyor. 2010 yılında şanslı %1 Dünya zenginliklerinin sadece %44’ünü elinde bulunduruyordu. 2020’de bunların zenginliklerinin oranının % 52,5’ya ulaşacağı tahmin ediliyor.

 

Öte yandan, İsviçre’nin UBS Bankasının Singapurlu Wealth X araştırma şirketiyle ortak yürüttükleri bir incelemeye göre, dünyadaki milyarder sayısı, 2013’e göre %7 artış göstererek 2014’te 2.235’e yükseldi. 2008’deki ekonomik kriz dünyadaki elitlerin işini bozmadı hatta aksine, yıllarca sadakatle hizmet verdikten sonra milyonlarca insan işsiz kaldı, milyonlarca Avrupalı ve Amerikalı birden yoksulluğun ve felaketin pençesine düşerken, güney ülkeleri gittikçe daha yıkıcı sonuçlara ulaşan kıtlıklara maruz kalırken, dünya kapitalist elitinin banka hesapları ağzına kadar parayla dolup taştı. Kapitalizmin bu bilmem kaçıncı krizi, adaletsiz ve vahşi sistemi bir kez daha gözler önüne serdi. Ve hiçbir OECD ülkesi bu eşitliksiz eğiliminden kurtulamadı. Örneğin Fransa’da büyük patronlar ve girişimciler kar paylarını, opsiyon stoklarını ve emeklilik ikramiyelerini mideye indirirken, halk kitleleri, azınlıktakilerin aşırı karını ve çoğunluktakilerin sömürüsünü temel alan bu sistemin şimşeklerini üzerini çekmeye devam ediyordu. Fransa, tarihi boyunca hiç bu kadar zengin olmamışken, aynı dönemde 140.000’den fazla evsizin varlığı tespit edilebiliyor. INSEE’ye göre, yoksulluk oranı 2004’te %12,6 iken 2012’de %14’e tırmandı. Üstelik 3,5 milyondan fazla vatandaş gıda yardımı alıyor ve 3,8 milyon kişi sosyal yardımlardan faydalanıyor. Bütün bunlar olurken zenginler ne durumda? Onlar için kaygılanmamıza hiç gerek yok, gayet iyi koşullarda yaşıyorlar! Avrupa durgunluk içerisinde ama buna karşın milyarderlerin kaydettiği gelişme baş döndürücü! Gerçekten de Challenges Dergisine göre 2013’te bunların sayısı 55’ti. 2014’te, aralarına 12 tane daha yeni milyarder eklendi. Mal varlıklarının durumu da gayet iyi sayılır! Bir yılda %15 artarak 390 milyar Euro’ya ulaştı. Sonra utanmadan bize devletin iflas ettiğini ve kamu hizmetleri için para kalmadığı yalanını yedirmeye çalışıyorlar.

 

Paranın kral olduğu ülke ABD’de, tespit daha da kaygı verici boyutta! Nüfusun % 0,1’nin elinde bulunan ulusal zenginliğin oranı %22. Halbuki bu oligarşinin elinde zenginliklerin « sadece » %7’si bulunuyordu.

 

En zengin 75.000 kişi, ülkenin GSMH’sının üçte ikisinden fazlasına karşılık gelen 10.265 milyar dolardan fazlasını bulunduruyorlar. Birkaç aydır, bütün egemen medyalar %3 ila %4 arasında büyüme kaydeden ABD ekonomisini övmekle bitiremiyorlar. Ama nedense ekonomik büyüme eşitsizliklerin artışıyla birlikte sağlanıyor. Bu büyümeye gerçekte büyük zenginler tarafından el konuluyor. Öte yandan, emekçi sınıflar büyümenin meyvelerinden yararlanamıyorlar. Ortalama ücretler yerinde sayıyor, hatta 1964’te gördüğü en düşük seviyelere kadar geriliyor… Asgari ücret ise, başta ücret artışı talep eden fast-food zinciri çalışanlarının olmak üzere, ücretlilerin yoğun protestolarına rağmen saatte 7,25 dolarlık cılız ücrette sabit kalıyor.

