Skip to main content

Enternasyonalizm bir seçenek değil gerekliliktir

tricontinentale ile ilgili görsel sonucu

Ocak 1966, Havana : Üçüncü Dünyanın halkları ve devrimci siyasi önderleri, Che Guevara, Fidel Castro, Ho Chi Minh, Amilcar Cabral ve toplantıdan bir ay önce Paris’te öldürüldüğü için toplantıya katılamayan Mehdi Ben Barka tarafından düzenlenen Üç Kıta Konferansı’nda bir araya gelirler.

 

1955 yılında Bandung’ta düzenlenen bağlantısızlar konferansından beri, ulusal kurtuluş hareketleri çoğalmakla birlikte enternasyonalist ve anti-emperyalist bir ortak cephe oluşturmayı başaramamışlardır. Dolayısıyla Havana Konferansı bu eksikliği, ideolojik farklılıkları aşmayı ve Halkları ve hareketleri aynı çatı altında birleştirmeyi hedefliyordu. Bu konferansın sonuçları ne olmuştur? Nerede ve neden başarılı olmuştur? Üç Kıta Konferansının mirası nedir ve bugün bundan neden söz etmeliyiz? Investig’Action, bu tarihi olayın anahtar unsurlarını çözmek için Üç Kıta Konferansı: Üçüncü Dünya halkları gökyüzünü istiyor adlı kitabın yazarı Saïd Bouamama ile görüştü. 

Investig’Action: - 1966’da, Üç Kıta Konferansı döneminde, Soğuk Savaşın hüküm sürdüğü dünya tarihi bir dönüm noktasındadır. Sözüm ona « Üçüncü Dünya » içerisinde sömürge boyunduruğundan kurtulma yolunda ulusal kurtuluş hareketlerinin başlamasıyla birlikte durum çok hassastır. Bu tarihsel bağlam içerisinde Üç Kıta Konferansının yeri ne olmuştur?

Said Bouamama: -Üç Kıta Konferansı, sadece soğuk savaşın değil ama sömürgeciliğin yeni sömürgeciliğe dönüşümünün de damgasını vurduğu bir bağlamda ortaya çıkmaktadır. Kenya, Cezayir, Kamerun, Angola v.b. ülkelerdeki silahlı mücadeleler, çeşitli sömürgeci güçlerin genel bir kargaşanın ortaya çıkmasından korkmasına neden oldu. Bu durum da onları bağımlılık içerisinde bağımsızlık süreçlerini yani biçimsel bağımsızlıkları desteklemeye itti.  Üç Kıta Konferansı projesi, halkların mücadelesine karşı çıkan yeni « bağımsız » devletlerin ilk « ihanetlerinin » geliştiği bir bağlamda olgunlaşmıştır. Lumumba bu devletlerin bazılarının suç ortaklığıyla katledilmiştir. Fransa, « bağımsız » Afrika devletlerinin desteğiyle BM’de Cezayir’deki kirli savaşı savunabilmiştir. Bu bağlamlar militan anlayışlardaki niceliksel sıçrayışın öznel koşullarının bir araya gelmesini sağlamıştır:

Artık boyunduruk altındaki her halk için tek bir sömürgeci güçle mücadele etmek değil ama bir küresel egemenlik sistemi olan emperyalizme karşı çıkılması söz konusudur;

Artık sadece siyasal bağımsızlık için mücadele değil ama çabayı ekonomik bağımsızlığa kadar sürdürmek söz konusudur.

Siyasal bilinçte gerçekleşen bu dönüşümler, on yıllardır emperyalist egemenliğin yeni yüzü olan yeni sömürgecilikle yüzleşen Latin Amerika halklarının mücadelesiyle nesnel bir amaç birliği ortaya çıkarmaktadır. Mücadelelerin zamansallığı üç kıtada da bir olunca, mantıklı olarak üç kıta üzerinde ortak bir mücadele projesinin doğmasına neden olmaktadırlar. Bu bağlam, üç kıta konferansını akıllarına getiren ve inşa eden « leaders »’lerin önemini azaltmıyor. Fidel, Ben Barka, Ho Şi Minh, Cabral, Che v.b. projeyi taşıdılar ama zaten bu girişim somut bir şekilde aynı zamanda hem bir olasılık, hem de bir gereklilik haline gelmişti.

- Üç Kıta Konferansı, mücadele veren halklar için bir umut dalgası olmasının dışında egemen emperyalist kapitalist sistem için gerçek ve somut bir tehlikeye yol açmış mıdır? Bu açıdan küresel elitlerin ve emperyalist güçlerin bu olaya verdikleri yanıtı ve aldıkları önlemleri öğrenmemiz de ilginç olacaktır…

