Skip to main content

Katliamları “Müslümanlar” yapınca daha mı çok ilgi çekiyor?

france Irak ecole massacre ile ilgili görsel sonucu Paris’teki kanlı saldırıların üzerinden hemen hemen iki ay geçmesine rağmen toplumsal duyarlılık çok yüksek. Felaketin bilançocu 132 ölü ve 352 yaralı. Aynı dönem içerisinde, Afganistan’da Sınır Tanımayan Doktorlara (MSF) ait bir hastane ABD Hava Kuvvetleri tarafından bilinçli bir şekilde bombalandı, Beyrut’un güneyi banliyösünde bir ikiz intihar saldırısı gerçekleştirildi ve Irak’ta Musul’da bir okul Fransız Hava Kuvvetleri uçaklarının bombalarına hedef oldu.

 

 

 

Başlangıçta saydığımız Paris saldırıları İsviçre’de ve dünyanın geri kalanında medyada çok geniş yer buldu. Örneğin, İsviçre’de Fransızca medyanın başvuru kaynağı Le Temps bizi bilgiye boğdu. Gazetenin arama motoruna “Paris saldırıları” diye yazdığımızda 310’dan fazla sonuç karşımıza çıkıyor: bir bölümünü dışarıda bırakarak saymam gerekirse makaleler, soruşturma takibi,  Müslüman örgütlerinin tepkileri (kendini bizzat Hıristiyan köktendincisi olarak tanımlayan Anders Breivik’in saldırılarından sonra Hıristiyanlardan hesap vermelerini istememiz gibi bir şey bu),patenli olarak bir islamofobun söyledikleri yayınlandı.

3 Ekim 2015 tarihinde ABD Hava Kuvvetleri Afganistan’da Kunduz’da MSF’e ait bir hastaneye birçok kez ve bilinçli bir şekilde saldırı düzenlemişti. Saldırıların durdurulması için MSF’in Afganistan’a, ABD yetkililerine ve NATO’ya yaptığı sayısız çağrıya ve hastanenin GPS koordinatlarının koalisyon güçlerine iletilmiş olmasına karşın gerçekleşen bombardıman sonucunda tümü Afganistan vatandaşı olan en az 30 kişi öldü. MSF’in kendi sitesinde yayınladığı bir habere göre

« Hastalar yataklarında diri diri yanmış, alevler içerisinde yanan binanın üzerinde dönüp duran AC-130 savaş uçağının açtığı ateşle sağlık personelinin kafaları, organları koptu ve geriye kalanlar öldürüldü.» 

Gazetenin temps.ch sitesindeki arama motoruna “Kunduz + MSF” başlığıyla yaptığımız başvuru bize 13 sonuç sunuyor. Bunların birincisi olayın yaşandığı gün, yani 3 Ekim tarihinde yayınlanan, 12 Ekim tarihinde güncellenen ve olayı ihtiyatlı bir şekilde anlatan bir makaledir. Makalede şu satırları okuyabiliriz :

« Afganistan’ın Kunduz kentinde Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü’(MSF)ne ait bir hastanenin, bazı kaynaklara göre ABD saldırısı sonucunda bombalanması sonucunda on ikisi görevli ve yedisi hasta olmak üzere toplam on dokuz kişinin ölmüştür. Saldırının Sivil Toplum Kuruluşunun Washington’u kurumun vurulduğu konusunda uyarmasına rağmen 30 dakika boyunca sürdürüldüğü iddia edilmektedir ».

MSF’nin ilk raporu, “Halen bütün kanıtlar, bombardımanın Koalisyon Güçleri tarafından yürütüldüğünün” ve saldırıların  kesin olarak 02:08’den 03:15’e kadar devam ettiğinin altını çiziyor. Dolayısıyla şart kipinin kullanımı dolaysıyla kanıtlanmamıştır. İki gün sonra MSF ABD’yi tereddütsüz bir şekilde suçlamıştır.