 

Tamamıyla yapısal bir sorun: Devlet zenginlerin hizmetinde

 

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, devletler batılı güçlere %10’lara yakın büyüme oranları kaydetme imkanı vererek ekonominin kaderinde önemli bir rol oynamışlardır.  Önceleri devlet emek ve sermaye arasındaki çatışmalarda hakemlik yapıyor ve eşitsizliklerin toplumsal patlamalara yol açmamasına dikkat gösteriyordu. Kaydedilen bu büyüme oranları, sağlık, ulaşım ve enerji alanlarında etkin kamu hizmetlerinin geliştirilmesine olanak tanıdı. Bununla birlikte, özellikle ulusal burjuvaziyle sendika ve komünist partilerin ortaya koyduğu etkili güç ilişkilerinden kaynaklanan toplumsal ilerlemelere karşın, ekonomik, sosyal ve kültürel yapılar değişmediler. Kapitalist egemenlik devletleşti. « Zafer dolu otuzlu yıllar » dan söz ederken bu yüzden « devlet kapitalizmi »nden söz ediliyor.  Bu arada, ikinci dünya savaşı sonrasında batılı ülkelerin yaşadıkları refahın güneyli ülkelerin sırtından sağlandığını unutmamamız gerekir. Sömürgecilik, emperyalizm, doğal kaynakların talan edilmesi, « kuzey » ülkelerinin dayattığı  « tiksindirici » borçlar…

 

Aynı bugün yaşandığı gibi bazılarının zenginliği diğerlerinin yoksulluğuna mal oldu. Ardından, batı dünyasının geri kalanına ve nihayetinde tüm gezegene yayılmadan önce ABD’de Ronald Reagan ve İngiltere’de Margaret Tchatcher ile alınan neoliberal dönemeçle birlikte her şey sallanmaya başladı. Neoliberalizm Pazar ekonomisine yeni alanların açılması, ekonominin gittikçe daha çok finans ağırlıklı bir içerik kazanması ve en önemlisi devletin ekonomi yönetiminden büyük oranda elini eteğini çekmesiyle birlikte ile kendini gösteriyor.

 

Devletin ekonomi yönetiminden çekilmesi eşitsizliklerin yeniden ortaya çıkmasının en büyük nedenlerinden biridir. Çok belirgin bazı örnekleri ele alalım: 30 yıldan beri, Avrupalı yurttaşlar kulak tırmalayıcı bir müziği dinlemek zorunda kalıyorlar. Bu meşhur « borçlanma » müziğidir. « Borçlar patlama noktasına geldi! », « Devletin parası kalmadı », « Filin yağlarını eritmesi lazım », « Devlet obezleşti ». Belli başlı siyasal yöneticiler, ekonomistler, « uzmanlar », köşe yazarları, yazı işleri müdürleri bu şarkıyı ezberlediler ve çok da güzel yorumluyorlar! Böylece gün boyunca bize « devletin çok harcama yaptığı » (kamu hizmetleri için), « devletin çok müsrif olduğu » ve dolayısıyla da sağlık, eğitim, sosyal yardımlar alanında sosyal harcamaların düşürülmesi gerektiği tekrarlanıyor. Ardından, devlete ait şirketlerin özelleştirilmesi gerektiği, zenginlerden alınan vergilerin azaltılması gerektiği söyleniyor… Kısacası, ekonomimizi köktenci bir şekilde liberalleştirmemiz gerekiyor. Burada « köktenci » deyiminin « sol » köktencilikte ve « sağ » köktencilikte aynı anlamı ifade etmediğini not etmemizde yarar var.

 

Saygınların düşünce vokabülerinde (kelime hazinesinde) sol köktencilik aşağılayıcı anlamda kullanılırken sağ köktencilik genelde olumlu olarak niteleniyor. Dolayısıyla « kemer sıkmak gerekiyor ». Ancak sayılara yakından bakınca sürpriz ortaya çıkıyor, işin aslının çok farklı olduğu anlaşılıyor. Yurttaş borç kolektifinin (CAC) yayınladığı bir rapora göre, Fransızların borcunun %59’u hiçbir şekilde meşru değil. Neden mi? Çünkü bu borç ekonomiyi finanse etmek için Fransız devletince resmen imzalanan ve dolayısıyla kamu yararına hizmet amacı ile yapılan bir borç anlaşması sonucunda verilmiş değil. Hayır! Bu borç fazlasıyla en zenginlerin yararına yürütülen bir politikanın sonucudur. Vergi cennetleri, « mali kalkanlar » (en zenginlere ödenen 600 milyon avro), vergi muafiyetleri, en varlıklılar ve Total benzeri büyük şirketler (Fransa’da tek kuruş ödemiyor…)  için vergi indirimi gibi devletin kasasını boşaltan mali hediyeler…