-Küresel emperyalist sistem böylesi bir güç dengesiyle ve dolayısıyla da gerçek bir tehlikeyle çok nadiren yüzleşmektedir. Kapitalist sistemi savunan siyasal güçler, egemen devlet ya da büyük medyalar tarafından olsun bütün emperyalist güçlerde ortaya çıkan genel tepkiler bunun tanığıdır. Kıta dayanışması projesinin insani ve siyasal temellerini şiddet yoluyla yok etmeyi hedefleyen bir küresel stratejinin ortaya çıkması bunun tanığıdır. Bu karşı-devrim sürecinde uygulanan en az dört araçtan söz edebiliriz:

a) Onlarca liderin ve binlerce militanın katledilmesi;

b) İlerici rejimlere karşı askeri darbelerin kışkırtılması ya da desteklenmesi;

c) Daha önce görülmemiş çapta bir propaganda saldırısı (araçsallaştırılan STK’lara destek, sendikacılar, derneklerdeki ve siyasal militanlar için ABD ve Avrupa’da « eğitim » stajları, eğitim bursları, v.b.);

d) « Dost ülkelerin » gizli servislerinin ve gerici paramiliter gruplarının başka ülkelerde eğitimi.

1917 devriminden beri, hiçbir zaman bu kadar kapsamlı ve böylesine mali imkanlara sahip bir karşı saldırıyla karşılaşmamıştık. Emperyalist güçler arasındaki çelişkiler, Üç Kıta Konferansında vücut bulan « ortak düşman » karşısında hiçbir zaman bu kadar gizlenmemişti.

-60’lı yıllardan beri, Uç Kıta Konferansının bağlamı bir hayli değişti. Hala « Üçüncü Dünya »dan bahsetmemiz mümkün mü?

-Bağlam aynı zamanda hem tamamen farklı, hem de en ince ayrıntısına kadar aynı. Şekil değişiklikleri bizi işin temelinde değişiklik olduğu sonucuna götürmemelidir. Değişen sadece mücadelenin koşullarıdır, yoksa mücadelenin kendisi değil. Değişiklikler açısından, « Doğu ülkelerinin » ortadan kalkması nedeniyle İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan iki kutuplu dengenin sona erdiğinin ve bunun halkların mücadelesini daha da zorlaştırdığının altını çizmemiz gerekir. Aynı zamanda, kapitalist küreselleşme sürecinde « Kuzey içerisinde bir Güneyin » ortaya çıktığını yani egemen ülkeler içerisinde önemli bir daimi yoksullaşmanın olduğunu ama aynı şekilde « Güney içerisinde bir Kuzey » yani « Üçüncü Dünya » olarak adlandırılan ülkelerde de emperyalizmle bağlantılı egemen sınıfların varlığını da vurgulamalıyız. Buna karşılık küresel ekonomik sisteme egemen olan ülkeler de, aynı şekilde bağımlı ekonomileri olan ülkeler de değişmedi. Bağımlılık mekanizmaları da aynı şekilde değişmemişlerdir (eşitsiz ticaret, borçlanma mekanizması, kültür emperyalizmi v.b.). Afrika, Asya ve Latin Amerika halkları bugün de hala aynı tahakkümlerle, aynı düşmanlarla, aynı emperyalist sistemle karşı karşıyadırlar. Bu açıdan bakıldığında, « Üçüncü Dünya » olarak adlandırılan şey için bir « kader ortaklığı » ve maddi bir temel hala vardır.

-Bugünkü « Üçüncü Dünya » düşünüldüğünde, yeni bir Üç Kıta Konferansının oluşturulmasını hala umut edebilir miyiz?

-Özgürlük mücadeleleri tarihinde hiçbir zaman aslı gibi olan bir taklit bulamazsınız. Her deneyim bir dönemin sunduğu olanaklar ölçüsünde yaşanmıştır ve bu olanaklar 60’lı, 70’lı yıllarda ve bugün tabi ki aynı değildir. Aksine aynı zorluklarla ve aynı düşmanla karşılaşma, orta ve uzun vadede üç kıta dayanışması girişimlerinin ortaya çıkmasına neden olabilir. Daha yakın zamanda özgürlük mücadelesi deneyimi yaşamış liderlerin (Sankara, Chavez, Morales v.b.) de üç kıtada yürütülen mücadeleler arasında işbirliğinin gerekli olduğu şeklindeki aynı sonuca varmaları bunun tanığıdır. ALBA gibi deneyimlerin Afrika’da yarattığı yankı bunun tanığıdır. Bu esinler bizi kaçınılmaz olarak yeni ortak mücadele deneyimleri arayışına sürükleyecektir: bir tür yirmi birini yüzyıl Üç Kıta Konferansı gibi.

-Değerler krizinin damgasını vurduğu bugünkü Avrupa bağlamında Üç Kıta Konferansının tarihini bilmenin bizim için önemi nedir?

-Eşitlik ve özgürlüğün tarihi uzun vadede inşa oluyor. Köleliğin kaldırılması, doğrudan sömürgeleştirme, Apartheid v.b. gibi aşamalardan oluşan ve uzun tarihsel zaman içerisinde yadsınamaz bir gelişme ortaya koyan ilerleme ve geri adımlardan, zafer ve bozgunlardan oluşmaktadır.