Devamında, kayda değer hiçbir değerlendirme yapılmadan, dolaylı olarak ABD beyanatlarının aktarılmasıyla yetiniliyor. Bu saldırıların, terörist (Devlet terörizmi) eylem, uluslararası insan haklarının göz göre ihlal edilmesi ya da savaş suçu olarak niteliğinden tanık olduk? Hiçbir zaman. Laf dolandırılıyor ve bize daha çok yanlışlıktan söz ediliyor. Gerçi MSF’nin anlatımını aynen kullanan birçok makale de yazıldı ama ABD bombardımanları, Paris saldırılarında olduğu gibi (büyük başlıklar ve yazıişlerinin kınaması gibi) medyada hak ettiği yeri bulamadı.

Paris saldırılarından bir gün önce, 12 Kasım 2015’te, Beyrut’un güney banliyösünde düzenlenen iki bombalı saldırıda 43 kişi öldü ve 239 kişi yaralandı. Ülkenin tanık olduğu en kanlı saldırılardan biriydi bu. Yaşanan bu drama letemps.ch sitesinde, 4’ü tali bir şekilde olmak üzere toplamda 5 kez yer verildi. Daha da yakın bir zamanda, birçok büyük Arap medya kuruluşunun duyurduğuna göre (Al AhramAl QudsRT arabic...), 25 Kasım 2015 tarihinde Fransız Hava Kuvvetlerinin düzenlediği saldırı sonucunda, Musul’daki bir okulda bulunan 28 Iraklı öğrenci yaşamını kaybetti, iki öğrenci de yaralandı. Bilgi kaynağı olarak bir Alman Haber kuruluşunun (Deutsche Welle) Arapça çevrimiçi sitesinde, El Sabaui adlı Iraklı bir askerin attığı tweet verilmiş. Diğer medya kuruluşları haberi yalanladı .

Kalbimizi ferah tutmak üzere, 7 Aralık 2015 tarihinde, « Le Temps » gazetesi yazıişlerine açıklama talep eden bir elektronik posta gönderildi. İşte siz içeriği :

Sayın yetkili,

Paris saldırılarının, aynı dönem içerisinde yaşanan diğer dehşet verici olaylarla göre, basında aldığı yere ilişkin size görüşlerimi aktarmak isterim.

Bildiğiniz gibi, ABD’nin MSF’in hastanesini bombalaması sonucunda 30 kişi öldürüldü, Beyrut’ta gerçekleştirilen iki intihar saldırısında 43 kurban yaşamını yirtirdi ve Irak’taki bir okulun Fransız uçaklarınca bombalanması sonucunda 28 öğrenci katledildi.

İlk saldırılara çok geniş yer ayrılmasına karşın, MSF’in hastanesinin bombalanmasına çok daha az yer verilmiş, diğer olaylara ise hiç değinilmemiştir. Uluslararası hukuka aykırı olması ve açıkça suç işlenmiş olmasına karşın, ABD’nin saldırılarına ilişkin kayda değer hiçbir değerlendirmede bulunulmamıştır. Bana belki de gazeteci kimliğinizle tarafsız kalmanız gerektiğini söyleyeceksiniz. Eğer böyleyse, neden farklı olaylar karşısında farklı bir anlamsallık söz konusu oluyor?Paris saldırıları sitenizde 158 kez “terörizm” olarak nitelenirken, açıkça bir devlet terörizmi olmasına karşın, Afganistan’da MSF’in hastanesini canice hedef alan hava saldırıları için neden bu kelime hiç kullanılmıyor? Eğer 28 tane Batılı çocuk bombalanmış olsaydı mediyatik uygulamanız nasıl olurdu acaba?

Bu orantısız uygulamanın nedenini öğrenmek istiyorum?

Bugüne kadar sorularıma hiçbir yanıt verilmedi.