 

Böylece, bu mali reçetelere bağlı GSMH payı, 80’li yıllarda 5 puan kadar yani %22 oranında eridi, son üç yıldır da %17’ye ulaştı. Peki ya neoliberal vaizlerin bize sık sık yineledikleri gibi gerçekten kamu harcamalarında patlama yaşandı mı? Alın işte sistemin bize yutturmaya çalıştığı bir yalan daha! Kamu harcamalarının GSMH içerisindeki payı 1980’de ortalama %22,7’den %20,7’ye düştü. Burada eşitsizliklerin derinleşmesini kolaylaştıran ekonomik politikaların örnek tipini görüyoruz. Devlet, çok zenginlerle toplumun geri kalanı arasındaki derin eşitsizliğin ortaya çıkması için gerekli koşulları suni olarak yaratmıştır. Halbuki ulu-kutsal liberal söylemin sözcüleri bu politikanın halkın yararına olacağı konusunda bizlere teminat vermişti. Sonuç mu? Fransa 5 milyondan çok insanı etkileyen bir kitlesel işsizlikle tanıştı ve yoksullaşan işçilerin sayısı sürekli olarak  artmaya devam ediyor. Bu belirgin başarısızlığa karşın egemen sınıfların hizmetindeki siyasal hizmetkarlar direnmeye ve imzalar atmaya devam ediyorlar.

 

Daha somut bir başka örnek de devletin eşitsizliklerin artışına nasıl katkıda bulunduğunu açık bir şekilde ortaya koyuyor. Bu, İngiltere’nin içerisinde bulunduğu durumdur. Fransız, Alman ya da İspanyol olsun, medyaların ve siyasi yöneticilerin desteklediği büyük patronlar, buldukları her fırsatta « yardımlardan », « yardım görenlerden » ya da başka bir deyişle işsizlerden, sosyal yardımlardan faydalananlardan ve hatta kimi zaman öğrencilerden ya da emeklilerden şikayetçi oluyorlar. Onlara göre bu insanlar « sistemi sömürüyorlar » ve « topluma sülük gibi yapışmışlar »… Gerçekten bu bireyler sistemden yardım alıyorlar mı? Yoksa tersine bu adaletsiz ve eşitsiz toplumun asıl ilk kurbanları onlar değiller mi? Gelin taşları yerlerine oturtalım ve iktidardaki oligarşinin yarattığı bu belirsiz kafa karışıklığını gidermeye çalışalım. Asıl « yardım görenler », en zenginler, büyük şirketler, büyük servet sahipleri, ekonomiye müdahale ettiğinde kınadıkları ve ne hikmetse batan bankaları kurtardığında yücelttikleri bu acımasız Devlet sayesinde varlık sahibi olanlardır. İngiltere’de devlet halkın değil özel sektörün yararlanacağı altyapılara hizmet etmeyi tercih ediyor. Demiryolu sektöründe durum daha da vahimdir. 1993’te demiryolları özelleştirildiğinden beri, bu alana ayrılan kamu harcamaları altı misli kadar arttı! Demiryolları özelleştirildi ama bakım giderlerini hala devlet karşılıyor çünkü özel şirketler bu alana yatırım yapmayı tercih etmiyorlar. 2007 ila 2011 yılları arasında en büyük beş demiryolu şirketi devletten 3 milyar sterlin yardım aldılar. Bu durumu herkes « kendini yoldurmak » olarak adlandırıyor.