Egemen sınıfların, tahakküm altındaki sınıf ve halkların taarruz, ilerleme ve zafer anlarına yönelik bir bellek yitimini yaymaları yararlarına olacaktır. Hakim ideoloji bugün üç kıta halklarının belirgin niteliği olan yoksulluğa, dramlara ve savaşlara kültürel temelli bir açıklama dayatmaktadır. Buradaki amaç, ekonomik, politik ve kültürel alanlardaki sistematik nedenleri maskelemektir. Böyle yaparak, mücadeleleri silahsızlandırmak için bir güçsüzlük ve kader duygusu yayılması söz konusudur. Bu bağlamda geçmiş mücadelelere ilişkin bilgi bu duyguyu aşabilmek için çok etkili bir antidottur. Tahakküm altındakilerin karşı saldırısının etkenlerinden biridir.

-Üç Kıta Konferansı, büyük sanatsal niteliğe sahip görsel ve afişlerin yaratılması aracılığıyla kimliğini geliştirmeye neden bu kadar önem verdi?

-Bu mücadele malzemelerinin önemi sadece « seçkinleri » değil ama halkları etkileme iradesidir. Afiş, resim, sinema v.b. ile ortaya çıkan, sadece örgütlü militanları değil ama halk kitlelerini etkileme iradesidir. İkinci etken, toplumsal ve siyasal mücadelelerin ayrılmaz bir parçası olarak kültürel mücadelenin öneminin anlaşılmasıdır. Afişlerde halk kültürlerinden gelen bir ikonografinin (geleneksel silahlar, geleneksel giysiler v.b.) yeniden ele alınması bunun tanığıdır. Burada egemen sistemin kendini meşrulaştırmak ve daim kılmak için yaydığı « kendinin değersizleştirilmesi » ve « kendinden utanç duyulması » durumlarına karşı mücadele edilmesi söz konusudur.

-Başta Güney ülkelerindeki olmak üzere genç kuşakların bu tarihsel dönemden alacağı dersler nelerdir?

-Bana göre, yeni kuşakların Üç Kıta Konferansının deneyimlerinden öğreneceği çok şey vardır. İlk olarak bu bilgi, yapılan hataları tekrarlamama imkanı verecektir. İkinci olarak o dönem karşılaşılan birçok zorluk bugün de söz konusudur. Oysa bu zorluklar, Üç Kıta Konferansı zamanında, bize bugün de yardımcı olabilecek fikir, teori ve deneyimlere konu olmuştur. Aynı zamanda önemli bir öznel boyut da vardır. Geçmiş mücadelelerin bilinmesi, siyasal umut ve volontarizmin öznel koşullarını yaratmaktadır. Kolektif ve dayanışmacı bir güç duygusu yaratmak üzere, felç edici güçsüzlük duygusunu kırma sürecine katkıda bulunmaktadır. Son olarak da bu bilgi, yürütülecek mücadelenin ölçeğini uygun seviyede tutma imkanı vermektedir. Bağımlılıktan kopuş ancak Üç Kıta dayanışmasının varlığıyla sürekli kılınabilir. Tek bir ülkede halk güçlerinin zaferi, bağımlılığı geri döndürülemez kılmaya yetmez. Üç Kıta dayanışması her bir ülkenin özgürleşmesinin koşullarından biridir. Enternasyonalizme bir seçenek değil, gerekliliktir.  

-Che ya da Ben Barka gibi kişiliklerin öldükten sonra kazandıkları ünün ötesinde, onların ve diğer devrimci düşünce adamlarının fikirleri, görece olarak her zaman az bilinmektedir. Dünya görüşlerinin ana eksenleri ne olmuştur?

-Üç Kıta tarihine damgalarını vurmuş olan bu kişiliklerin katkılarının zenginliğini birkaç satırda özetlemek mümkün değildir. Çok da eksiksiz olmayacak şekilde aşağıdaki boyutlardan söz edebiliriz:

Küresel sistem anlamında tahakküme, tahakküm altındaki sınıf ve halkların küresel dayanışmasını gerektirecek şekilde yaklaşılması;

Hala güncel olan çağdaş bağımlılık altına sokma mekanizmalarının analizi (borçlar, işbirliği, v.b.);

Ekonomik ve kültürel boyutları da içeren bir bağımsızlık ve egemenlik anlayışı;

Sadece emperyalizme karşı değil ama onunla bağlantılı içteki toplumsal sınıflara karşı mücadeleye sevk eden bağımsızlıklardan sonra yeni sınıfsal biçimlerin analizi;

Bazı bağlam ve güç dengeleri içerisinde « devrimci şiddetin » gerekliliğinin teorileştirilmesi;

Tahakküm sisteminin yeniden üretiminin ana ekseni olarak kültürel tahakküm anlayışı;

Başka birçok eksen de ortaya çıkarılabilir. Sayılanlar, Üç Kıta aktörlerinin emperyalist sistemle v.b. bir küresel ve topyekun kopma projesini taşıdıklarını göstermeye yetiyor.    

Alex Anfruns ve Raffaele Morgantini’nin röportajı

(Investig’Action www.investigaction.net sitesinde 15 Aralık 2016 tarihinde Saïd BOUAMAMA imzasıyla yayınlanan yazıdan Türkçeleştirilmiştir http://www.investigaction.net/linternationalisme-nest-pas-une-option-mais-une-necessite/)