Siyasetçilerin değişken boyutlardaki öfkeleri

İsviçreli siyasetçilerin tepkileri de daha önce saydıklarımızla aynı çizgidedir (ya da tam tersi, bu konuda çok şey bilmiyoruz). Şiir demeti gibi yapılan kamuoyu açıklamalarına tanık oluyoruz: korkunun ve popülizmin araçsallaştırılmasına kadar varan şiddetin lanetlemeleri, başsağlığı dilekleri, kurban ailelerinin hislerini paylaşmalar...  

« İsviçre, Fransa’nın hislerini paylaşıyor », Simonetta Sommaruga. Konfederasyon Başkanı. http://www.rts.ch/info/suisse/72533... 

« Bu görülmemiş şiddet karşısında dehşete düşmüş vaziyette, kurbanların, ailelerinin ve can evinden vurulmuş Fransa’nın hislerini paylaşıyorum #ParisAttacks » Christophe Darbellay. İsviçre PDC Başkanı ve Ulusal Danışman. https://twitter.com/C_Darbellay/sta...

« Ortalık kızışınca : 1) çocukları eve gönderiyoruz ; 2) Schengen’i askıya alıyoruz. #attentats. » Valaisan Devlet Danışmanı (UDC) ve İsviçre Ulusal Danışmanı. https://twitter.com/OskarFreysinger... 

« Paris, dünyanın acı başkenti ». Christian Levrat. İsviçre Sosyalist Parti Başkanı ve Friburjuva Devletleri Meclisi milletvekili.  https://twitter.com/ChristianLevrat...

Gördüğünüz gibi, gösterilen öfke seçicidir ve sadece Paris saldırılarına yöneliktir. Gerisi anladığımız kadarıyla ilgilerini çekmemektedir. Ana akım medyaların ve siyasetçilerimizin gözünde gördüğünüz gibi insan hayatlarının tümü aynı değere sahip değildir. Bazı kurbanlar insanileştiriliyor ve öfkemize ve merhametimize değer görülüyorlar. Hatta iş okullarda, öğrencilere onlardan bahsetmeye kadar vardırılıyor. Bu durumda cinayet alçakçadır, kurbanlar sadece dikkatimizi hak etmekle kalmıyor ama bizden sosyal medyaların ve büyük arama motorlarının ve internet sitelerinin (facebook kullanıcılarının hizmetine üç renkli filtre ve “security check” sunuyor ve google Fransa’yla bir dayanışma simgesi koyuyor…) suç ortaklığıyla bizden dayanışma göstermemiz isteniyor. Öte yandan, diğerlerinin acıları ise küçümseniyor ya da yok sayılıyor. Bunun sonucunda da dikkatimize ya da öfkemize değer görülmeyeceklerdir.     

 

 

  “Müslüman”/ “Müslüman olmayan” dini aidiyetini haberin medyatik ele alınışında gerçek bir ölçüt müdür? Bu tezi çürütmek için iki karşı örnek vermek yeterlidir: Irak’taki ölüm tugayları ve Yemen’de çatışmanın, Suudi Arabistan tarafından yönetilen koalisyon da dahil tüm taraflarınca halka yönelik uygulanan şiddet eylemleri (bugüne kadar Birleşmiş Milletlerin bağımsız bir soruşturmasına konu olmamıştır). Ama hepsinden önemlisi bu uygulamada herhangi bir tutarlılık var mıdır?

Irak’taki ölüm tugayları örneğini ele alalım. 2004’ten itibaren, yani Irak’ın işgalinin üzerinden bir yıl sonra Amerikalılar isyanı bastırmak amacıyla işkence merkezleri ve ölüm tugayları oluşturmaya başlamıştı. Polis özel kuvvetlerinden oluşan bu tugaylar, doğrudan ABD tarafından eğitiliyor ve finanse ediliyordu. Görevleri ayrım yapmadan, sadece dini aidiyetlerini temel alarak sivil ve askerleri öldürmekti. Sünniler ve Şiiler arasındaki iç savaşı besleyerek Irak’taki büyük kargaşaya katkıda bulundular. En kanlı dönemlerde ayda 3000’e yakın kurban söz konusuydu.