 

Nihayet son bir örnek daha: Devlet, çocuklarını özel okullara gönderen ailelere yönelik olarak her yıl 88 milyon sterlinlik vergi muafiyeti uyguluyor. Bu okullara genelde en zenginlerin çocukları gidebildiği için, İngiliz Devletinin büyük cömertliğinden ancak varlıklı aileler yararlanmış oluyor. Bütün bunlar yaşanırken, David Cameron’un ultra liberal hükümeti işsizlere ve emekçilere yönelik hizmetleri kısma yoluna gitti. Üç milyon dört yüz bin kişiden fazlası, saatte 7,20 olmak üzere asgari ücretle geçiniyor. Konut ve sağlığa ayrılan bütçeler belirgin bir şekilde azaldı. Devlet sadece zenginlerin varlıklarını koruduğu ve toplumun geri kalan kesimlerini göz ardı ettiği bu durum yazar Owen Jones tarafından şöyle tanımlanıyor : « Zenginler için sosyalizm, geri kalanlar için ise kapitalizm ».

 

Peki, aynı şekilde bu ciddi vergi kaçakları konusuna ne demeli?  Paralarını vergi cennetlerine yatırmaya karar verenleri tespit edip cezalandırma yeteneğine sahip olmalarına rağmen bu yönde hiçbir adım atılmıyor. Vergiden kurtulmak için Fransa’dan yurtdışına kaçırılan sermayenin yıllık yaklaşık 60 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor. Bu tutar, rüşvetle kaybedilen 40 milyar doları saymazsak İspanya’da 80 ila 100 milyar Avro tutarındadır. Toplam 1000 milyar Avro karşılığı fon Avrupa Birliğinin dışına kaçırılıyor. Nihayet Batılı hükümetler yoksullara yardımın çözüm yolunu buldular: hayırseverlik ve sadaka kurumunun kalkındırılması. Devlet kamu yararına hizmet etmek yerine fonksiyonlarını Bill Gates gibi milyarderlere devrediyor. Sağlık, eğitim, beslenme, insanlığın hayırseverleri fakirlerden ilgilerini esirgemiyorlar. Devlet denetimli Pazar ekonomisi üzerinde « görünmez eliyle » hakimiyetini bırakırken daha çok işin kanuni kısmıyla ilgili (güvenlik ve adalet gibi) işlevlere yöneliyor.

 

Devletin ekonomik alana gün geçtikçe daha az müdahale etmesi istenmekle birlikte iflas eden bankaların kurtarılması ya da barışçıl gösteri yapan gençleri katletmek üzere isyan bastırma konusunda uzmanlaşmış güçlerini seferber etme konularında devlete duyulan güven sürdürülüyor… Sadaka kültürünün yüceltilmesinin bir başka amacı da onları vazgeçilmez kılarak zenginlerin malvarlıklarını meşrulaştırmaktır. İşte içerisinde yaşadığımız toplum bu şekilde ekonomilerimizin yaşadığı sıkıntıların bizzat sorumlusu olmasına karşın kurtarıcı-zengin görüntüsünü güçlendirmek ve bu yolla meşrulaştırmak için ekonomik ve sosyal sorumluluklarından uzaklaşıyor.            

 

Küreselleşme ve eşitsizliklerin artışı

 

Böyle olunca tabi ki eşitsizlik konusunu irdelerken özellikle küreselleşmeye işaret etmek zorunda kalmıyoruz. Bu vahşi küreselleşme ki çok gelişmiş ülkelerle en fakir ülkeler arasında her zaman devasa bir uçuruma neden oluyor. Eşitsizliklerin ekonomik, toplumsal ve coğrafi üretimini ortaya koyan iki örneği ele alalım. Birincisi yer değiştirmeler. Bunların amacı bir şirketin faaliyetini emek maliyetinin düşük ve hammaddelerin ucuz olduğu ülkeye kaydırmaktır… Bu yer değiştirmeler faaliyetin taşındığı ülkeye istihdam sağlamaktadır ama hangi ücretlerle? Sefil ücretlerle, işte gerçek!

 

Bu arada, çok uluslu ya da ulusal şirketler karlarını 5,10,15 misli katlamakla meşguller. En çok bilinen örnek Meksika’daki Maquiladoras örneğidir. ABD sınırı yakınlarındaki bu fabrikalar Levis, GAP ve benzeri markalar için gece gündüz fason kot pantolon üretiyorlar. Bir kot pantolonun üretimi 10 dolara mal oluyorsa, bunun 4 doları işçiye ve geri kalanı ise hammaddelere gitmektedir. Bu ürünler fabrikadan çıkar çıkmaz, ABD’ye ithal edilecek ve New York ya da Miami’deki mağazalarda 70, 80 ya da 90 dolara satılacaktır. İşçi sömürüsü patrona çok önemli bir kar payı sağlamakta ve böylece kısa sürede servet edinmesini sağlamaktadır. Halbuki o sırada işçi en temel gereksinimlerini karşılamasına dahi yetmeyecek bir ücretle karşı karşıyadır. İşte işçi ve işveren arasındaki eşitsizlik böyle oluşuyor. İkincinin yoksullaşması birincinin zenginleşmesi sonucunu doğuruyor. Bu arada, fabrikanın yurt dışına çıkması nedeniyle ülkedeki işçilerin işten çıkarılması durumunu akıldan çıkarmamamız gerekir. Eski patronları servetine servet eklerken onlar kendilerini birden bire işsiz buluveriyorlar. Patron sessizce %1’lik mutlu azınlığa kavuşurken onlar %99’a karışıveriyorlar.

 

İkinci örnek ise Avrupa’da yürürlükte olan tarım politikası gibi özellikle ABD’de yürürlüğe konulan tarım politikalarıdır. Bu politikalar sadece tarımsal üretimi teşvik etmekle kalmıyorlar. İhracat da teşvik ediliyor. Sürekli olarak ekonomik ve insani yıkımlara yol açan bir politikadır bu. Durumu daha iyi anlamak için yetiştirdiği tavukları Senegal’e ihraç etmek için teşvikten yararlanan bir İspanyol çiftçiyi örnek alalım. Avrupa Birliğinden teşvik aldığına göre, yerel piyasada daha iyi rekabet edebilmek için yetiştirdiği tavuğun fiyatını daha kolay düşürebilme imkanına sahiptir. Ama düşük gelirli tüketiciler için daha ucuz olan Avrupa tavuğunu almak daha ekonomiktir. Sonuç: Afrikalı çiftçi artık ürettiğini satamıyor, iş sahibi olmak için büyük kente göç ediyor ve genelde yaşandığı üzere iş bulamıyor ve çoğu zaman çaresiz bir şekilde Akdeniz’in derin sularında son bulan bir göç yolculuğunu göze almak zorunda kalıyor. Bu durum kuzey ülkelerinin bazı güney ülkelerine baş eğdirebilmek ve onları egemenlikleri altına alabilmek için neler yapabileceğine güzel bir örnektir. Bunlar, ciddi sonuçlara yol açan ve Kuzey ile Güney arasında eşitsizliklerin oluşmasına yol açan haksız ve adaletsiz politikalardır.

 

Bağımsızlıklarını koruyarak kalkınmaya çalışan güney ülkelerinin başına gelenler

 

Lenin, Kapitalizmin son evresi olan, Emperyalizm adlı eserinde, gelişmek ve mallarını elden çıkarabilmek için yeni topraklar, yeni alanlar, yeni kaynaklar arayışında olan kapitalizmin, sermaye ihracı yoluyla nasıl yeni topraklar ve yeni pazarlar fethetmeye çalıştığını göstermektedir. Kapitalizmin tarihi sömürgecilik ve emperyalizmin tarihine sıkı sıkıya bağlıdır. Gerçekten de kapitalizm Amerika, Afrika ve Asya’da doğal kaynaklar sayesinde gün yüzünü görmüştür. Marks buna “yerli sermaye birikimi” adını vermektedir. Yüzyıllar sonra sömürgeler bağımsızlıklarını kazandılar ama emperyalizm ortadan kalkmadı. Ve Kuzey ile Güney arasında zenginliklerin eşitsiz, adaletsiz dağılımı bu sömürü ve talan yüzyıllarının sonucunda oluşmuştur.