Kullanılan teknik yeni değildi, 1980’li yılların başına, Reagan yönetiminin solcu gerilla hareketleri karşısında Salvador Hükümetine verdiği destek dönemine kadar uzanıyordu. 75000 kurban ve bir milyondan fazla sığınmacıya mal olan bir iç savaştı bu. Araştırmacı gazeteci Allan Nairn, 1984 yılında CİA, Pentagon ve ABD Dışişleri Bakanlığının, ölüm tugaylarının doğrudan bağlantılı olduğu Salvador güvenlik güçlerinin finansmanı ve eğitimindeki suç ortaklığını ortaya çıkardı. (1)

Bu paramiliter birliklerin eğitiminde görev alan ABD’li askeri uzmanlar “MilGroup”a bağlıydılar ve başlarında James Streele bulunuyordu. Bu ismi aklımızda tutalım. Steel, 1968 ve 1969 yıllarında, Vietnam Savaşında “Blackhorse regiment” içerisinde ün kazanmaya başlamıştı. (2)

Irak’ın işgali sırasında, “El Salvador seçeneği” olarak adlandırılan planın uygulamaya sokulması görevi, Bush yönetimince Steel ve General David Petraeus’a verildi. 2004 ve 2005 arasında, başta en kanlıları Şii Bedir Tugayları olmak üzere birkaç tugaya bölünmüş,12.000 savaşçıdan oluşan bir güç oluşturmayı başardılar. Bu tugaylar, General Adnan Tabit’in (Saddam döneminde hükümeti devirme girişimi nedeniyle hapiste yatış ve yakın zamanda ölen Sünni Subay) komutası altındaydılar. “Amerikalı uzmanların” suç ortaklığıyla, Samara Kütüphanesi bir işkence merkezine dönüştürülmüş ve Bakır  Cebir Solağ’ın Irak İçişleri Bakanlığının başına getirilmesiyle birlikte büyük çapta katliamlar başlatılmıştı.

ABD Büyükelçisi ve terörizme karşı mücadele koordinatörü Henry Crimpton’un, Irak İçişleri Bakanlığı yetkilileriyle yaptığı bir görüşmeyi rapor eder ve Wikileaks’e yansıyan bir telgraf mesajında (5-8 Aralık 2015), şu satırlar okunuyor: « Thabit’in terörizme karşı savaşa dair felsefesi üç temel unsura dayanıyor: teröre karşı terörle mücadele etmek; teröre karşı etkili istihbarat operasyonlarıyla mücadele etmek ve halk desteğini geliştirmek ». (3)

Pentagon’da 2005 yılında verilen bir brifing sırasında bir gazetecinin sorusuna yanıt veren, dönemin Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, bu tugayların varlığına ilişkin her türlü bilgiyi yalanladı. Wikileaks’de bu konuda yayınlanan mesajları okumamış olsak, belki de sözlerini yutardık. Chelsea Manning tarafından ortaya çıkarılan belgeler arasında, “Frago 242” (Fragmentary Order/ Münferit Emir 242) adı verilen bir emre başvuruda bulunuluyor. Koalisyon birliklerinden açık bir şekilde Iraklı yetkililerin uyguladığı işkenceyi görmezden gelmesi isteniyor.

« Donald Rumsfeld on Uniformed Death Squads in Iraq »

Bu bir yenilik sayılmamalıdır. “Irak War Logs” adıyla bilinen ve 2010’da Wikileaks’ta yayınlanan 390 000’den fazla rapor, Iraklı yetkililerin olduğu kadar koalisyon güçlerinin düzenli olarak şiddet, kaba kuvvet ve işkenceye başvurduklarını ortaya koydu. “Collateral Murder” adıyla tanınan ve iki Amerikan Apache helikopteri tarafından Bağdat’ta sivillerin katledilmesi gibi Ebu Garip skandalı bunun en bilinen örnekleridir. Bu görüntüde, bir Amerikan Apache helikopteri Bağdat’ta sivillerin üzerine ateş açıyor. Reuters muhabiri ve şoförü de kurbanlar arasındadır.