 

Eşitsizlikler geçmişten gelen bu miras sayesinde hala çok büyüktür ama aynı zamanda bu durum bugün bazı ülkelerin yeni sömürge olmasından da kaynaklanmaktadır. Gerçi artık askeri anlamda işgal altında değiller ama ekonomi o söz konusu ülkenin ve Kuzey ülkelerinin burjuvazilerine hizmet ediyor. Bu eşitsizlikler doğal kaynakların talan edilmesinin ve Kanada, ABD ve Meksika arasında imzalanan ALENA serbest ticaret anlaşması gibi anlaşmaların sonucudur. Doğal ve enerji kaynaklarının ele geçirilmesi olgusu süper güçlerin hayatta kalmasını sağlamak açısından çok önemlidir. Batılı kapitalist hükümetler bu nedenle bir Güney ülkesinin bağımsız ve kendi başına gelişmesini engellemek için her şeyi yapmaya hazırdırlar. Batılı güçler Üçüncü Dünya ülkelerinin kaynaklarını talan etmeye öylesine alıştılar ki ilerici, hatta devrimci başkanlar halklarının yaşam düzeyini iyileştirmek için iktidara geldiklerinde onları devirmek için ellerinden geleni yapmaya başladılar. Ekonomik bağımsızlık %1’lik kesim tarafından bir suç olarak algılanıyor. Bu nedenle Hugo Chavez, Fidel Castro, Evo Morales, Thomas Sankara, Patrice Lumumba, Gamal Abdel Nasser şu ya da bu şekilde iktidardan alaşağı edilmeye çalışıldı. Sorun gayet açık: ya Güney ülkeleri egemen ve bağımsız bir şekilde kalkınacaklar ve böylece Kuzey-Güney arasındaki eşitsizlikler azalacak, ya da emperyalist güçler gelişmekte olan ülkelerin doğal kaynaklarına el koymayı sürdürecek ve böylece uçurumun daha önce hiç görülmemiş bir hızda büyüme riski ortaya çıkacak.

 

Hadi kimse toplaşmasın, dağılın bakalım, görecek bir şey yok!

 

Şimdi de eşitsizlikler üzerine yayınlanan raporun nasıl ele alındığını, daha doğrusu medya kurumları tarafından nasıl ele alındığını incelemekte yarar var. Gerçekten de bu rapor egemen medyalarca çok çekingen, hatta sessizce ele alındı denilebilir. Televizyon haberlerinde yapılan birkaç kısa haber, radyolarda kısa duyurular ve gazetelerde yayınlanan bir iki makale ve ardından hiçbir şey, derin bir sessizlik. Halbuki, konu çok önemli ve çok daha ayrıntılı bir inceleme yapılmasını gerektiriyor. Ama yapacak bir şey yok, ekonomik ve mali elitin suç ortağı gazeteci elit, insanlığın geleceği açısından yaşamsal bir önem taşıyor olmasına karşın bu konuyla çok da ilgili değil gibi görünüyor. Medyaların bundan önce konuya karşı büyük öfkesine tanık olmuştuk… Eşitsizliklere yönelik alelacele yapılan üstünkörü bir tespit ve ardından bu konuyla üzerine tek laf edilmiyor! Kelimenin demokratik anlamıyla, yani karşıt düşüncelerin, ideolojilerin ve tasarıların (gerçekçi) karşı karşıya geldiği gerçek bir tartışma yürütülmüyor. Çünkü medya kurumlarımız, her bir katılanın “kendisine muhalif olanın” birkaç dakika önce söylediğini noktasına virgülüne kadar aynısı tekrarlamak için söz aldığı, daha çok “tartışma” simulakrlarına alışıktırlar. Özel program filan da hazırlamaya gerek duymuyorlar. Süper zenginlerle toplumun geri kalanı arasında derinleşen uçurumun gerçek nedenlerini tespit etmek için derinlemesine hiçbir araştırma yapılmıyor.

 

Medyaların temelde verdiği mesaj gayet açık: artık değişme imkanı olmayan konularla niye zaman kaybedelim? Gerçekten de liberaller ekonomiyi doğru bir bilim olarak kabul ediyorlar ve “eşitsizlikler” gibi sorunlar hiçbir şey yapamayacağımız “doğal”, sıradan konular olarak algılanmaktadır. Bunun sonucu olarak da, bu konular üzerinde polemik üretmenin pek bir anlamı kalmıyor çünkü işlerin akışı değişmeyecektir. Egemen sınıfın saygıdeğer sözcüleri medyaların konuya bakışı çoğu zaman bu doğrultudadır. Ayrıca, bu muhteşem propaganda aygıtlarının kimlerin elinde olduğuna bakarak bu sessiz işbirliğinin nedenini daha da iyi anlayabiliriz. Ve burada da belki konuya daha net bir açıklama yapma olanağı bulabiliriz.

 

Basın organlarının çoğunluğu güçlü sanayici, bankacı ve iş adamlarının elindedir. Ve sanki tümüyle rastlantıymış gibi de, Dassault, Pinault, Lagardère ya da Arnault gibi bu medya patronlarının bazıları multi milyarder. Dolayısıyla da medyaların, patron talimatlarıyla eşitsizliklere ilişkin sayıları çekingen bir dille gündeme getirmelerine şaşmamak gerekir. Özellikle de milyarderlere ilişkin kötü imaj vermekten özenle kaçınılmaktadır. Varlıklıların, işçileri sömürmek, karlarını katlamak için işten çıkarmalar yaparak ve kimi zaman bir ülkeye savaş açmak ve böylece onun doğal kaynaklarını talan etmek için hükümetleri etkileyerek zenginleştikleri halka gösterilmemelidir. Ve nihayet, bu eşitsizliklerin şans eseri değil ama kapitalist sistemin özünden kaynaklanan yapısal sorunlardan kaynaklandıkları kesinlikle söylenmemelidir. Bunu dile getirmek yurttaşların konuyu sorgulamalarına neden olacak ve böylece muhtemelen isyan etmeleri sonucunu doğuracaktır. « Zenginler ve fakirler hep var oldular; savaşlar, açlık sefalet hep yaşandı, bunlar işin fıtratında var, hayatın kuralı bu, elimizden bir şey gelmez ». Özet olarak « bunlara maruz kalın ve çenenizi kapatın! ».

 

« Yeni bekçi köpeklerinin » yaptığı tespit ve bize önerdiği yol bundan ibaret.  

 

Tevekkülle yüzleşmek

 

Bu durumun mukadderat olmadığı kesindir. Araştırmayı gerçekleştiren Oxfam adlı Sivil Toplum Örgütü, söz konusu eşitsizliklerle mücadelede izlenebilecek birçok yol önermektedir. Bunlar arasında sosyal devletin geri dönüşü, sefalet sınırındaki yoksullar için bir düzenli gelir, finans kapitalin işgaline karşı yoğun mücadele, kamu hizmetlerinin ücretsiz sunumu ya da sermaye gelirlerinin yüksek oranda vergilendirilmesini sayabiliriz. Tabii ki ekonomiye temiz hava sağlayacak ve eşitsizlikleri azaltma imkanı tanıyacak olan bu önlemleri olumlu karşılamak gerekir. Ancak bu çözümler herkesin beğeneceği cinsten görünmüyor. Fazla liberal Fransız televizyon kanalı BFMTV’nin ekonomi servisi sorumlusu Nicolas Doze’a göre, söz konusu sivil toplum kuruluşu tarafından önerilen çözümler çok “dogmatik”. İşte ilerici ve radikal çözümlerin çöpe atılması gerektiğini anlatarak insanları tevekküle itmenin bir başka yolu daha.

 

Peki, asıl dogmatik olan nedir? Sivil toplum kuruluşu tarafından dile getirilen öneriler gerçekten de « dogmatik »midirler yoksa sadece gerçekçi ve durumun vahametine uygun mu düşmektedirler?