(https://youtu.be/is9sxRfU-ik)  

Oysa Irak’taki ölüm tugaylarına ilişkin haber bir atlatma haber değildir. The Guardian’ın işbirliğiyle BBC tarafından gerçekleştirilen bir araştırmada  yayınlanmıştı. Elektronik postayla temas kurulan filmin dağıtımcısı “Journeyman Pictures”, filmin çeşitli Avrupa ülkelerinde yayınlandığını ama bunların arasında hiçbir Fransız ya da Frankofon medya kuruluşunun bulunmadığı bilgisini verdi.

Böylece, eğer bütün bunlardan çıkarılacak bir mantık varsa o da şu olurdu: Genel olarak batılı egemen çevrelerin dünyaya bakışı, batılı güçlerle ve siyasi tercihleriyle çok uyumlu olan bir ikili davranışa itaat etmektedir (4). Aşağıdaki iki kuralda özetlenir:

1- Bu güçler, müttefikleri ya da onların uşakları vahşet uyguladıklarında, bunlar ya göremezden gelinecek ya da yaptıkları küçümsenecek ve dolayısıyla da kurbanlar da dikkatimizi ya da öfkemizi hak etmeyeceklerdir. Katliamlar bu güçler tarafından işlendiklerinde, hiçbir zaman “soykırım/cinayet/terörizm” olarak adlandırılmayacaktır.

2- Aynı vahşeti bir düşman ya da istikrarsızlaştırılmak üzere seçilmiş bir ülke işlediğinde bu kez tersi doğru oluyor. Bu durumda, bunlar aşağılık ülkeler ve kurbanlar dikkatimizi, sempatimizi hak ediyor, dayanışmamızın kamuoyuna teşhir edilmesi ve soruşturma ve misilleme çağrıları çok yaygın bir şekilde yapılıyor.

ASMA MECHAKRA

Notlar :

1) Allan Nairn. Behind the Death Squads : An exclusive report on the US role in El Salvador’s official terror. The Progressive, Mayıs 1984. 

2) Amerika Birleşik Devletleri bu yöntemlerle kendi topraklarında tanıştı. K-9 isimli Vietnamlı ölüm tugayları (ABD’ye sürgüne gönderilmiş Vietnamlılardan oluşan)1981-1990 tarihleri arasında birçok suç işlemişlerdir. FBI tarafından 5 Vietnamlı gazetecinin cinayetiyle suçlanan K-9 üyeleri, Amerikan adaletince hiç rahatsız edilmediler. PSB Frontline (Amerikan televizyon programı) sitesinde yakınlarda yayınlanan bir araştırmada sunulan yeni kanıtlara göre, bu ölüm tugayları, Pentagon’da kıdemli olarak görevlendirilmeden önce Vietnam Deniz Kuvvetleriyle çok sıkı işbirliği içerisinde çalışan Amerikan Deniz Kuvvetleri eski subayı Richard Armitage’e bağlıydılar.

Kaynak : « Terror in Little Saigon », FRONTLINE 

3) « Cable : 05BAGHDAD5038_a » 

4) Bu varsayım, Edward S. Herman ve David Peterson’un birlikte yazdıkları "Génocide et propagande : L’instrumentalisation politique des massacres" adlı kitapta ilk kez ortaya atılmış ve tartışılmıştır. 

Michel Collon’un "Je suis ou je ne suis pas Charlie ?" adlı kitabında başka ayrıntılara da ulaşabilirsiniz, Brüksel, 2015. 

(Investig’Action www.michelcollon.info sitesinde 8 ve 13 Ocak 2016 tarihlerinde Asma MECHAKRA imzasıyla yayınlanan Fransızca yazılardan Türkçeleştirilmiştir)