 

Sermayeyi daha büyük oranda vergilendirmek şimdi dogmatiklik mi oluyor? Herkes için kamu hizmetini temin etmek sorumsuzluk mu sayılıyor? Bırakın bunları, tarihteki asıl dogmatikler devletin taahhütlerini yerine getirmemesinden, 35 saatlik çalışma süresinin kaldırılmasından ve Pazar günleri çalışılmasına izin verilmesini talep etmekten başka söylemleri olmayan bu liberallik dininin fanatikleridir. Bol istihdam ve gelişme sözü veriyorlar. Sonuçta ne oluyor,  ülkeler durgunluğa giriyor ve işsizlik günden güne sürekli artıyor. Ama hiç oralı olmuyorlar, diretmeye devam ediyorlar ve imzalar atmaya devam ediyorlar. Eğer bu dogmatiklik değilse biri bana dogmatikliğin ne olduğunu anlatsın lütfen! Bu hikayede kesin olan bir şey varsa o da yurttaşların egemen partilerden ve daha da genel olarak devletten, özellikle de bu devletten kesinlikle hiçbir şey beklememeleri gerektiğidir. Siyasi yetkililer bu işte çözüm değil, ama bizzat problemin kendisidir. Devlete gelince o sadece egemen sınıfın çıkarlarına hizmet için vardır. Siyasal sınıf, sadece egemen sınıfın anayasal ve siyasal kefilidir.

 

Sivil toplum kuruluşu tarafından önerilen çözümler doğru yönde ama biraz daha radikal olmamız da gerekmiyor mu? Bütün sorun burada. Neoliberal modelden çıkış, milyonlarca Avrupalı yurttaşın da katıldığı gibi mutlak bir aciliyettir. Peki ya sonra? Sermayeye hala ekonomiye yönetme hakkı mı tanıyacağız? Kendinden başka hiçbir şeyi temsil etmeyen parazit küçük bir elitin diktatörlüğüne maruz kalmaya devam mı edeceğiz?

 

2008’deki krizden sonra, Nicolas Sarkozy « kapitalizmin ahlakileştirilmesini » savunmuştu. Peki gayri ahlaki olanı ahlakileştirmek mümkün mü? Kapitalizm özü itibariyle fazlasıyla şiddet içeren bir sistem. Yarattığı krizler, çalkantılar, felaketler insan türünün bizzat kendisinin hayatta kalabilmesi için en büyük tehlikedir. Kapitalizmin düzenlenmesi birçok kişinin hemfikir olduğu ama hala fazlasıyla zararsız bir düşünce olarak kalmaktadır. Aksine ekonominin yönetimini bizzat emeğe, yani ücretlilere, zenginliği yaratanlara emanet etmemiz gerekmiyor mu? Ve sonrasında asıl olarak demokrasi sorununu akıldan çıkarmamamız gerekir. Demokrasi kapitalizmin içerisinde tamamen boğulmuş durumdadır. Artık mevcut değil. Kanıtı, eğer var olsaydı, zenginlikler çok daha iyi paylaşılırdı.     

 

Dolayısıyla bugün dünya, tarihinin en önemli kavşağında bulunmaktadır. Dünyayı çizen siyasal, ekonomik, jeopolitik çalkantılar gezegenin yarınını biçimlendirmektedir. Büyük güçler çökme sürecindeyken, yenileri yerlerini almak üzere güç kazanmaktadır. Dünyadaki uluslar korosunun kapısını yeni başka ülkeler, yeni aktörler çalmaktadır. Bir dünyanın, bir dönemin, bir hegemonyanın (batılı) sonuna tanık olma şansını yaşıyoruz. Şimdi geriye yeni bir medeniyet modeli yaratmak üzere hangi yolları seçeceğimize karar vermemiz kalıyor. Bu acımasız, insanlık dışı toplumsal yapı içerisinde bu aynı sistemi izlemeye devam mı edeceğiz yoksa daha eşitlikçi ve nihai olarak paranın boyunduruğundan kurtarılmış toplumlara mı yöneleceğiz?

 

Eşitsizlikler toplumsal uyumun kırılganlaşmasının etkeni olabilirler. Aynı şekilde adaletsiz ve kendilerini temsil etmeyen bir sistemden yorulmuş toplumun farklı bileşenleri arasında bir kavganın tetikleyicisi unsuru da olabilirler. 

 

Mücadele uzun ama yaşanmaya değer olacaktır!

 

Kaynak :

 

(Investig’Action www.michelcollon.info sitesinde 23 Ocak 2015 tarihinde Tarik Bouafia imzasıyla yazılan Fransızca yazıdan Türkçeleştirilmiştir).